16 Eylül 2024 Pazartesi

Senem Nur Pektaş yazdı | Bir yoksulluk temeli: Mülk yoksunluğu

Güncel tabloya bakmak gerekirse, kadınlar dünyada toplam mülkün ve toprağın yüzde 20'sinden daha azına sahip. Bu oran çoğu ülkede yüzde 10 ve daha azına iniyor. Bu sahipliğin ezici çoğunluğunu da burjuva kadınlar oluşturuyor. Proleter kadının mülkü konusunda rakamlara vurulacak bir oran dahi söz konusu değil. Üstelik bu oranlar gün geçtikçe daha da düşüyor.

Yoksulluğu cinsiyetlendiren, kadın cinsini gün geçtikçe daha da yoksullaştıran faktörlerin temelinde kadınların mülksüzlüğü yatıyor. Özel mülkiyetin erkek egemen karakterli ortaya çıkışından bugüne kadınların sistematik olarak mülksüzleşmesi ile kadın yoksulluğu arasında keskin bir bağ var.

Kadın cinsinin mülkiyet ile ilişkisini anlayabilmek için öncelikle özel mülkiyetin açığa çıkışına ve aileye bakmak gerekir. Dokumacılık, hayvancılık ve tarımsal üretimin başlamasıyla toplumsal iş bölüşümü kadın cinsinin aleyhine değişti. Erkeğe yiyeceğin sağlanması düşüyordu, bunun tüm araçları ise erkekteydi, çalışma aletlerinin de sahibiydi. Sürülerin, zanaatın tüm ürünlerinin, lüks maddeler ve de kölelerin mülkiyeti aile başkanında yani erkekteydi ama servetin aynı toplam içinde kalması soy zinciri anadan yani kadından hesap ediliyordu. Servetin artışı ile erkek daha önemli bir konum kazandı ve miras hukuku eğilimi değişti. Mirasçının erkeğin soyuna bağlı olduğu eğilimi nedeniyle böylece soyun erkekten belirlendiği, erkeğin mülkün sahibi ve aktarım hakkına sahip olduğu ataerkil topluma nesiller içerisinde geçildi. Özel mülkiyetli olmak demek ise güç, hakimiyet, söz hakkı ve her şeyden önce yaşam güvencesi demektir. İşte kadın cinsi tarihsel yenilgisi içinde öncelikli olarak yaşam güvencesini kaybetmiştir. Bu tarihsel anlatının güncel örneklerini her gün yaşıyoruz, görüyoruz.

Soyun erkekten aktarımına geçiş ile ataerkil ev toplulukları doğmuş, burada kadının ev içi köleliği başlamıştır. Başta "familia" yani aile sözcüğünün yalnızca köleleri tariflemek için kullandığını da not düşmek gerekli. Bu bakımdan kadınların söz hakkından, yaşam tarzı özgürlüğünden, bedenine dönük her tür karardan mahrum bırakılışı ve aile içine hapsedilişinin kökeni buradan geliyor. Bu noktada kadın cinsi erkeğe tabi kılınıyor.

Tarih öncesi dönemin iş bölüşümünden bugüne elbette kadınların mülkle ilişkisi de değişime uğradı. Ele aldığımız ilkel komünal toplumdan köleci topluma ardından feodal ve mevcut olarak içinde yaşadığımız kapitalist topluma kadar sınıfların yeniden belirlenimi ekseninde kadın ve mülk ilişkisi değişti. Kapitalist toplumda kadının iş gücü ordusuna katılımı istendiği için kadınlar köleci evlerden sınırlılıkları olsa da çıkarıldı. Özel mülkiyeti kutsayan burjuva sözde eşitlikçi anlayışla kadına mülk sahibi olma hakkı tanındı. Kadın özgürlük mücadelesinin bu yönlü yönelttiği taleplerin de basıncıyla kanunlarda değişikliğe gidildi. Kadınlar da mülk sahibi olma hakkını elde edebildi. Bu hak tanımanın ise kadınların mülk sahibi olması ile sonuçlanmadığı ortada. Özel mülkiyetli olma hakkı yalnızca burjuvazinin bölüklerine verildiği, proletarya mülksüzleştirildiği için proleter kadın da kanunlar ne kadar değişse de kapitalizmin sömürü gerçekliği içinde mülkten yoksun kalmaya devam etti. Mülk yoksunluğunun temelini bu noktada kanunlar ekseninde değil kapitalizmde aramak gerekiyor. Kapitalizm, erkek egemenliğiyle sıkı bir ittifak içindedir. Bu yüzden pek çok ülkede bu hakkın birkaç kanun nezdinde dahi olsa kadından söküp alındığını, halen verilmediğini de görmek gerekli.

Güncel tabloya bakmak gerekirse, kadınlar dünyada toplam mülkün ve toprağın yüzde 20'sinden daha azına sahip. Bu oran çoğu ülkede yüzde 10 ve daha azına iniyor. Bu sahipliğin ezici çoğunluğunu da burjuva kadınlar oluşturuyor. Proleter kadının mülkü konusunda rakamlara vurulacak bir oran dahi söz konusu değil. Üstelik bu oranlar gün geçtikçe daha da düşüyor. Bunun devam eden bir halka olmasının nedenlerinden biri soyun erkekten aktarımıdır. Kadınlar sıklıkla miras dışı yani mülkü aktarımı dışında bırakılıyor. Çünkü "aileden gidecek" olan kız çocuklarına bırakılan mirasın evlendiği erkeğin ailesine ve soyuna geçeceği, kadının soyadının da değişimi ile mülk üzerinde mevcut ailenin hiçbir hükmü kalmayacağı fikri bunda çok etkili. Bu nedenle Türkiye ve Kürdistan coğrafyasında miras bölüşümü söz konusu olduğunda, çoğunlukla erkek çocuklara kalıcı mülk, kız çocuklara ise tükenebilir maddi kaynaklar düşer. Hatta çoğu zaman hiçbir şey düşmez. Erkek çocuklara dükkan ya da evlerin tapusu verilirken, kız çocuğunun payına düşen tapu olarak değil para olarak verilir. Bu pay ise bir mülk almaya yetmeyecek kadar azdır. Kadınlar mülkten gelecek düzenli gelirden, onun alım satım hakkından ya da işletilmesinin getireceği toplumsal konumun avantajlarından mahrum bırakılır. Böylece kuşaklar arasında erkek çocukları yaşam güvencesine sahip olurken, kız çocukları evleneceği erkeğin ailesine "havale edilir". Burada ise kadının mülk edinmesi neredeyse imkansızdır. Evlilik sürecinde edinilen mülk de kadının değil erkeğin üzerine yapılır. Hem babadan kalan hem de evlilik sürecinde edinilen mülk, kadının mülkü idare edemeyeceği, kız çocuğuna miras düşmediği tipindeki dini ve kültürel kalıntılar nedeniyle de kadına bırakılmaz.

Bir başka neden ise kadınların mülk edinebilecek maddi kaynağa sahip olabilecek bir üretim sürecinde yer alamamalarıdır. Tarımsal üretimden örnek vermek gerekirse, kadınlar tüketim için besin üretiminin çok büyük bir bölümünü üstlenir. Bunlar daha çok karşılıksız olarak tüketilir ya da daha gündelik ürünler olduğu için değeri düşüktür. Direkt olarak gelir getiren, ticarette geçerliliği olan tipte ihracat mahsulünü ise erkek ekip biçer. Bu ürünlerin üretim sürecine kadın katılıyor olsa da parası kadına değil erkeğe verilir. Bu örnekte de görülebileceği üzere kadınların elinde mülke dönüşecek bir birikim oluşmuyor. Böylece kadınların mülksüzlük zinciri kırılamıyor ve kadınlar arasında mirasa dönüşmemesinin nedeni de burada yatıyor.

Peki kadınların mülkten yoksunluğu yoksulluğu nasıl doğuruyor? Yoksunluk kadınları nasıl etkiliyor? Başta vurguladığımız gibi kapitalist toplumda özel mülkiyet söz ve güç anlamına gelmekte. Öncelikli olarak kadınlar mülksüzleştirilerek bunlardan mahrum bırakılıyor, erkeğe köle olma pozisyonu mülksüzleştikçe daha da güçleniyor. Mülkten yoksunluk kadınları geleceklerine dair belirsizliğe sürüklerken, en önemlisi ve yoksulluğun temel sebebi olarak da güvencesiz, gündelik emek gücüne dayalı yaşam sürmek zorunda bırakıyor. Gündelik yaşam sürmek, gün atlatmak bir kadın cinsi özelliği olarak kendini böylece var ediyor. Geleceğe dair belirsizlik hali kadınları sermaye düzenine daha bağımlı kılıyor, iş gücünde hareket edemez hale getiriyor, daha fazlasını talep edemez ve patronla karşı karşıya gelemez hale de getiriyor. Kadının iş gücüne katılmadığı durumlarda ise kadınlar özellikle de kırsalda erkeğin ölümü ya da yokluğunda daha da yoksullaşıyor. Erkeğin mülk sahibi ve kadının tabi olduğu bir düzende erkeğin yokluğu ile kadınlar yoksulluğun can alıcı bir noktasına geçiyor. Bu durumda sadece erkeğin değil erkeğin ailesindeki erkeklerin de kölesi konumuna getiriliyor, kendi yaşamından bütünüyle koparılarak erkeğin ailesinin himayesi altında yaşamaya çalışıyor.

Mülkle var olan bu erkek egemen ilişkinin daha gündelik ölçeklerde kadınların yoksulluk tablosunu nasıl etkilediğini her gün yaşayarak deneyimliyoruz. Kadın cinsinin hafızasında yer edinen bazı pratikler de buradan açığa çıkıyor. Erkeklerin kadınları eve hapsetmek, kendine köle kılmak, uyguladığı şiddetten çıkışı olmadığını göstermek için en sık kullandığı argüman, "Yattığın kalktığın bu ev, bu çatı bile benim" değil mi? Mülk ile ilişkisi sayesinde erkek kadını yaşamına sahip çıkamaz hale getirmekte, geleceğini sadece kendisine bağlamakta ve kadını da ev içinde yoksulluğa mahkum etmektedir. Ailelerde yaşlı kadınların evlenen genç kadınlara, "kulağına küpe olsun" diyerek öğütlediklerinin temeli de buradan geliyor. "Düğünde takılan altınlarını kocana verme, annenin evinde dursun götürme, kenara mutlaka kendine para ayır, habersiz de olsa kenarda kendi malın olsun" önerileri, erkek egemen mülkle kadınların kuşaklar arası sınavından geliyor. Kadınların kendilerine ait bir evi, arabası, dükkanı olduğunda mutlaka onu kız çocuğuna miras bırakmak için seferberliğe girişmesi de yine bu mülksüzlük kaderini en azından bireysel pratiklerle kırma çabasından geliyor.

Kadınların yoksulluğunu tartışırken özel mülkiyetli rejimi ele almak özel bir önem taşıyor. Bu ele alış bizlere kadın cinsinin yoksulluğunun kapitalist özel mülkiyet düzeninin ortadan kaldırılıp toplumsal mülkiyet düzenine geçilmeden gerçekleşemeyeceğini ilan ediyor. Bu bakımdan kadın yoksulluğuna karşı mücadelede bu kaynağı hedeflemeyen her akım ve ideoloji de boşa düşmeye, kısa erimli olmaya mahkum kalıyor.