23 Kasım 2024 Cumartesi

Diktatörlüğün akıl tutulması tavan yaptı

HDP Samsun milletvekili adayı Cemil Aksu, ?Bana öyle geliyor ki, iktidarın B, C planı yok. Bu psikolojik bir savaş. Bence bir A planı bile yok. Plan yapacak kadar güçleri olsa, neden seçim yoluna gitsinler ki? diyor, bütün diktatörlüklerin karakteri olan akıl tutulmasının AKP'de tavan yaptığını söylüyor. Aksu'ya göre, ayrıca seçimden sonra oluşacak tabloda yürürlüğe sokulacak ?acı reçeteler?e karşı emekçi, yoksul halkın çıkarlarının korunması, krizin faturasının krizi yaratanlara ödetilmesinin sağlanması için HDP?ye çok büyük görevler düşüyor.
Karadeniz'de yıllardır ekoloji mücadelesi yürüten, aynı zamanda ETHA'nın yazarlarından Cemil Aksu, 24 Haziran seçimlerinde HDP'nin Samsun milletvekili adayı. Aksu, HDP'nin mağdurdan, ezilenden, doğadan yana bir demokrasi anlayışını savunduğunu belirtiyor. 
 
Aksu, Anadolu Üniversitesi Kamu Yönetimi bölümünden mezun olduktan sonra İstanbul Bilgi Üniversitesi Felsefe bölümünde yüksek lisans yaptı. Siyaset ve ekoloji, ekoloji tarihi üzerine değişik dergi ve kitaplarda makaleleri yayınlandı. Etkin Haber'in de yazarlarından. Türkiye'de HES karşıtı mücadeleyi inceleyen Sudan Sebepler adlı kitapta ortak editörlük yaptı. Ayrıca Ramazan Korkut ile birlikte hazırladıkları 2005-2017 yıllarını kapsayan Ekoloji Almanağı geçtiğimiz yıl yayınlandı. Aksu, geçtiğimiz aylarda “sosyal medya paylaşımları” gerekçe gösterilerek tutuklandı ve bir süre cezaevinde kaldı.
 
24 Haziran baskın seçimlerinde HDP'den Samsun milletvekili adayı olan Cemil Aksu, ETHA'nın sorularını yanıtladı.
 
Neden HDP'den aday oldunuz? HDP'yi diğer partilerden ayıran temel özellik nedir?
 
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri çözemediği belli başlı demokrasi sorunları var. Kürt sorunu (Ulusun sadece Türk etnik kimlikle tanımlanması), Alevilik ya da daha genel olarak laiklik sorunu (devletin Sünni bir İslam yorumunu resmi din olarak benimsemesi) ve tabi işçi ve emekçilerin haklarının yok sayılması, siyasal özgürlüklerinin olmaması gibi. Bugün açısından “eşitler arasında birinci” olan sorun Kürt sorunudur. Doların yükselmesinden facebook sayfasında “hırsız” ya da “barış” diyenin tutuklanmasına kadar birçok sorun Kürt sorununun demokratik, barışçıl çözümüne iktidarların yanaşmamasıyla alakalı. Demokrasinin basit bir tanımı var; yurttaşların hem bireysel hem de bütün yurttaşları ilgilendiren her konuda propaganda ve örgütlenme özgürlüğünün ve koşullarının olmasıdır. Şimdiye kadar Türkiye demokrasisiz bir cumhuriyet olarak varolageldi ama artık varoluş sınırlarına dayanmış durumda. Bu yüzden AKP ya da Erdoğan liderliğinde oluşan ittifak askeri darbe rejimlerinden bile daha fazla, daha yaygın olarak şiddete, teröre başvuruyor. Türkiye’nin çözülmesini silah zoruyla durdurmaya çalışıyorlar. 
 
Demokratik yol işlerine gelmiyor, çünkü demokrasi siyasal özgürlükleri getirecek. Grev hakkını, emekçilerin, yurttaşların örgütlenme hakkını getirecek vb. Bu da onların yolsuzluklarının, savaş suçlarının, Soma gibi iş cinayetlerinin, nükleer santral ya da 3. Köprü ve Havaalanı gibi doğa katliamlarının, Berkin Elvan’ın katledilmesinin, Sur’un, Cizre’nin yakılıp yıkılmasının da hesabının sorulmasının önünü açacak. Sadece AKP’nin değil diğer sağcı milliyetçi partilerin demokrasiden korkmalarının sebebi de bunlar. HDP, tam tersine tüm bu örneklerde belirtilen sorunlarda mağdurdan, ezilenden, doğadan yana bir demokrasi anlayışını savunuyor, zaten demokrasi için mücadele edenlerin agorası olarak kendini inşa etmeye gayret ediyor. 
 
Karadeniz AKP nin en fazla oy aldığı bölgelerden biri fakat AKP iktidarı tarafından doğası tahrip edilen bir bölge. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? 
 
Karadeniz en çok Karadenizli siyasetçilerden zarar gördü. Karadeniz’deki en büyük ekolojik yıkımı yaratan “Karadeniz Sahil Yolu Projesi”nin mimarı da Mesut Yılmaz’ın başında olduğu ANAP iktidarı idi. Bu yol inşası yüzünden vadiler taş ocağına döndü, bütün sahil şeridi kaya ile dolduruldu. Ciddi jeolojik ve ekolojik zararlar oluşturdu. AKP’nin inşaat prensleri olan, devlet ihalelerinin neredeyse hepsini cukka eden Cengiz Holding, Limak, Kolin gibi şirketler de neredeyse 20 yıl süren bu yol inşaatı sırasında holdingleştiler. 
 
Çamlıhemşin’e büyük bir baraj yapma fikri de yine Mesut Yılmaz’ındır. AKP ise 2005’ten sonra bütün derelerin üzerine on-onbeş “nehir tipi HES” yapılmasının önünü açan enerji piyasasının özelleştirilmesi yasalarıyla ikinci büyük ekolojik yıkıma imza attı. 
 
Fakat AKP’nin düzenlediği bu yıkım politikasının bir farklılığı var; öncekilerde bu ve benzeri yatırım ya da kalkınma projeleri devlet eliyle yapılırdı. AKP ise bir yandaş taşeron sistemi ile herkesi doğayı paraya çeviren birer “girişimci” haline getiren bir politika hayata geçirdi. Kredi, hibe destekleri, İŞKUR eliyle bu girişimcilik teşvik edildi. Bu teşvik araçları siyasi araç olarak kullandı AKP ve bu sayede üye desteği yarattı kendine. 
 
İnşaat sektörü ve bu sektörün ihtiyaçlarına göre şekillenen turizm (özellikle de Arap turistlerin) sektörü üzerinden yeni bir girişimci tipi ve sınıfı yarattı AKP, Karadeniz’de. Ama bununla beraber işsizlik, üretim sektörünün gelişmesi, çay ve fındıkta yaşanan sorunların çözümü için kalıcı yatırımlar, düzenlemeler yapmadı. Çayda hala şirketlerin hiçbir yasaya tabi olmayan keyfi uygulamaları devam ediyor. Özel şirketler Çaykur’dan daha fazla yaş çay almaya ve kuru çay üretmeye başladılar geçen yıldan beri. Dünyanın neredeyse bütünün Karadeniz’de üretildiği fındıkta tek belirleyici, piyasa bir tane şirketin elinde. 
 
Bütün bunlara rağmen, Karadeniz’de iktidar partilerinin en çok oy alması, ilk bakışta çelişki gibi gözükebilir. Ekolojik yıkım var, çayda fındıkta birçok sorun var ama AKP birinci parti yine de! 
 
Bu durumu açıklayan birkaç şey var bence. Karadenizlilerin yaşadığı ekonomik, toplumsal sorunlara ekonomi dışı araçlarla geçici çözümler uyguluyor iktidar. Örneğin fındıkta fiyat düşüklüğü olduğunda hemen devlet taban fiyatta alım yaparak üreticiyi rahatlatabiliyor. İşsizlik sorununa İŞKUR aracılığıyla 8 aylık çalıştırarak bir “çözüm” buluyor. Yaşlı, engelli, hasta bakım parası gibi “sosyal destek” araçlarıyla geçim sıkıntısını “çözüyor”. Ayrıca tabi, her yerde olduğu gibi kredi borçlandırması gibi yöntemler de var. 
 
Aslında sağ-milliyetçi partilerin nezdinde Karadeniz ayrıcalıklı bir bölge. Eskiden beri böyle ve bunu ellerinden kaybetmemek için her şeyi yapıyorlar. Bölgedeki sağ-milliyetçi partilerin temel motivasyonu, ta “Müdafa-i Hukuk Cemiyeti”nden beri aynı. Bölge siyasetini yönlendiren elitler, Ermenilerin, Rumların mal varlıklarına el koyarak zenginleşen ya da hızla kimlik değiştirerek egemen sınıf kodlarıyla kendini özdeşleştiren kesimler. Dolayısıyla mütehakkim konumlarını korumak için Karadeniz’i her türlü dini gericiliğin, mafyatik milliyetçiliğin “milli parkı” olarak ellerinde tutmak istiyorlar. Karadeniz’de bir “sivil toplum” yok. Bir tane dernek yok ki, devletten bağımsız olsun. Bir tüketici derneği bile yok! Bu açıdan da istisnai bir dönem elbette 12 Eylül öncesi. Onun öcü ağır bir şekilde alındı, askeri darbe ile. 
 
Karadeniz'deki ekoloji örgütleri ve platformlarının, halkın desteğini alabiliyor musunuz?
 
Ekoloji mücadelesi veren yurttaşların çekirdek bir kısmı zaten sol sosyalist kişiler. Onlar zaten ne yapacağını biliyor. 
 
Şirketlerin çevreye zarar veren projelerine karşı çıkış, birçok yerde “siyaset dışı/üstü” bir iş sayılıyor. Sinop’ta, Bartın’da bir HDP’li ile bir MHP’li termik ya da nükleer santral projesine karşı aynı platform çatısı altında bir araya gelip, beraber eylem yapabiliyor. Bu yaptıklarını “siyaset üstü” bir iş olarak sayıyorlar. Ama bu lokal sorunun dışına çıkıldığı anda kılıçlar çekiliyor. Herkes eski sınırlarına geri çekiliyor. Siyasette ise parametreler değişiyor, az önce özetle değindiğimiz etkenler devreye giriyor tabi.
 
Çevre hareketlerinde genel bir sıkıntılı durum bu: Yereldeki sorunu şirket-halk çelişkisi olarak görüp, siyasi bağlantılarının görmezden gelinmesi. Bu devletle ya da hükümetle çatışmadan kaçınma stratejisi belki.
 
Bununla birlikte, bu çevre hareketlerinin yurttaşlarda ciddi bir demokrasi bilinci yarattığını belirtmek gerek. Toplantı ve eylem örgütlenme, medyada kendilerini görünür kılma, Meclis’te kulis yapma, başka yerel/ulusal platformlarla bağ kurma gibi birçok demokratik pratikler söz konusu. Bütün bu süreçler, katılan yurttaşlarda belli bir demokrasi bilinci, sorgulama ve hak koruma bilinci yaratıyor. Demokrasi bilinci geliştikçe de elbette düzen partilerinin etkisi o kadar geriliyor.
 
AKP istediği oyu alamazsa B ve C planları olduğunu söylüyor. Saray'ın 7 Haziran'da olduğu gibi seçim sonuçlarını tanımama tutumuna karşı bugünden nasıl bir hazırlık olmalı sizce?
 
Bana öyle geliyor ki, iktidarın B, C planı yok. Bu psikolojik bir savaş. Bence bir A planı bile yok. Plan yapacak kadar güçleri olsa, neden seçim yoluna gitsinler ki! Yargı, güvenlik, yasama, medya bütün güçler ellerinde. Bütün diktatörlüklerin karakteri olan akıl tutulması bunlarda da tavan yapmış durumda. Diktatörün etrafında halkın gerçeklerini dile getirebilecek kadar cesur kimse kalmaz, sadece “padişahım çok yaşa” diyen dalkavuklar kalır. Aslında zaten, AKP’nin başarısının en önemli nedenin, muhalefetin başarısız olması, olduğunu unutmamak lazım. Demokrasi ve ekonomi, uluslararası ilişkiler vb. temel alanlarda muhalefet partilerinin başarısızlığı AKP’yi sürekli iktidarda tuttu. Nitekim muhalefetin son birkaç seçimde yaptığı ataklar AKP’yi geriletti. Şimdi de muhalefet ciddi hatalar yapmazsa ya da yeni bir askeri darbe yapılmazsa 24 Haziran’da AKP’nin iktidar gücünün kırılacağı söylenebilir.
 
Seçimler neyi değiştirecek?
 
Seçimde iki taraf açısından da kesin bir sonuç çıkmayacağını sanıyorum. Yani iktidar ile muhalefet arasındaki oy farkının yüzde 2-5 arasında olduğu bir sonuç kesin bir zafer/yenilgi anlamına gelmeyecektir. Fakat elbette AKP’nin çoğunluğu kaybetmesi, muhalefetin büyük bir moral gücü elde etmesi aynı zamanda da karşı cephede birbirini satış borsasının hareketlenmesi demek olacak. 
 
HDP açısından seçim sonrası mücadele –ister Meclis’te güçlü bir grupla ister Meclis dışında- bence çok sert geçecek. Çünkü herkesin konuştuğu gibi ekonomi iflas etmek üzere. Dış borç miktarı idare edilemez durumda. Bütün kredi kuruluşları Türkiye’yi riskli ilan etti, birçok şirket takipte. AKP’nin giderayak, İngiltere ile “acı ilaç” anlaşması yaptığı basına yansıdı. Emekçiler borç batağında. 
 
Bütün bunlar, öyle ya da böyle emekçiler, yoksullar için ciddi bir yıkım demek. Sol, sosyalistler, komşumuz Yunanistan’daki Syriza’nın başına gelenleri unutmamalı. Çipras bile AB troykasıyla uzlaşmak zorunda kaldı. Dolayısıyla seçimden sonra oluşacak tabloda bu ve diğer konularda yürürlüğe sokulacak “acı reçeteler”e karşı emekçi, yoksul halkın çıkarlarının korunması, krizin faturasının emekçilere değil, krizi yaratanlara ödetilmesinin sağlanması için HDP’ye çok büyük görevler düşüyor.