24 Eylül 2024 Salı

Serhat Raperin yazdı | Yalnızlık ideolojik bir hastalıktır, çözümü kolektivizmdir

Kavganın çetin yollarında yürüyenler, zafere mahkum olanlar, yalnızlık hissinin yanıltıcı, boğucu ve sindirici karakteri ile uzlaşmaz bir savaş verirler. O sebepten yanıltmasın bizi, kimi zaman tek başına yürüdüğümüz sokakların sessizliği. Dağların, kayaların bağrından süzülüp nehirlerde gümbür gümbür buluşurcasına bir iradeyi taşıyoruz.

Sınıf savaşımı yüzyıllardır çeşitli biçim ve düzeylerde, birbirinden oldukça farklı araç ve yöntemlerle devam etmekte. İnsanlık mülkiyetin özel karakteriyle tanıştığından bu yana karşılıklı kuvvetler yaratmış, görünen veya görünmeyen sınırlar açığa çıkarmıştır. Sınıfsal olarak baktığımızda, "yalnızlaşmanın" ilk hali bu tarihsel koşullar içinde açığa çıkmıştır dersek abartmış olmayız. Yalnızlık duygusu ve daha geniş anlamda "yalnızlık hali" kapitalist sistemin, burjuva ideolojisinin tarihsel olarak daha da şiddetlendirdiği ve geliştirdiği bir duygu biçimidir. Sistem, önce insan yaşamının her evresini kara bulutlar gibi kaplayacak bir dizi sorunlar açığa çıkartır. Tarihsel ekonomik temeller üzerinden kurduğu bu sorunlar üst yapının oluşumunda belirleyici olduğu için tek tek her bireyin sosyal yaşamının önemli bir parçasını hatta bütününü oluşturur da diyebiliriz. Bu sorunlar yumağı toplumsaldır. Tek tek her bir sorunun ne olduğundan bağımsız olarak;  sorunların/krizin toplumun her kesiminde ve tek tek insanlarda yaratmak istediği şey nedir? Kapitalizm bundan nasıl beslenir? Hangi aygıtlarla, hangi psikolojik savaş biçimleri ile yürütülür? Yani yalnızlık hissini ve bunun biçimlerini nasıl yaratır?

Sermaye düzeni çelişik varlığını sürdürmek amacıyla temsil ettiği sınıfın ve sürdürdüğü düzenin çıkarlarını koruyup geliştirmek için tüm enerjisiyle savaşır. Ezilenlerin, nihai kurtuluş için ortak paydada buluşup mücadele etme zeminlerini yok etmeye, kitleleri sindirmeye, yalnızlaştırıp izole etmeye çalışır. İşçi havzalarında, sokaklarda, meydanlarda, kampüslerde, hapishanelerde ve yaşamın her alanında kendisine karşı mücadele edecek, tehdit olacak hiçbir kuvvetin açığa çıkmasını istemez. Bu nedenle sorunların toplumsal karakterini yadsıyarak tek tek bireylere indirgemeye çalışır. Örneğin bir kadının yaşadığı erkek şiddeti, sanki tek bir erkekten kaynaklanıyormuş gibi propaganda eder ve o kadının etrafına, üst yapı kurumları aracılıyla, diğer kadınların yaşadığı şiddeti görmesini engelleyecek tül perdesi örer. Yani erkek şiddeti sadece şiddet gören kadınların bireysel sorunu gibi ele alınır. Kadına bu düşünme yöntemi dayatılır. Haliyle şiddet gören kadınların ağırlıklı kesimi kendini diğer kadınların yaşadığı sorunlardan yalıtmaya, sorunu bireyselleştirmeye başlar/öyle yaşar. Dolayısıyla sistem, karşıtlarının ortak zeminlerde yan yana gelmesini engellemek adına yalnızlık hissini "bireycilik" ile besler, kuvvetlendirir. Çünkü sistemi derinden sarsıp yıkacak olan kuvvet, sorunların toplumsal niteliğini kavramış, çözümün eylemli birliğinde bütünleşmiş kitlelerdir. Kişi kendini yaşadığı herhangi bir durum karşısında tekil hisseder. Aslında, bu onun doğasına aykırıdır. İnsan toplumsal bir varlıktır. Tarihin öyle ya da böyle toplam birikimini taşır. Dolayısıyla "tekil" hissetme ya da "yalnız hissetme" hali erkek egemen kapitalist sistemin dayattığı bir öğreti, pasifize etmenin bir biçimidir. Bu düzende işçi ve emekçi birçok insan tekleşerek, kendini koskoca bir toplum içinde "yalnız" hisseden, silahsızlandırılmış bir asker gibi hissettirilir. Bu durum kitlelerin bilinçli bir tercihi değildir. Onlara sunulur, içselleştirmeleri için tüm ortam ve koşullar yaratılır. Dolayısıyla tüm bunlarla mücadele eden kişiler, devrimciler, "ben"den "biz"e geçecek halkayı yakaladıkları vakit ortak paydada eylemli varlığın zeminini de oluşturmuş olurlar. Aksi durumda, yalnızlaşmayı pekiştirip besleyen ve dayatılan bireycilik kişiyi boğar. Toplumu yozlaştırır ve yabancılaştırır. Kapitalist sistem, toplumsal sorunları birbirinden ayırır, parçalar, çözümün öznelerini/kuvvetlerini pasifize eder ve tek tek kişilerde, "bireyci" görüş açısını geliştirmeye çabalar. Kapitalizm insanları bireycileştirirken, hem sorunlar karşısında kolektif çözüm seçeneğini karartıyor, hem de aynı zamanda sistemin ortaya çıkardığı yapısal sorunların yine sistem içi çözüm yolları ile giderilebileceği fikrini pompalıyor. Bugün milyonlarca insanın gelişim, yaşam koçu gibi hayatına yön verecek danışmanlara gitmesi, değişik hobi, kür, program aracılığı ile çözmeye çalışması da bunun göstergesi. Yani burjuvazi, kendi yarattığı sorunlara pazar oluşturup çözmeye çalışırken, sorunların çözümünü de düzen içinde tutuyor.

Dünya nüfusu 8 milyarı geçmiş bulunmakta. Bu nüfusun önemli çoğunluğunu ezilenler oluşturuyor. Yani sayımız milyarlarla ifade edilebilir. İşte tam da burada "yalnızlık", çelişkili bir durum olarak yeniden ortaya çıkıyor. Yaratılan bu "yalnızlık" halini burjuvazinin ideolojik taarruzunun bir ürünü olarak yaşamımızın her parçasında görüyoruz. Farkında olalım ya da olmayalım, sistem bütün imkan ve olanaklarıyla bunu yürütüyor, yol ve yöntemlerini geliştirmek adına her türlü aygıtı kullanıyor. Özellikle mücadelemizin çeşitli cephelerinde yoldaş devrimciler arasında şu ya da bu alanda, şu ya da bu işi yaparken, eksik kadro ile çalışırken, mücadelenin ve yaşamın şu sorununu çözerken, "yalnız" kaldığını sık sık dile getiren, genel ruh halini "yalnızlık" olarak tarif edenlerimizin sayısı hiç de az değildir. Faşizm koşullarında mücadelede, düşmanın gözaltı ve tutuklama saldırıları, emekçi halklarımızın devrimci mücadeleyle kurduğu zayıf bağ; yaşanılan kimi sorunları daha da ağırlaştırsa da asla bir devrimciyi "yalnızlık" bataklığına sürüklememeli. Çünkü tek başına olma halimiz asla yalnızlık değildir. Çünkü devrimci öznede, "yalnızlık" hissi ve hali yaratma, onu her türlü durum karşısında kolektife değil "bireye" sevk etme, bireyciliğinin, tekil düşünmenin zehirli sarmaşıklarını yayma; düşmanın başlıca faaliyetleridir. Sahi yalnız mıyız?

Mesela bulunduğumuz faaliyet alanında yoldaşlarımızın tutuklanması ve o alandaki sayımızın azalması bizi yalnızlaştırır mı? Pek tabii nicel/nitel düzeyde yaşadığımız kayıplar ister istemez sorumluluklarımızın artmasına neden olmaktadır. Ancak "birey"e sıkışıp kalmak, sınıf savaşımının ve bunun halihazırda veya potansiyel kuvvetlerinin çoğulluğunu kavramamak, tekil düşünmek, kolektifimizin mücadele cephelerinde gümbür gümbür vuran yürekleri duymamak tehlikelidir. Bu zayıflık, yalnızlık hissini körükler. Kolektif etkin birey, özne birey, hiçbir koşulda yalnız değildir. Onun çoğulluğu tarihten, tarihi oluşturan sınıflar mücadelesinden kaynaklanır. Onun çoğulluğu, milyonlarca aç insan, sömürülen işçi, ezilen kadın, yok edilmek istenen LGBTİ+'lar, ezilen ve sömürülen uluslar, yani milyonlarca insandır. Bedeninde, benliğinde, yüreğinde tüm bu ortak acıları taşıyanlar, onu mücadele ile buluşturmasını bilenler yalnızlığı mahkum ederler. Tüm bunlardan yalıtık bir devrimci, özne olamaz. Kar taneleri gibi düşüyoruz toprağa, her birimiz kendi özgün şeklini alıyor gökyüzünde, ancak daha yere ilk temasımızda oluşan birlik kocaman yeryüzünü beyaza bürüyor. İşte o zaman bir güce dönüşüyoruz. Zenginiz, zenginliğimiz ortak acılarımız temelinde buluştuğumuz zeminde yaratılan değerlerle ilgilidir. Bu değerlere sırt çevirmek, bu değerlerde çoğalmamaktır yalnızlık. Kavganın çetin yollarında yürüyenler, zafere mahkum olanlar, yalnızlık hissinin yanıltıcı, boğucu ve sindirici karakteri ile uzlaşmaz bir savaş verirler. O sebepten yanıltmasın bizi, kimi zaman tek başına yürüdüğümüz sokakların sessizliği. Dağların, kayaların bağrından süzülüp nehirlerde gümbür gümbür buluşurcasına bir iradeyi taşıyoruz.