28 Eylül 2024 Cumartesi

Efe Dağlı yazdı | Macron'un konuşmaya hakkı var mı?

Tam da burada Erdoğan'ın yakın zamanlarda sıklıkla vurgulamaya başladığı "Kızıl Elma" sloganını hatırlayabiliriz. AKP-MHP koalisyonu, ideallerin de almaşıklaşmasına yol açtı. Ayrı ayrı iki ideal olan bütün Türklerin birliği ve bütün Müslümanların birliği iç içe geçti. Ancak kimse bu ideali hayır hasenat için diri tutmuyor. Sermayenin böyle ideallere karnı toktur. Her ideal daha büyük kar içerdiği oranda kıymetlidir. Her iki coğrafyayla örtülü ve açık alışverişe bakıldığında ciddi bir ilişki geliştirildiğini görmek mümkün.

Macron, AKP iktidarının yakın dönem yayılmacı politikasını eleştirirken onu Afrika'da sömürgecilik yapmakla suçlamış. Kendi başına ele alındığında tartışmaya değer bir tespit olduğu bile söylenemeyecek, AKP'nin bilinegelen yayılma, nüfuz etme stratejisi üzerine çok konuştuk. Ancak ve herhalde bu konuda ağzını açmaya hakkı olmayanlar bütün olarak emperyalist devletler ve konu eğer Afrika ise, Fransa egemenleridir.

Avrupalı sömürgeciler, bütün bir Doğu'yu sömürgeleştirme kararını genellikle müşterek biçimlerde aldılar. Avrupa dışı alanlardaki insanları insan saymama kibri onlara aitti. Saygısızlıkları o denli ilerdeydi ki bir "gezgin"in "keşfettiği" yer, ülkesi adına onun oluyordu. Bir aşamadan itibaren, bu dünyanın büyük oranda paylaşılması evresine denk geliyordu, teknoloji ilerliyordu ve neredeyse bütün dünyaya türlü yollarla sömürgeciler ulaşıyordu, işte o anda sömürgeciler yeni bir anlaşma ile sömürgeciliği yasallaştıran çeşitli kararlar aldılar. Mesela konu Fransa ve Afrika ise, bunlardan birini özellikle anmalıyız:

Afrika sömürgeciliğin geleceğini belirleyen 1884-85 Berlin Konferansı. Orada "fiili işgal" ilkesi benimsendi. Bilindiği gibi sömürgecilik kendisini "keşifler" ve "gezginler-seyyahlar" ile şirin göstermeyi sevmişti.

Orada da deniliyordu ki Avrupalı gezgin bir bölgeyi "keşfederse" burası benim ülkemin demesi artık yetmeyecek ve ilgili ülkenin bölgeyi fiili işgali gerekecekti. Anlamı şu oluyordu: Sömürgeciler arasında da hiyerarşi oluşuyor, ulaşım ve teçhizat yeteneği olanlar asıl vurgunu yapacak, diğerlerine ise kırıntılar kalacaktı. Mesela kendi ulusal birliğini geç oluşturan Almanya uzun yıllar sömürge paylaşımında geri kalmıştı ve o da kendince diplomasi oyunlarıyla yol almayı ilke edinmişti. Afrika odaklı anlaşma şöyle işledi: Fransa Batı Afrika'da Senegal, Gabon, Fildişi Sahili ve Gine'yi, Orta Afrika'da Nijer ve Çad'ı, doğuda Cibuti ve Madagaskar'ı; Belçika Orta Afrika'da Kongo'yu, İngiltere Doğu Afrika'da Somali, Uganda ve Kenya'yı, Batı Afrika'da Nijerya'yı, Güney Afrika'da Cape Colony'nin kuzeyindeki Rodezya'yı; Almanya Batı Afrika'da Togo ve Kamerun'u, ayrıca Güney Batı Afrika ve Alman Doğu Afrika'sını; İtalya Eritre ve güney Somali'yi sömürge himayesi altına aldı. İngiltere, yeryüzünün her yerine yayılan sömürgeleri nedeniyle "üzerinde güneş batmayan" imparatorluktu; üç okyanustaki sayısız adanın yanı sıra Cebelitarık, Süveyş Kanalı ve Ümit Burnu da denetimindeydi. Hindistan dışında Asya ve Afrika'da geniş alanları kontrol eden İngiltere, Avustralya ve Yeni Zelanda'yı da denetliyordu. İngiltere'nin en büyük rakibi Fransa, Kuzey ve Batı Afrika'nın önemli bölümünü denetliyordu.

Kısacası önemli bir bölümünü dünün sömürgeci gücü olarak gördüğümüz bugünün emperyalistlerinin yedikleri ekmekten içtikleri suya her şeyde yoksulların, ülkelerinden sürülenlerin, vatanlarını savunmak için direnenlerin kanı vardır. Dolayısıyla onların ne dediğiyle, onları teşhir etmek ve alçaklıklarını yüzlerine vurmak dışında ilgilenmek gerekli değil. Ancak ezilenler dünyasında hafıza tazelemek, anlatmak için vesile olarak da ele almak gerek.

Sömürgeciliğin yöneldiği coğrafyalarda yaygın bir Müslüman nüfus vardı. Kurtuluş savaşları çoğu yerde İslami tonlar taşıdı. Bugün, yer yer karşılıklı nefrete varan yarılma ve uçurumun gerisinde. Sadece son iki yüzyıldan ibaret olamayan ve çok daha gerilere, Haçlı Seferlerine giden hafıza bulunuyor. Sözgelimi bugünün DAİŞ türevi uluslararası kontrgerilla şebekelerine dönüşmüş fanatik grupları ortaya çıkaran sebeplerden biri Müslüman halkların Batılı sömürgeciye duyduğu öfkedir ve o kadar örgütsüz bir ortam vardır ki bu gibi şebekeler çoğu zaman haklı olan Batı karşıtı tepkiyi kendi amaçlarına kanalize edebilmektedirler.

Macron, şu sıralar Afrika'daki geleneksel sömürge alanlarında karşısında bir rakip olarak Türkiye'yi görüyor. Cumhuriyetin kuruluşundan beri Türkiye'de dış siyaset alanında iki görüş vardı: Osmanlı bakiyesine vurguyla yayılmacılık ve eski günlere dönme arzusu ile reelpolitiker, içerisini sıkı tutmaya odaklı bir dar ulus devlet modeli.

Tuhaf olan, yayılmacılığı savunanların din ortaklığı ve Osmanlı uygulamalarından hareketle başka ulus ve ulusal toplulukların varlığını tanıma yaklaşımı geliştirmesiydi. Kuşkusuz yayılmacı ve saldırganlığı da içeriyordu ancak öncelikle "Müslüman coğrafyaya" yeniden nüfuz etme hedefi dile getiriliyordu.

Buna karşın içeriyi sıkı tutmaya odaklanan anlayış etnik çoğulluğu reddediyor ve her tür itirazı şiddetle bastırıyordu. Klasik cumhuriyet modelinin dış politikası hakim oldu ve diğeri kenara bırakıldı. Buna karşın, bir de "Turan ülküsü" adı altında, bütün Türkleri birleştirmeyi, bunun için de onların "esir tutulduğu" Sovyetlere saldırıyı meşru gören ırkçı bir perspektif geliştirenler oldu.

Klasik kemalist dış politika bir korkuya dayanıyordu: Genişlemeye çalışırsak yıkılırız. Çünkü o kadro birinci dünya savaşı ardından gelen ağır koşullar içeren "barış" anlaşmalarının etkisindeydi ve Misak-ı Milli içinde saydıkları Musul Kerkük'ü almak/ele geçirmek için adım atmaktan kaçınmış, bunu çok ilerdeki bir zamanda gerçekleştirilecek vasiyet saymışlardı. Kısacası biri barışçıl diğeri saldırgan olan iki strateji değil, biri reel politiker iki taktik yürürlükteydi.

AKP iktidarının "monşer" adıyla küçümseyip dışladığı hariciye kadrolarının çoğu geleneksel dış politika anlayışıyla yetişmişti. Onların gidişi, bilinen kemalist dış politikayı ikincilleştiriyordu. AKP, daha önce mesela Erbakan'ın ortak para, kültür-coğrafya anıştırmalarıyla yaptığı ama daha çok mizahi malzeme gibi görülen bir ideali canlandırdı. Çünkü elinde iktidar gücü vardı. Kendi erken döneminde, devlete hakim güçleri, bu politikaya din kardeşliği argümanlarıyla ikna etmeye çalıştı. Unutmayalım, cemaat şebekesinin Türkiye dışındaki faaliyetlerini, ki buna yumuşak güç diyorlardı, hem AKP hem devletin geleneksel sahipleri destekledi. Bu arada cemaat şebekesi hem kendi siyasal amaçlarına ulaşmak hem ABD'nin paravan örgütü görünümünü güçlendirerek devlet ilişkilerini kullanarak iki alana odaklandı: Orta Asya ve Afrika.

Tam da burada Erdoğan'ın yakın zamanlarda sıklıkla vurgulamaya başladığı "Kızıl Elma" sloganını hatırlayabiliriz. AKP-MHP koalisyonu, ideallerin de almaşıklaşmasına yol açtı. Ayrı ayrı iki ideal olan bütün Türklerin birliği ve bütün Müslümanların birliği iç içe geçti. Ancak kimse bu ideali hayır hasenat için diri tutmuyor. Sermayenin böyle ideallere karnı toktur. Her ideal daha büyük kar içerdiği oranda kıymetlidir. Her iki coğrafyayla örtülü ve açık alışverişe bakıldığında ciddi bir ilişki geliştirildiğini görmek mümkün.

Birinci dünya savaşı ve sonrasına bakalım. Sermayenin merkezileşme eğilimi o şartlarda sürdü demek hafif kalır, asıl o zamanlarda rekor kırıyordu. Fiat'a bakalım, 1914'te 17 milyon liret olan sermayesi 1919'da 200 milyona çıkıyordu ve kısa süre sonra iktidara gelecek Mussolini faşizmiyle uyumlu bir birlikteliği olacaktı. Bu örneği şu nedenle hatırladık: Son yıllarda Türkiye'de bankalar bilanço ve kar açıklıyorlar ve rekor tazeliyorlar. Koç karını yüzde 300'den fazla artırdığını ilan ediyor. Yine hatırlayalım, Erdoğan tekelci sermayeye, mealen şöyle demişti: "Ne konuşuyorsunuz, en çok karı bizim zamanımızda yapmadınız mı." Gayet haklıydı ve sermayenin demokrasi gibi sızlanmaları bile karını maksimalize etmenin aracıdır. 12 Eylül öncesinde Ecevit hükümetini düşürmek için harekete geçen sermaye kesimin bugün AKP iktidarı sayesinde ihya olması, onların harekete geçmesini bekleyenlerin neden hep beklemekle kalacaklarını açıklayıcı bir kıyaslamadır. Tekelci sermaye grupları ve AKP döneminde palazlanan türedi zenginler halihazırdaki yayılmacı dış politikayı hararetle destekliyor. Yayılmacılık sermayenin de ruhunda vardır ve şimdilerde devlet ile sermaye, bu bahiste, uyumludur. Yarın AKP-MHP iktidarı düşerse umurlarında olur mu, hayır, tekelci sermaye kendi yayılmacı eğilimleriyle uyumlu çalışacak yani işçiyi ezecek herkesle "demokratik işbirliği" kapsamında iş tutar ve onların aşağılık ve karaktersiz olduklarını söylerken hakaret etmiyor, sadece ne olduklarını dile getirmiş oluyoruz.

Macron'un sızlanması ve endişesi, sömürgelerden akan sermayenin zayıflaması, refah devleti yalanlarının çökmesi ile ilgili. Paylaşılan dünyanın yeniden paylaşılma kavgası 1800'lerin sonunda sömürgeci kapışmaları şiddetlendirmişti ve anlaşmalar pek bir işe yaramadı, zaman bir dünya savaşına doğru daha hızla akmaya başladı. Bugün birdenbire bir hukuku uluslararası örgütler yoluyla resmileştirilmiş eski dünyanın perçinlerinin söküldüğüne işaret. Yeniden paylaşım isteğinin arzu olmaktan çıkıp fiili hareketlere yansıması kaos ve kriz fırtınalarının habercisi. Böyle ortamlar hayal bile edilemeyecek, geçmiştekilerden daha şiddetli faşizmleri beraberinde getirebileceği gibi özgürlükçü siyasal ve hatta toplumsal devrimleri de sahneye çağırabilir.