23 Kasım 2024 Cumartesi

Senem Nur Pektaş yazdı | Çocuk istismarı, pogrom ve yeni faşist hareketler

Yükselen ırkçı-faşist dalganın derdinin kadınlar ve çocuklar olmadığı çok açık. Peki kadın kitleleri bu zihin bulandırmaya karşı nasıl bir pozisyonda duruyor? Geniş kadın kitleleri, özellikle genç kadınlar bu ırkçı histeriyi sahipleniyor. Yeni faşist hareketler yıllar yılı kadınların erkek şiddetine karşı ilmek ilmek yaptığı aydınlatma ve kamuoyu yaratma çalışmasının meyvelerini böylece kendisinin güçlü esen rüzgarı ile toplamaya çalışıyor.

1 Temmuz'da Kayseri'de başlayıp ardından Türkiye ve Kürdistan'ın farklı kentlerine sıçrayan bir pogrom girişimine tanıklık ettik. Bu pogromun görünürde ateşleyiciliğini bir çocuğa dönük cinsel istismar yaptı. Suriyeli bir kız çocuğunun başka bir mülteci erkek tarafından istismarının ardından kentteki tüm Suriyeliler başta olmak üzere mültecileri hedef alan; dükkanların yakılmasından evlerin taşlanmasına gelişen bir pogrom örgütlendi. Bir çocuğun istismarı ırkçı, faşist bir dalganın kendine yatak bulmasında bahane olarak kullanıldı, geniş halk kitlelerindeki çocuk istismarına karşı tepki hali yeni faşist hareketler eliyle ırkçı bir saldırı tertiplenmesinde kullanıldı.

Kayseri pogromu örneği, kadın ve çocukların güvenliği üzerinden faşist söylemin yükseltilmesinin en şiddetlilerinden olsa da ilki değil. Dünya çapında yükselen göçmen ve mülteci karşıtlığının karakterize ettiği yeni faşist dalga, kadınların ve kız çocuklarının erkek şiddeti pençesinde yaşamasının nedeni olarak mültecileri işaret ediyor. Bu işaret ediş yalnızca bir ırkçı histeri olarak görülmemeli. Devletin kontrgerilla güçleri tarafından örgütlenen bu hareketlere Zafer Partisi gibi yeni faşist parti ve hareketler bayraktarlık yapıyor. Bu yeni faşist hareketlerin "kadınları koruma" olarak sunduğu mülteci düşmanlığı sayesinde erkek şiddetine öfkeli geniş kadın kitlelerinin hareketinin ibresi erkek egemen iktidara değil, mültecilere dönüyor. Bu kadın kitlelerinde yaygın yıkıcı bilinci bulanıklaştırıyor, ezen-ezilen denklemini ise erkek egemenliği lehine bulanıklaştırıyor.

Peki erkek egemenliği, kadınlar ve kız çocukları üzerinden neden böyle bilinçli bir politika üretmeye girişiyor? Bu sorunun yanıtı, erkek şiddeti ve ona karşı gelişen mücadelenin tahlilinde yatıyor. Türkiye ve Kürdistan'da son 20 yılda çocuk istismarı 4,5 kat artış gösterdi. Öyle ki TÜİK, 2019 yılından beri çocuk istismarı verilerini kamuoyu ile paylaşmıyor. Çocuk istismarı toplumsal çürümenin en yaygın biçimi olarak kendini dışa vuruyor, hemen hemen her gün bir çocuk istismarı haberi alıyoruz. Çocukların çok büyük bir kısmı kendi ailelerindeki erkekler tarafından (babası, amcası, erkek kardeşi vd.) istismar ediliyor. Bu nedenle de aslında bu verilere yansıyanlar oldukça yetersiz, çoğu istismar haberi evlerin duvarlarını aşamıyor.

AKP iktidarı politik islamcı aile kurgusu dahilinde aile politikalarını iktidarının ilk yıllarından beridir işletiyor. Şef tipi olarak adlandırdığımız ailenin köşe taşlarından biri ailenin mahremiyeti ve ailede kırılan kolların yen içinde kalması. Kadın özgürlük mücadelesinin kadına ve çocuğa dönük erkek şiddetinin aile evinin yankı odalarından çıkması için on yıllardır verdiği "özel olan politiktir" şiarlı mücadele böylece ters yüz edilerek, erkeğe biat kültürü içinde sesini aile evinde tutan kadın ve kız çocukları yaratılmaya çalışılıyor. Bu "mahremiyet", toplumsal çürümeyle yükselen erkek şiddeti ile buluştuğunda her gün birden çok çocuğun istismarı gerçeği ile karşılaşıyoruz.

AKP, toplumsal yeniden üretimin kadınlar tarafından ücretsiz karşılanmasını güvencelemek ve bu ekonomik zor yoluyla evlere kapanmış, sinmiş kadınlar yaratmak isteğinde, bu da şef tipi "su sızdırmaz" aileyi beraberinde getiriyor. Aynı zamanda yoksulluğu da toplumsallaşmadan aile içinde eritmek istediği için bu inşaya özel olarak eğiliyor. Çocuk istismarlarının önünü kısmen kapatacak tipte koruyucu aile politikalarının işletilmesi bu nedenle rejimin ekonomik ve siyasal çıkarlarına ters düşüyor. Rejim bu yönlü reformları kaldıramıyor; aile politikası uyarınca çocuk istismarına karşı çocuk haklarını güvenceleyen Lanzarote Sözleşmesi'ni uygulamıyor. 6284'ü fiilen uygulamıyor, İstanbul Sözleşmesi'ni feshediyor. Çocuk istismarı davalarının sadece yarısını mahkumiyetle sonuçlandırıyor, çocuk istismarı davalarını çocuklar ve ailelerini yıpratmak ve vazgeçirmek adına yıllarca sürüncemede bırakıyor. Bu ortaya koyuşun tamamı çocuk istismarına karşı mücadeleyi, başta kadın özgürlük mücadelesi olmak üzere demokratik kitle hareketinin rejime karşı saflaştığı bir gündem haline getiriyor. Cezasızlığa karşı mücadele demokratik kitle hareketinde yaygın bir biçim haline geliyor.

İşte rejim bu noktada erkek şiddetinin kaynağı ve besleyicisi olma konumundan kendini sıyırmak, geniş kadın kitlelerinin yıkım odağı olmaktan çıkmak istiyor. Yeni faşist aparatları sayesinde kadınlara yeni bir "düşman" sunuluyor, güvenlik ve yoksulluk temelli dertlerinin adresi olarak mültecileri gösteriyor. Buradan doğru yükselen ırkçı-faşist dalganın derdinin kadınlar ve çocuklar olmadığı çok açık. Erkek egemenliği eliyle tertiplenen aparatlar ve onların çağrıları kadınlar ve kız çocuklarının yararına olamaz. Bu tespitimiz bizzat pogrom anında mahalleye gelen Kayseri İl Emniyet Müdürü tarafından anlık olarak doğrulanıyor, "Sizin sıkıntınızı anladık ama dağılabilirsiniz. Merak etmeyin çocuk Türk değil" cümlesi ile Suriyeli bir kız çocuğunun saldırıya gelen grubun gündeminde bile olmadığını gösteriyor. Bu aynı zamanda kaba ve som bir ırkçılığı ifade ediyor.

Erkek egemen faşist rejimin çocuk istismarına karşı mücadele ve kız çocuklarının korunması gibi bir derdi yok. Türkiye, uluslararası uyuşturucu ve kara para aklama merkezi olduğu gibi aynı zamanda bir çocuk istismarı endüstrisinin de merkezi. On binlerce göçmen ve mülteci kız çocuğunun kayıt dışı yaşadığı ve uluslararası çocuk ticaretinde Türkiye eliyle istismar dolaşımına sokulduğu pek çok kez basında işlenmiş bir gerçeklik.

Peki kadın kitleleri bu zihin bulandırmaya karşı nasıl bir pozisyonda duruyor? Burada parçalı bir tablodan söz etmek mümkün. Fakat kadın özgürlük mücadelesinin etki ve hegemonya alanına girmemiş geniş kadın kitlelerinin bu ırkçı propagandadan etkilendiğini ve pogroma alkış tuttuğunu söylemezsek kendimizi kandırmış oluruz. Özellikle genç kadınlar bu ırkçı histeriyi sahipleniyorlar.

Bunda kadın özgürlük mücadelesinin etkisinin daralması ve hareketin erkek şiddetine karşı kazanımlı yol yürümede tıkanmasının altının çizilmesi gerekli. Erkek şiddetinin kaynağı ve sorumlusu olarak erkek egemenliğinin kurumlarını işaret etmekte yetersiz kalan, işaret etse de bunlara karşı mücadelede yeni mevziler kazanan değil, sürekli olarak elindekini koruyan bir yerde duran kadın özgürlük mücadelesi, kadın kitlelerini yeni faşist hareketlerin etki sahasına dolaysızca itiyor. Yeni faşist hareketler yıllar yılı kadınların erkek şiddetine karşı ilmek ilmek yaptığı aydınlatma ve kamuoyu yaratma çalışmasının meyvelerini böylece kendisinin güçlü esen rüzgarı ile toplamaya çalışıyor. Tüm bu tablo, hem "kadınlara değil mülteci erkeklere sahip çıkan" bir kadın özgürlük mücadelesi görüntüsü yanılsaması yaratmaya hem de kadın kitlelerinde biriken öfkenin toplaşma ve atılıma geçme adresi olarak kadın hareketi ile buluşmasının da önünü alıyor. Faşist rejim, "güvenlik" söylemi ile kitle hareketinin düşman bilinci ve hedefi en keskin, sokaktaki en dinamik kuvvetlerden biri olan kadın özgürlük mücadelesini de kendi kitle tabanından ayırmaya ve zayıflatmaya çalışıyor. Erkek şiddetini kendine karşı yıkıcı bir argüman olmaktan çıkarıp faydasına kullanıyor.

Elbetteki bunun karşısında kadın özgürlük mücadelesinin nasıl konumlanacağı, yeni faşist hareketlerin özellikle de genç kadınlar üzerindeki etkisinin nasıl kırılacağı esaslı bir soru olarak önümüzde duruyor. Genel geçer sloganvari söylemler ve dayanışma çağrıları kitlelerde bir etki yaratmıyor, bizleri politika yapışta daha derinlikli bir dil ve tarza çağırıyor. Bunu da bir sonraki yazımızda ele alacağız.