23 Eylül 2024 Pazartesi

Tavşan uykusunda Erdal - Mizgîna Cemîl

Düştükleri topraktan filizlenecek, yeşerecek ve binlerce tohumla beraber iyilik ve güzellik saçacaklar. Ya bir zeytin ağacı olacaklar, ya da ince bir papatya. Bunu kestiremiyorum, lakin ikisi de güzeldir. Ve onlar, tavşan uykusundadır. Ölüm ile yaşam arasındaki ince çizgide durmuş, ölümsüzlüğü keşfetmişlerdir yani. Onlar, ufkun ötesindeki güzelliklerin sahibi güzel insanlardır... Şimdi dört duvar arasında isimleri küfür olan düşmanlara karşı savaşan, isimleri Erdal, Ruhat ve Sedat olan ölümsüzlerimize adıyoruz kendimizi. İnancımız zaferedir!
Mart'ın ilk günlerindeyiz. Önümüzde papatya bahçeli günler uzanır, umuda açılır her kapı. Her yanımız yanıp tutuşmaya öylesine istekli ki... Öyle ki jiletli teller arasına konmuş bir kumru heyecanlandırır bizi. Her kanat çırpışında soluk alamaz oluruz, buz gibi suyun altına girercesine.
 
Mart'ta ölümlere açıldı kapımız. En kızıllarında 3 yıldız... Doğru sözler seçmek adına, insanüstü çaba sarf etmek gerekiyor. Yüreğine ve bilincine, sevgiyi, inanacı, bağlılığı ve umudu daha çok katmak gerekiyor. Anlatmak gerekiyor, galaksimizde ki her bir yıldızı. Anlatmak; daha doğmamış çocuklara, daha yeşermemiş papatya tohumuna. Düşenlere, geride kalanlara ve de her şeye rağmen yürüme onurunda olanlara anlatmak... "Fethedeceğimiz yeni ufuk bu!!" diyebilmek için anlatmak gerekiyor...
 
Erdal, Ruhat ve Sedat...Akşam ajans haberlerini dinliyorduk radyodan. Nerdeyse o gün; kendisinden kopan parçaların mı farkındaydı yoksa? Hava hiç olmadığı kadar aydınlıktı o gece. Öyle ya; galaksimize üç yıldız daha eklenmişti. Hem de en kızıllarından, hem de en iyilerinden... Ajans haberlerinde geçti isimler birer birer. Önce "Erdal" dedi, rüzgarın uğultusu dindi o an. Sonra "Ruhat", gökte yıldızların parladığını gördüm. "Sedat" deyince, bir serçe havalandı avludan. Bir dinginlik sardı havayı, bir sessizlik... Usulca kalktım ayağa; benimleydi gökte yıldızlar, serçeler dalında, benimleydi direnen dostlarım. Biliyorum, duyunca hepsi göğe çevirdi başını, and içtiler ileriye. Hep ileriye! Sol yumruğumu kaldırdım göğe doğru, o an duvarlar yıkıldı önümde. Yine de; yumruğumu kaldırmak ilk kez bu kadar ağır gelmişti bana ve marş söylemek ilk bu kadar yakmıştı boğazımı. Bir damla yaş; gözlerimin kıyısından atlamak için zamanın özlem dolu nehrinde, iznini aldı benden. "Bu su hiç durmaz!" dedim, bu su hiç durmayacak!...
 
Belki iradeleri gibi çelik bir mermiydi son türkülerinde onları bulan. Belki yürekleri ağırlığınca bir toptu son bakışlarında aralarına düşen, bilemiyorum... Fakat yemin edebilecek kadar eminim; nefesleri kesilmedi, kalp atışları durmadı! Burada fırtınalar sustu, fakat onların nefesleri kesilmedi. Duvarlar yıkılırken önümde; benim kalbim onlarındı, onların nefesi benim... Aynı ateşin altında, devrime yürümenin güzelliğidir bu. Öyle ki; ayrılıklara ve vedalara rağmen yürek ortaklığını sürdürebiliyoruz. Gözleri son kez bakarken zeytinler arasından dünyaya; o an düşlerin, hayal dünyalarının çatlaklarından süzülüp gerçeğe dönüştüğünü gördüler. Biliyorum bahtiyardılar. Ve "Bahtiyarlar ölmez.!"
 
Yine pencere kenarındayım. Gardiyanlar avlu kapısını açmadı daha; dışarda sis var diye. "Sisler ve düşler" arasındayım. Sanki dünün yası bu, havanın yakasına iliştirdiği. Bulutlanmış bir gözü anımsatıyor, gürledi gürleyecek. Yani yüreğindeki çarpıntıyı eyleme döküyor. Ölümleri zindanda karşılamak daha çok sarsıyormuş demek... Sarsıyor ve kendine getiriyor. Öyle ki;  fazla uyuduğun yirmi dakika için kızıyorsun kendine. Olmak istediğim yerlerde olma hasreti ve hıncı birikiyor içimde. Böylesi anlarda doğan öfkemi inanca, inancı umuda, umudu da gerçeğe dönüştürmenin yolunun hiç eksilmeden yürümekten geçtiğini anımsıyorum bir kitabın sayfaları arasında...
 
Diğer iki ışık yalımını tanımasam da; "Erdal" deyince bir gülümseme doluyor yanaklarıma, yıldızları fethetmeye içiyorum and şarabını!
 
Erdal... Tavşan demiştim ona; geceden kalma karanlıklı sabahın dördünde uyandırmaya çalışırken yoldaşlarını. "Tavşan gibi; ne uyuduğun belli, ne uyumadığın" demiştim şaka yollu. Yani şimdi de, ölümsüz olup olmadığına karar veremiyorum. Ölmediğini biliyorum, fakat bir daha tokalaşamayacak, dahası sarılamayacak olmanın gerçeği bıçak gibi kesiyor düşünceleri... Çok bilinmeyenli bir denklem bu; sonucu ise her zaman "daha fazlasını" yapmak gereğine varıyor, evet en kesin sonuç bu!
 
Erdal... büroya gelmem için ısrarlı arayışları düşüyor aklıma. Çocukluğumu hatırlıyorum. O kadar uzak bir geçmişe dayanmazsa da yine de gerilerde kalmış çocukluğumu. Düşüncelerim cıva kadar hareketli ve isyankardır. Bir yandan sen eğitiyordun beni bir yandan Cemil Yıldız. Şimdi ise Zindanda oturmuş pencere kenarında sizleri anlatmaya akıtıyorum mürekkebimi. Bu haliyle; "Bıraktığın her şeyde adın yazılı/ kitaplarda, sokaklarda, evlerde/ belki hiç ummadığımız yerlerde bile/ Senden kalanlar büyüyor./ Şimdi tek tek ölen biz bile olsak, / Şimdi biz doğuyoruz arkadaşım/ Şimdi onlar yokluğa gömülüyor/dışarıda kuş sesi var..." diyesim geliyor, "onlardan kalan" biri olarak büyürken...
 
Mart'tır. Önümüzde papatya bahçeleri uzanacak biliyorum. En çok onlardı hakeden yaşamayı bu Mart ayında diyorum ya, öldüklerini kim söyledi?
 
Düştükleri topraktan filizlenecek, yeşerecek ve binlerce tohumla beraber iyilik ve güzellik saçacaklar. Ya bir zeytin ağacı olacaklar, ya da ince bir papatya. Bunu kestiremiyorum, lakin ikisi de güzeldir. Ve onlar, tavşan uykusundadır. Ölüm ile yaşam arasındaki ince çizgide durmuş, ölümsüzlüğü keşfetmişlerdir yani. Onlar, ufkun ötesindeki güzelliklerin sahibi güzel insanlardır...Şimdi dört duvar arasında isimleri küfür olan düşmanlara karşı savaşan, isimleri Erdal, Ruhat ve Sedat olan ölümsüzlerimize adıyoruz kendimizi. İnancımız zaferedir! Çağın direnişinde ölümsüzleşenlerimize bağlılıkla...