24 Eylül 2024 Salı

Şahin Tümüklü* yazdı | Suruç 8. yıl

Şimdi Suruç'un 8. yılına gidiyoruz. Acı yerine öfkeyi, yılgınlık, karamsarlık yerine mücadeleyi, kavgayı büyütme zamanıdır. Faşizme ve katliamcı bekasına karşı sokakta, meydanlarda, mezar başlarında, faşizme karşı birleşik, ön açan, yön veren pratiği örgütleme zamandır. Başka yol yok, çünkü faşizme karşı mücadele eylemlidir, hesap sormayı, kavgayı pratikte gösterir, yaratır.

Kobanê inşa kampanyası, Türkiye ve Kürdistan'da çapı, iddiası ve hedefiyle çok özel bir stratejiye ve ona bağlı bir kampanyaydı. Her şeyden önce 21. yüzyıl devrimlerinin kapısını aralayan Rojava devrimiyle buluşmak, onun kurucu çalışmasında özne olmak anlamına geliyordu bu kampanya. Aynı zamanda yarattığı etki ile yeni bir enternasyonal bilinci tetikleyen, devrimci arzuyu birçok ülkede etkileyen ve yaratan Kobanê direnişi ile buluşmak, ölümsüzlerin direniş toprağına değmek anlamına geliyordu. Kobanê kampanyası da bizim bakımımızdan sadece yıkılmış bir kentle dayanışma meselesi değildi. Ortadoğu'da özgürlük ve eşitlik için savaşan, Kobanê'de barbarlığa, sömürgeci gericiliğe karşı direnen Kürt halkı, onun özgürlük güçleri, enternasyonalistler ve komünistlerle buluşmaktı.

Bizim için zafer sembolünü, simgesini ifade eden Kobanê'yle bütünleşmekti. Kobanê sadece Kürt ulusu için değil enternasyonal devrimcilerin, komünistlerin, anarşistlerin, kadın savaşçıların da bir simgesi, sembolüydü. Kobanê'nin yeniden kurulması, cüret ve zaferin, onun sembolünün ölümsüz kılınmasıydı. Tüm bunlarla birleşmek isteyen devrimci, sosyalist gençliğin geleceği kazanma mücadelesi ve iddiasını stratejik bir  felce uğratma hedefiydi.  

Sosyalist gençler, anarşistler, yurtseverler, enternasyonalistler, LGBTİ+'lar, kadınlar, sanatçılar; Karadeniz'den, Trakya'dan, Ege'den, Çukurova'dan, Bakur Kürdistan kentlerinden bu kampanyaya destek verdiler. Bu kampanyanın muradını, hedefini her yerde duyurdular. Kampanya çok özel bir zaman diliminde önemli bir iddia ve etki yarattı. Bunda kampanyanın Kürt halkının eşitlik ve özgürlük mücadelesinde elde edilen düzey etkili olmuştur.

Rojava'da kazanılan devrimci hegemonya, Kobanê direnişinin tüm dünya ezilenlerinde uğrattığı saygınlık ve etki, Kobanê serhıldanının açtırdığı yol, birleşik demokratik mücadelede kazanılan düzey ve 7 Haziran başarısı, gerilla mücadelesinin Türk devleti ile barış masasına oturmasının yarattığı ortam ve zemin, siyasal ve toplumsal etkiyi yarattı. Kampanya tam bu zeminde çok önemli bir halkayı yakalamış ve ciddi bir karşılık yaratmıştır.

Kampanyaya sanat emekçileri sokak müziğiyle, sokak tiyatrosuyla, performanslarıyla; gençlik bildirileri, halayları, stant başı gülüşleri ile; mimar-mühendisler inşaat malzemeleri, oyun park malzemeleriyle katıldılar. Bütün bölgelerden, herkes ne örgütleyebildiyse, heybesinde ne biriktirebildiyse Kobanê'ye gitmek için Suurç'a doğru yola çıktı. İstanbul'da Kadıköy Belediyesinin önünde yapılan açıklama ile yola çıkan ana kafile Türkiye ve Kürdistan kentlerinde bir nehir gibi Suruç'a (Pirsus) aktı; gençler, kadınlar, LGBTİ+'lar. Bizim de içinde olduğumuz kafile yoldan Bursa, Eskişehir, Ankara, Çukurova'yı da alıp Urfa sınırına geldiğinde arama, engelleme çabaları başladı. Bizim kafile daha Suruç'a 10 kilometre kala Aligör'de durdurulup aradı. Suruç'a girişte, Amara Kültür Merkezine girişte herkes arandı. Etrafımızda, kültür merkezinin yol boyu zırhlı polis, özel harekatçılar, jandarmalar ve bil cümle devlet oradaydı. Ayrıca kentin giriş ve çıkışında yüz taramalı ve termal kameralar takılı kontrol noktalarından geçirildik. Bu durum hepimiz için engelleme olacağı yönündeydi, Kobanê'ye gidemeyecektik. Zaten gidişimiz çoktan engellenmek için organize edilmişti. Suruç'a gidenler bilirler, kent tam bir savaşa hazırlanmış kent görünümündedir. Her 50 metre ile 100 metre arasında değişen uzaklıklarda mobeseler ile donatılmıştır. İlçenin tam ortasında büyük betonlarla ve kum torbalarıyla gizlenmiş karakol vardır.

Buna ek olarak hem girişte hem de çıkışında karakoldan daha geniş bir alana sahip arama-kontrol-kalekolları vardır. Bunlara ek olarak gün içinde sayısız kez sokakları tozu dumana katan, insanların üzerine sürmekten çekinmeyen zırhlı devlet araçları vardır. Bu kadar ayrıntıyı, faili belli katliamın taşeronu olan katilin gelişinin, gidişinin, getirenin götürenin bilindiğini göstermek için anlattım. İşte ortaya çıkan son raporla da Suruç ve Urfa istihbarat elemanlarının, polisinin katilin ismini kendi sayfalarında arayıp baktıklarından anlaşılıyor. Bunlar, yanlış olmasın, katilin doğru kişi olup olmadığını kontrol etmek için sisteme girip baktılar. Zaten bütün mahkemelerde, meydanlarda, mezar başlarında biz de bunu söylemedik mi? Zaten Kürdistan'da kime sorsanız katili, işbirlikçisini, taşeronun aynı ve belli olduğunu size söylerdi.

Bazıları "Bu katliam engellenemez miydi" diye soruyorlar. Bu ve benzer mahiyetteki sorular o kadar rahatsız edici ve yaralayıcı ki. Buna düşüncesiz ve hatta düşmanca bir tutum demek bile içimizi hafifletmez. 10 Ekim'de 100'den fazla canımızı Türkiye'nin başkentinde katledenler, 5 Haziran'da Amed'de binlerce insanın katıldığı mitingde katledilenler, TV'lerde canlı yayında herkesin "izlediği" 2 Temmuz'da Sivas'ta katledilenler, Maraş'ta, Çorum'da, 16 Mart'ta Beyazıt'ta, 6-7 Eylül'de İstanbul'da katledilenler nasıl engellenmediyse bunu engellemek de işte öyle zordu. Ayrıca bu faşist rejimin aparatları, kontrgerillası, jitemi ve hatta kendisi onun bağlı olduğu sermaye düzeni ortadan kaldırılmadan engellemek de oldukça zor, hatta çoğu zaman mümkün değil. Sorun faşist rejimle, onun örgütlü yapısı ve pratiğiyle, beka politikasıyla ilgili anlayacağınız.

"Bu katliam engellenemez miydi" sorusunu soranların düşmanca bir tutum içinde olduğunu söylerken bunların patlama sonrasında yaşananları yok saymasıdır. Patlamadan sonra yola kaçan yaralılara gaz bombasıyla saldıran, tomalarla su sıkan bir devlet vardı. Katliamda adeta ölü sayısı artsın diye zırhlı araçlar ambulansların geçişine izin vermediler. Hastanede sedyede, yerde hekimlerin canhıraş çabasına engel olan, hastanede yaralılara saldıran, kalkanlarıyla gelene gidene engel olmaya çalışan polisin, devletin katliamdaki rolünü görmüyor, duymuyorlar.

Örgütlü bir saldırı ile karşı karşıyaydık. Bu örgütlü saldırı ile bir düş, bir kampanya, kampanyanın beslendiği program ve stratejisi hedefleniyordu. Bu saldırının hedefinde temel bir ilke, yani program olan ulusların eşitliği, özgürlüğü ve birliği; bir strateji yani iki ülke birleşik devrim stratejisi, bu stratejiyi uygulayan ve örgütleyen bir gençlik örgütü, bu örgütün eşitliğin ve devrimin köprüsü olma düşünü yayan kampanyaydı, onun örgütü SGDF ve onun dostları, yoldaşları, gençlik örgütleri yok edilmek istenmiştir. Çünkü sömürgeci faşist rejim için mesele büyük, mesele beka meselesiydi.

Devrimci sıçramanın yeni düzeyde devrimci bir iddianın ve bunun düşünün Ortadoğu'dan başlayarak tüm dünyaya yayılması da egemenleri ve onların işbirlikçilerini korkuttu. Kürt ulusunun kendi geleceğinde çok özel bir eşikte olması, uluslararası arenada yarattığı saygınlığı ile Ortadoğu erkek egemen mezhepçi toplumsal ilişkileri içinde Rojava'da kan bedeli yaratılan kadın devriminin, eşbaşkanlık sisteminin, kadın ordulaşmasının, halkçı yönetim modelinin yarattığı umudun ve değişimin korkusuydu. Politik islamcı sömürgeci faşist rejim için bu durum ölümcül bir durumdur, kendisi ve düzenin karşısında başka bir yaşamdı. Sömürgeci faşist erkek egemen rejimin, düzeninin yıkıcısı hemen yanı başında hayat veriyordu, çöldeki vaha gibi parlıyordu. İşte bütün bunlardan dolayı bu katliamın faili, örgütleyicisi, teşvikçisi, katliamın üzerini örtmeye çalışanı, 33'lerin yoldaşlarına, ailelerine saldıranları özdeştir.

Nereden mi biliyoruz?

Her 20 Temmuz yıldönümünde devletin tutumundan biliyoruz. Kadıköy'deki anmalarda, Ankara'da ya da başkaca kentlerdeki anmalarda gençlere, yaralılara, Suruç ailelerine gazla, copla saldırıp gözaltına almasından, işkence yapmasından biliyoruz.

Suruç'ta Amara Kültür Merkezinin önündeki anmaya devletin 33 şehidin fotoğrafını almak istememesinden, bu fotoğraflarla anmak yapmak isteyenlere saldırmasından biliyoruz. Osman Çiçek ve Kasım Deprem'in Pirsus'taki mezarlarında yapılmak istenen anmalarda aile ve yoldaşlarının mezarlarına dahi sokulmamasından biliyoruz. Her yıl yıl dönümlerine katılanlara anma ve eylemlere katıldığı için açılan davalardan, verilen hapislerden biliyoruz. Suruç için adaleti herkes için isteyen ve ölen çocuğunun mezar başında konuşan Besra anaya verilen hapis cezası veren mahkemesinden, onaylayan Yargıtay'tan biliyoruz.

8 yıldır Urfa'nın Hilvan ilçesinde, ilçenin de çok uzak bir yerinde bir ağacın, dinlenme yerinin ve hatta tuvaletin bile olmadığı hapishane kampüsünde sürdürülmekte olan yargılama ısrarından biliyoruz.

8 yıldır süren yargılama sürecinde ailelerin, yaralıların, avukatların taleplerine rağmen hiçbir devlet görevlisi, katilin ilişki ağı, dönemin kaymakamı, polisi, istihbaratçısı ne dinlenebildi ne de yargılamaya dahil edildi. Buradan biliyoruz. İşte daha birkaç ün önce ortaya çıkan katilin kente gelişi sırasında onun kimliğini bilgisayarlarındaki istihbarat sisteminden taratan MİT'i, bir saat önce emniyetin arananlar listesindeki katilin "doğru kişi" olup olmadığını kontrol eden ve bu katliamın hazırlayıcısı devletten biliyoruz.

"1 Haziran-1 Kasım döneminde yaşananları biliyorum" demesine rağmen devletin foyaları dökülecek kaygısıyla Davutoğlu ve sorumluların dahi mahkemeye tanık-sanık olarak getirmeyen yargılamalardan biliyoruz.

Mahkeme heyetleri, yaralılar, aileler ve 33'lerin örgütlü olduğu kurumların müdahilliklerini dahi sadece aileler ile sınırlandırıp diğerlerini yok saydı. Hatta istekleri, heyetten talepleri kabul edilmeyen aileler, yaralılar, saldırıda üye ve yöneticilerini kaybeden kurumlar suçlu ilan edildiler. Mahkeme salonlarına itirazlara rağmen coplarıyla, jandarmaları doldurup bunlarla ailelere, yaralılara saldırttılar. İtiraz edip bu yargılamanın siyasi olduğunu, mahkemenin faşist iktidarın ve devletin foyasının ortaya dökülmemesi için bekçilik-memuriyet görevi dışında bir rolü olmadığını söyleyenlere davalar açıldı, tüm bunlardan biliyoruz.

Hatta mahkeme heyetleri öyle üç maymunu oynamış ve rolüne odaklanmıştı ki bütün Türkiye ve Kürdistan'da adalet arayan ailelerin, örgütlerin, insanların başına geldiği gibi devlet zırhından bir damla ışık bile sızmasına engel olmak, herhangi bir devlet görevlisinin işe karşımasını önlemek için kendi faşist kurallarına bile uymadılar, her şeyi ve sık sık kendilerini de reddettiler. Biliyoruz ki bu tür yargılamalar, mahkemeler Roboskî'den Sivas'a, Berkin Elvan'dan Gazi'ye, Hrant Dink'den 10 Ekim'e gerçek failler ve onların devleti, beka meselesine göre davrandı, kimseyi -devletlü olarak- adalete yem etmedi, adaleti de -hiçbir devletluya- kimseye yük etmedi buradan biliyoruz.

Ancak bildiğimiz başka şeyler de var.

8 yıldır Suruç için adalet mücadelesinin bugüne kadar gelmesinde inatla, kararlılık ve cüretle sokakta, okulda, kampüste, hapishanelerde, adliye koridorlarında adalet mücadelesi verenlerin mücadelesi, kavgası var. Her yıldönümünde yaz sıcağında kentin meydanlarında, sokaklarında, gözaltı araçlarında 33'lerin isimlerini bir bayrak gibi taşıyan, onların isimlerini kaldırımlara, bulutlara, mücadeleye işleyen gençlik örgütleri var. 33'leri unutturmamak için her ayın 20'sinde Kadıköy Halitağa'da 8 yıldır oturma eylemi yapan, yasakları, engelleri tanımayan adalet mücadelesi var. Suruç için adalet mücadelesini herkes için adalet mücadelesine çevirmek için Türkiye ve Kürdistan'daki adalet mücadeleleri ile birleştirme çabasında olan, bunun mücadelesini veren Suruç aileleri, yaralıları, anarşistler, kadınlar, yurtseverler, LGBTİ+'lar, birleşik örgütler, mücadele kesimleri var.

Bu coğrafyada, ülkede adalet mücadelesi vermek demek faşizme karşı eşitlik ve özgürlük mücadelesi demektir. Çünkü katliamların faili belli muhatabı bulunamayanların ortaya çıkardığı adresler hep aynı yeri gösterir; faşist rejimi ve devletini. O nedenle de adalet mücadelesi devletin bekasının duvarına gelir dayanır, adaletin sağlanması işte bu duvarın yıkılması demektir. Bunun mücadelesini her yerde, her mücadele sahasında sürdüren özgürlük ve sosyalizm mücadelesi veren militanları, neferleri var, onların örgütleri var.

Şimdi Suruç'un 8. yılına gidiyoruz. Acı yerine öfkeyi, yılgınlık, karamsarlık yerine mücadeleyi, kavgayı büyütme zamanıdır. Faşizme ve katliamcı bekasına karşı sokakta, meydanlarda, mezar başlarında, faşizme karşı birleşik, ön açan, yön veren pratiği örgütleme zamandır. Başka yol yok, çünkü faşizme karşı mücadele eylemlidir, hesap sormayı, kavgayı pratikte gösterir, yaratır. Gençlik örgütlerinin birleşik ve güçlü birlikteliğinin daha önceki zamanlarda olduğu gibi pratik sürükleyiciliği ile sosyalistler, demokratlar, faşizme karşı mücadele edenler, HDP başta olmak üzere birleşik demokratik örgütlerin öne çıkma zamanıdır.

33'lerin düşünü, umudunu emekçilere, ezilenlere götürme zamanıdır bu zaman, şimdinin görevi bu görevi büyütme zamanıdır.

Suruç için adalet herkes için adalet!

*Şahin Tümüklü, Suruç tanığı ve ESP Eş Genel Başkanı