Sema Uçar yazdı | Kadın yoksulluğu ve psikolojik etkileri
Semt pazarı dönüş yolunda kışlık fasulyeyi kim daha ucuza almışsa o haftanın sahte tacı onun oluyor. Toplum tarafından olumlanmak psikolojik bakımdan bir amaca dönüşüyor. Kadının kendi istek ve ihtiyaçları ev içinde ya en son görülüyor ya da hiç görülmüyor. Özellikle anne kimliğinin kadınlar üzerinde en büyük koz ve duygusal sömürü aracı olarak kullanıldığı bu sistemde; çocuğuna karşı hissettiği maddi ve manevi yetersizlik duygusu ile baş etmek gerçekten zor ve karmaşık bir durum. Bizi bu çetrefilli cendereden çıkaracak olan, gücümüze inanmak ve bu inançla yürümektir.
Toplumsal olarak yaşanan yoksullaşma krizini emekçiler olarak aylık, haftalık hatta günlük olarak yaşıyoruz. Büyük bir kesimi etkileyen bu yoksullaşma bir taraftan da zengini daha varlıklı yapma denkleminin içinde yer alıyor. Bu denklemdeki eşitsizliğin bozulmaması; sadece maddi üretim-tüketim ilişkilerine değil bu durumun emekçiler üzerindeki algı yönetimine de ihtiyaç duyuyor. Özellikle emekçiler içerisinde de daha eşitsiz konumda olan kadınların, yaşlıların, engellilerin, LGBTİ+'ların yaşadıkları yoksulluk ve yoksunluğu, yüzyılların sömürü biçimlerinin yanı sıra eşitsizliği gizleyen sayısız manipülasyonla da kontrol altında tutmaya çalışıyor.
Her ay fatura, her hafta market ve semt pazarlarındaki temel tüketim ürünlerinin ev ekonomisindeki gider artışının hem maddi hem manevi etkilerini çok güçlü yaşıyoruz. Öyle ki; 'insana yakışır bir yaşam' ile 'hayatta kalma' ifadeleri birbirinin yerine kullanılmaya başlandı. İnsanın sosyal bir varlık olarak temel ihtiyaçlarının artık görünmez kılınmasıyla, hayatta kalmasına yetecek kadar gelirinin olması emekçiler için amaç haline getirildi.
Biz kadınlar açısından tüm bu yaşananlara ek olarak bir de daha anne karnından başlayan eşitsizliğin genç ve yetişkinlik zamanlarımızda görünür olmayan etkilerini bazen farkında bazen de farkında olmadan deneyimliyoruz. Tıpkı toplumsal cinsiyet rollerinin biçimi gibi yoksulluğun görünmeyen ve daha katmanlı yaşanıyor oluşu da kadınların omuzlarında görünmeyen bir yük. Mevcut erkek egemen sistem; gedikler açarak konumlandığı her alan gibi; kadınlar üzerinde, aile içinde konumlanmaları, ailesini var edebildiği sürece kendi varlığını da sürdürebileceğine dair bir inanç ve düşünme biçimini yerleştirmeye ve kadınları buna ikna etmeye çalışıyor. Erkek egemen rejim; kadının kimliği ile var olabileceği tüm alanlarda, mevcut iktidarın moda olan uygulamasıyla bant daraltmasına gidip, kadının hem emeğini hem zihnini kontrol altında tutmaya çalışıyor. Tüm iletişim araçlarıyla sadece evlere değil; sokağa, okullara, işyerlerine farklı gibi görünse de tek amaçla yerleşip kendini yeniden yeniden üretmenin yollarını arıyor. Bu yolları ararlarken başvurduğu yöntemlerin hepsini sadece yoksullaşma ile açıklamak mümkün değil. Yaşanan yoksulluğun gerçek sebebini pek de ufak olmayan dokunuşlarla flulaştırıp, oradan yoksulluğun bile 'makbul' kadınını tayin edip sahte bir tacın parıltısına esir ediyor.
Ev içi tüm tüketim ürünlerinin reklamında kadınların yer alması, en ucuz ürünü seçerken sarf ettiği fiziksel ve zihinsel emeğinin ücretlendirilmesi yerine 'makbul eş' tabiriyle duygusal olarak gönüllü köleliğe dönüştürüyor. Semt pazarı dönüş yolunda kışlık fasulyeyi kim daha ucuza almışsa o haftanın sahte tacı onun oluyor. Toplum tarafından olumlanmak psikolojik bakımdan bir amaca dönüşüyor. Kadının kendi istek ve ihtiyaçları ev içinde ya en son görülüyor ya da hiç görülmüyor. Yoksul bir ailede kadının içtiği sigara, erkeğin içtiği sigaradan daha çok dikkat çekiyor. Erkeğin -sıklığından bağımsız- arkadaşlarıyla vakit geçirme ve sosyalleşme ihtiyacı kadının bu ihtiyacından daha elzem görülüyor. "Yuvayı dişi kuş yapar", "anne yemez yedirir", "evli kadın kocasından daha dindar olmalı" gibi toplumsal etiketler baskı unsuruna dönüşüyor. Kadının kişisel istek ve ihtiyaçları ya hiç fark edilmiyor ya da en son sıraya konuyor. Bu sıralamada söz hakkı da evdeki erkekten sonra geliyor.
"Çok iyi bir anne, eşinden ve çocuklarından başka bir şey düşünmez", "çok fedakar, hayırlı evlat…" Kadınlar, kendi istek ve ihtiyaçları ile toplumsal cinsiyet rollerinin ihtiyaçları çatışmaya girdiğinde bunun sonucu olarak haklı olarak itiraz yükselttiklerinde de psikolojik olarak 'anne, eş, evlat' rollerine olumsuz değerler biçilerek suçlama, soyutlama, yalnızlaştırma ve değersizlik hissiyle karşı karşıya kalıyor.
Özellikle anne kimliğinin kadınlar üzerinde en büyük koz ve duygusal sömürü aracı olarak kullanıldığı bu sistemde; çocuğuna karşı hissettiği maddi ve manevi yetersizlik duygusu ile baş etmek gerçekten zor ve karmaşık bir durum. Sosyalleşebileceği insanların komşu veya akraba ile sınırlı olduğu düşünülünce bu yalnız bırakılma ve yetersizlik hissi psikolojik çöküntüye yol açıyor. Kadınlar sırf bu yüzden çaresizlik hissiyle bir kabullenme durumunu tercih edebiliyor. Ekonomik özgürlüğü olsa bile duygusal olarak nereden ve hangi rolden beslenmesi gerektiğini tayin eden sistem ile gönüllü gibi gösterilen zorunlu bir ilişki kuruyor. Tüm bu dışlama ve yalnızlaştırma işleyişinin yine kadınlar üzerinden yürüyor olmasının tarihi de binlerce yıldır her yerde yüzümüze çarpıyor. Aile içi sömürüye; insanın sosyal olarak temel ihtiyaçlarından biri olan aidiyet duygusunun sos yapılması, aslında kadının zorunda kaldığı her durumun nasıl da gönüllülük temelinde inşa edildiğini göz önüne seriyor. Bazen tüm bu toplumsal sorunların gerçek nedenini geri plana iterek başka nedenlere odaklanıyor, bazen çaresizlik hissi bazen de fıtrat yanılgısıyla durumu kabul edebiliyoruz. Kadınlar olarak yaşadığımız yoksulluğa ek olarak makbul kadın algısıyla yönetildiğimiz için tüm bu duygusal çatışmalarıyla birlikte yoksulluğun sonuçlarını aynı sınıftan erkeklere göre daha ağır bir biçimde yaşıyoruz.
Ataerkil kapitalist sistem, tekçi anlayışı ile kadınlara saldırmayı kendi varlığını koruma ve büyütmenin garantisi olarak gördüğü için her krizin en ağır faturasını kadınlara çıkarıyor. Dışlanma ve yalnız kalma korkusu biz kadınları yönettiği durumlarda duygusal çatışmalarımız, bir farkındalık veya çözüm yolu arayışı yerine telafisi zor duygusal tahribatlara yol açan bir döngüye girebiliyor. Bu çatışmaları sanki tüm kadınlar farklı zaman ve boyutlarda yaşamıyor(muş) gibi, yok(muş) gibi; 'sorun ve problem bende' algısı daha doğrusu yanılgısından çıkışımızın ilk adımı yalnız olmadığımız gerçeğidir. Bu adım; biz kadınları bir araya getirmenin, birlikte mücadele etmemizin, birlikte bir yol açıp o yolda yürümemizin de ilk adımı olacaktır. Sorun bizde değil. Sorun, yıkmadığımız sürece özgür ve eşit bir yaşam kuramayacağımız erkek egemen rejimde. Bizi bu çetrefilli cenderen çıkaracak olan gücümüze inanmak ve bu inançla yürümektir. Başka seçeneğimiz yok. Birlikteysek güçlüyüz, birlikteysek varız, birlikteysek var olacağız.