23 Eylül 2024 Pazartesi

'Mevcut anayasayı savunmak ezilenler lehine özgürlük sonucu doğurmayacaktır'

ESP Eş Genel Başkanı Gümüştaş ve İHD İstanbul Şube Başkanı Yoleri, Can Atalay hakkında karar veren AYM üyeleri hakkında Yargıtay'ın suç duyurusunda bulunmasını Özgür Tartışma programında değerlendirdi.

Özgür TV'de yayımlanan Özgür Tartışma programında Anayasa Mahkemesi'nin Can Atalay ile ilgili hak ihlali kararının ardından Yargıtay'ın AYM üyeleriyle ilgili yaptığı suç duyurusu ve takip eden gelişmeler ele alındı.

Program yapımcısı Ali Orak'ın sorularını yanıtlayan Ezilenlerin Sosyalist Partisi (ESP) Eş Genel Başkanı avukat Özlem Gümüştaş, yargı krizi olarak tanımlanan sürecin siyasi kriz, devlet krizi olduğunu vurguladı. Erdoğan'ın şeflik rejiminin yasal zeminini oluşturmak için anayasa tartışması başlattığını söyledi. Gümüştaş; emekçi sol güçlerin bir kısmının CHP'nin arkasına dizilmesini eleştirerek, bugünkü anayasa tartışmalarının işçi sınıfı, emekçiler ve halkların çıkarına olmadığına dikkat çekti.

İnsan Hakları Derneği (İHD) İstanbul Şubesi Başkanı avukat Gülseren Yoleri de, on sene öncesine ilişkin bir karşılaştırma yapıldığını hatırlattı. Toplumsal muhalefetin en önemli sorununun kitlesinden kopması olduğunun altını çizen Yoleri, daha önce bir çağır üzerine on binlerce kişi sokaklara dökülürken şimdi insanların evinden çıkmadığını söyledi. Yoleri, mücadeleyi elitlerin sürdürdüğünü bunu da başaramadığını ekledi.

Gümüştaş ve Yoleri'nin Özgür Tartışma programında Ali Orak'ın yönelttiği soruları verdiği yanıtlar şöyle:

'YARGI HER DÖNEM SİYASETİN BASKISI ALTINDA KARAR VERİYOR'

Yargıtay ile AYM arasındaki krizin arka planında neler var?
Gülseren Yoleri: Yargının siyasallaşması, siyasetin vesayeti altında olması yeni bir şey değil. Bu ülkenin tarihi boyunca karşımıza pek çok örnek çıkar. İstiklal Mahkemeleri yargılamalarından tutun da, Devlet Güvenlik Mahkemeleri bugün de Özel Yetkili Mahkemelere kadar bir yargı pratiği var. Bu yargı pratiğinin siyasetin baskısı altında karar verdiğini biliyoruz. Son dönemde özellikle Anayasa Mahkemesi (AYM) ile Yargıtay'ın yada Yargıtay ile yerel mahkemelerin yada AİHM ile ulusal yargı makamlarının kararları arasındaki çelişkiler üzerinden bu konu yeniden tartışılmaya başlandı.

Ancak zaman zaman Yargıtay başkanlarının yada AYM başkanlarının yargı yılı açılışlarında yargının bağımsız olmadığına dair yaptığı tespitlerin ardından, yargı organlarının yeniden yapılandırılmaya çalışıldığını, yasa değişiklikleriyle siyasete bağımlı hale getirilmeye çalışıldığını gördük. Can Atalay, Osman Kavala, Selahattin Demirtaş, Cumartesi Anneleri ile ilgili kararlara karşı alınan tutum, yargının hiç bağımsız davranamayacağı ortamın yaratılmaya çalışıldığını gösteriyor.

Bu baskı sadece "şu kararı ver" şeklindeki dayatmalarla değil, istedikleri kararı vermeyenlerin yerlerinin değiştirilmesi yada görevden alınmasıyla sürdü. 15 Temmuz sonrası çıkarılan KHK'lerle ihraç prosedürü uygulandı. Yargıtay ve AYM'de zaman zaman hukuka uygun karar verme davranışlarının da gaz almak yada bazı çatlakları büyütmek için verildiği tartışmaları var. Bu tartışmaların da önemi var.

Bu tartışmayı geriye giderek yapmalıyız. 2010 yılındaki Anayasa referandumu ile darbe anayasasının değiştirilmesi gündemdeydi. Hükümet temsilcileri, "Bu darbe anayasasıdır biz bu anayasayı takmıyoruz" dediler. Biz o zaman toplum olarak çok mutlu olduk. Çünkü biz de darbe anayasasına karşıyız. Ama bu iktidarın niyetinin bu olmadığını geç anladık. Biz o süreçte toplumun dinamik güçleri olarak yeterince uyanık davranamadık. "Bu darbe anayasasını takmam diyenler" kaymakamları, muhtarları, hukuk kararlarını icra etmesi gereken idari makamları toplayarak, "Siz mevzuatla kendinizi bağlı hissetmeyin, doğru bildiğinizi yapın" dediler. Hukuku yok sayın demekti bu. İktidar bunu söyleyerek hukuk dışılığını ilan etmiş oldu. Hukukun tamamen yok sayıldığı, hukukun dışında uygulamaların hukukmuş gibi sunulduğu bir süreç örüldü. İnsan haklarının hiçe sayıldı. Cezaevleri, sokaklar, emek alanı, siyaset alanında hukuk dışılığın nasıl yerleştirildiğini, sonrasında bu hukuk dışılığa uygun yeni bir hukukun örgütlenmeye çalışıldığını, yani otoriter yeni rejimin hukuki altyapısının oluşturulduğunu gördük.

En çarpıcı örneklerden bir tanesi; MİT'in icraatlarıdır. Derneğimize çok yansıyan, kaçırılmalar, gayri resmi yerlerde tutulmalar, işkence yapılması arttı. Biz bunları gözaltında kaybetme girişiminin ön adımı olarak değerlendiriyoruz. MİT yasasında öyle değişiklik yaptılar ki; savcılık bu olayları soruşturamıyor. Yaşam hakkından, işkence yasağına kadar temel noktalarda insan haklarını boşa düşüren, hukukun koruyuculuğunu ortadan kaldıran bir tabloyu yasal altyapı oluşturarak hayata geçirdiler.

'YAŞANAN YARGI DEĞİL DEVLET KRİZİDİR'

Yeni anayasa tartışmaları yürütülüyor. Ezilenler, sosyalistler, emekçiler bu anayasa sürecine nasıl dahil olacak?
Özlem Gümüştaş: Yargıtay ve AYM arasında yaşanan yargı krizi olarak tarif edilen krizi yeni anayasa tartışmalarında da somutlaştığı üzere bir siyasi kriz, devlet krizi olarak yorumlamak gerekiyor. Yargıtay ile AYM arasında değişik dönemlerde çekişmeler hep olageldi. AYM'nin siyasi iktidarın icracısı gibi verdiği kararların yanı sıra bir takım hak ve özgürlükler temelinde verdiği kararlar da oldu. Buna Yargıtay, yerel mahkemeler direndi. İktidar, "Saygı duymuyoruz, gerekirse kapatırız" reaksiyonu gösterdi. Bu eski bir çatışma. İki devlet kurumu arasında birinin diğeri hakkında suç duyurusunda bulunduğu bir hamle gerçekleşti. Bu krizin boyutları hakkında ciddi bir veri sunuyor. Bu yargı tarihinde ilk kez oldu.

Bu krizi belirleyen, hemen arkasından Erdoğan'ın süreci yeni anayasa tartışmalarına bağlamasında da görüldüğü üzre mevcut Türkiye yönetim yapısını oluşturan faşist şeflik rejiminin, şefçi yönetim sistemine mevcut anayasanın bol geliyor olması. Fiilen yaratılmış yönetim biçiminin henüz anayasal biçimde kurumsallaşması tamamlanmadığı için anayasaya ihtiyaç duyuyor. Krizi belirleyen esas temel mesele burası.

Dolayısıyla CHP darbe tarifi yaparak anayasadan AYM'den yana tutum alırken, iktidar iç hukukta da bağlayıcılığı, kararları fazla gelen bu yapıyı tümden değiştirecek anayasa tartışması başlatmış oluyor. Fiilen adım işleyen süreç yaşandı. Bunun yargı yapısında da ciddi değişiklikleri oldu. 2015 yılında başlatılan çöktürme stratejisiyle birlikte memlekette bir dizi temel hak ve özgürlüklerin ortadan kaldırıldığı, baskı, zorun gündelik olağan yönetme biçimi haline getirildiği, her türlü temel hak ve özgürlüğü sağlayan kurumların devre dışı bırakıldığı fiili durum oluştu. Bu durum belli bir andan itibaren OHAL, KHK uygulamalarıyla bir sisteme dönüştü. OHAL, KHK sürecinde KHK'larla hem anayasayı, hem yasaları, hem taraf olduğumuz iç hukukta bağlayıcı uluslararası sözleşmelerin amir hükümlerini aşan uygulamalar pratik olarak yaşamımıza cumhurbaşkanı kararnameleriyle girmiş oldu. OHAL uygulamasıyla da bütün bu süreçlerin hukuki ve idari denetimleri bizzat siyasi iktidar tarafından durdurulmuş oldu. Bu süreçlerin kararları, uygulaması olan, hukuka da ayrı olan bütün uygulamalar TCK'ye, CMK'ya, infaz kanununa, Türkiye adalet sistemine yerleştirilmeye başlandı.

'SAFLAŞMA DEVAM EDİYOR'
Bu sürecin uygulamaları var. Bu sürecin siyasi iktidarın elindeki şefçi yönetimin tipinin ona sağladığı yönetme biçimi var. Ama henüz bu sürecin mevcut tanımlanmış anayasası yok. Şu anda mevcut iktidar, eldeki anayasayla, onun bazı hükümleriyle çatışmasını sürdürüyor. Ve nihayet Yargıtay, AYM etrafında oluşan krizi de bunun bir konusuna, fırsatına, saflaşmanın imkanına dönüştürerek yeni bir Anayasa tartışmasını başlatmış oluyor. Bu Anayasa tartışmasını tersinden besleyen açıklamalar oldu. CHP bir darbe olarak değerlendirdi Yargıtay'ın eylemini. Ama tersten iktidarın yeni Anayasa tartışmalarına zemin açan siyasi tutum oluşturmuş oldular. Bu kriz içerisinde hem saflaşma hem de ezilenlerin bu meseledeki siyasi beklentileri yeni bir Anayasanın yapımı yada mevcut anayasanın korunması düzlemine getirilmiş, indirgenmiş oldu. Saflaşma bu zeminde devam ediyor.

AKP-MHP faşist iktidarının yeni anayasa tartışmasından ezilenler, onların politik özgürlüğü lehine olumlu sonuçlar beklemek mümkün değil. Esas yapılmak istenen 2015'ten bu yana 7-8 yıllık mücadele dönemi boyunca yapılagelen, fiilen uygulanan baskı, zor yöntemi anayasal çerçeveye kavuşturulacaktır. Bugüne kadar tırpanlanarak gelen hak ve özgürlük durumu tümden işçi sınıfı, ezilenler ve halklarımızın aleyhine döndürülecektir. Mevcut kazanımların anayasal çerçeveden çıkarılması, uluslararası sözleşmelerle, denetimle beslenen uygulamaları ortadan kaldıracaktır.

'BU ANAYASA DA KÜRT HALKIMIZIN KOLEKTİF HAKLARI YOKTUR'
Mevcut anayasayı savunarak da yol alma imkanı söz konusu değil. Halihazırdaki anayasa 90'ıncı maddesiyle AYM'ye, AİHM içtihatları, AİHS doğrultusunda bir takım hak ve özgürlüklere göre hareket etmesini buyuruyor ve bunu üstün hukuk olarak görüyor. Bunlar AKP'nin ilk dönemlerinde siyasi bir takım yargılamalar, değişim siyasetiyle anayasaya içerdiği maddeler oldu. Böyle bir takım maddeler var. Ama esasen özü darbe anayasasıdır. Temel hak ve özgürlüklerin sınırlı tanımlama, tarifleri olsa da yapısı içerisinde bu temel hak ve özgürlerin kullanımını sınırlayacak her türlü ama, fakatlı düzenleme bu anayasada mevcuttur. Bu anayasa içerisinde Kürt halkımızın kolektif hakları yoktur. Farklı kimliklerin, ulusların, inançların kolektif hakları yoktur. Tekçi bir anayasadır. Gençlerin, kadınların hakları yoktur, işçi sınıfının grev hakkı yoktur, toplanma-gösteri düşünce ve ifade özgürlüğü birer madde olarak tanımlanmış olsa da bunları kısıtlayan devletin birliği, bütünlüğü gibi maddelerle çokça düzenleme vardı. Dolayısıyla bir yeni anayasa tartışmasından ezilenler lehine bir sonuç çıkmayacağı gibi, şu anki kriz düzleminde mevcut Anayasayı savunmak, bu Anayasaya darbeye kalkışılıyorcasına saflaşma zemininde durmak ezilenler lehine özgürlük sonucu doğurmayacaktır.

'ÇETELEŞMİŞ HUKUK DIŞILIK BİZİ BURAYA GETİRİYOR'

Anayasa değişikliği öngörünüz beklentileriniz nedir?
Gülseren Yoleri: Bu Anayasada iktidarın denetlenmesini sağlayan, hareket alanını daraltan bazı düzenlemeler mevcut. Bunlardan bir tanesi Özlem'in altını çizdiği 90'ıncı madde. Yeni anayasa tartışmaları süreci, haklarımız, özgürlüklerimiz, uluslararası sözleşmeler yada uluslararası yargı kararlarının tamamen işlevsiz kalacağı anayasanın oluşturulmaya çalışıldığını görüyoruz. Peki bu bir Anayasa olur mu? Anayasa bir toplum sözleşmesi ise buna Anayasa denilebilir mi? İktidar tekçiliğini, şefçi anlayışının başına anayasa yazıldığında bu bir anayasa olur mu gerçekten? Türkiye'de modern devlet anlayışının rafa kaldırıldığını söyleyebiliriz. Kurumları işlemeyen, kurumları olmayan bir devlet olabilir mi? Yargı ile olan çekişmesinde de bu saikler yatıyor. Bu soruyu en çok devletçiler, iktidar sormalı. Siz devleti ortadan kaldırıyorsunuz, ondan sonra da bir devlet yönettiğinizi iddia ediyorsunuz. Bu halka, topluma ciddi bir baskı, bütün yaşam imkanlarının, soluk alma imkanlarını ortadan kaldırıyor, aynı zamanda devleti devlet olmaktan çıkartan bir süreçten bahsediyoruz. Burada güç, çıkar ilişkileri üzerinden yürüyen, çeteleşmiş, tamamen hukuk dışılık bizi buraya getiriyor.

Darbe anayasasına ilişkin birçok eleştirimiz var, bu anayasayla uluslararası hukuk ve güçlerin Türkiye üzerinde etkili olabileceği bazı mekanizmalar var. Bu mekanizmalar kullanılabiliyor mu buna bakmak lazım. Burada bu uluslararası güçler bunun için ne yapıyor diye bakmak lazım. Biz Türkiye'yi konuşuyoruz ama aslında dünyayı ve dünya düzenini konuşmaya ihtiyacımız var. Türkiye ve Türkiye gibi ülkelerde bu hukuk dışılık bu kadar rahatlıkla yaşam buluyorsa, dünyada buna benzer hareketlerin yaşandığı, yaşanma tehlikesinin güçlü olduğunu söyleyebiliriz.

'FARKLI DÜZEYDE TARTIŞMALARA İHTİYAÇ VAR'
Peki biz neler yapıyoruz, neyi yanlış yapıyoruz, neyi doğru yapıyoruz sorularını tartışmak için 5 çalıştay yaptık, fakat elle tutulur bir sonuç çıkmadı. Dünyada ve Türkiye'de muhalif hareketlerin zayıfladığını, yönetimlerin otoriterleştiğini biliyoruz. Toplumsal muhalefeti bu kadar etkisizleştiren şey ne, bu etkisizleşme halinde bizim payımız nedir bunların farklı düzeyde tartışılmasına ihtiyaç var.

'STRATEJİLER OLUŞTURARAK MÜCADELE YÜRÜTMELİYİZ'
Yine de bu hukuk dışılık karşısında geri adım atmamaya çalışmak önemli noktalardan bir tanesi. Cumartesi Anneleri'nin eylemlerinde haklılığa olan inançla inat ve ısrarın ne kadar etkili olduğunu gördük. Sonuç alıp alamayacağımızdan bağımsız bu devletin, hak ve özgürlüklere yönelik yasakçı tutumundaki kararlılığı, ulusal ve uluslararası mekanizmaların koruyucu herhangi bir işlevinin kalmadığı koşullarda geri adım atmadan inatla mücadele etmenin, kendi bulunduğumuz noktalara, haklarımızı korumanın önemli olduğunu düşünüyoruz. Bütün mücadele alanlarında bunu hayata geçirmeye çalışıyoruz. Bu devlet işkence yapıyor, bunu nasıl yasaklayacağız demek yerine buna karşı mücadele etmek gerekiyor. Hak ve özgürlüklerimizi geliştiremesek de onları sonuna kadar koruma, gasp edilmesine izin vermeme noktasında inatçı bir tutum bizi geliştirebilir. Programlı, planlı bir mücadeleye, sadece ulusal değil uluslararası boyutta birleşik mücadeleye ihtiyacımız var. İsrail'in Filistin savaşına karşı bütün dünya halklarıyla bir cephe oluşturamazsak başarılı olamıyoruz. Mültecilik meselesini tartışıyoruz, bunu doğuran nedenlerden bağımsız tartışamayacağımızın altını hep çiziyoruz ama bunu doğuran nedenleri ortadan kaldırmak için uluslararası güçlü bir mücadele ihtiyacı var. Dünyayı yönetenlerin 5-10-15 yıllık planları var. Kenan Evren "12 Eylül'ün ne demek olduğunu 30 yıl sonra anlayacaksınız" demişti. Yani 30 yıl sonrasını hedeflemişler. Mücadelenin örgütlenmesinde de biz böyle uzun vadeli planlar, stratejiler oluşturarak mücadele yürütmeliyiz.

'ANAYASAL HAKKIMIZI TUTSAKLARIMIZ İÇİN ORTAYA KOYMALIYIZ'

Türkiye'deki emekçilerin, onların partilerinin, HEDEP'in nasıl bir yol izlemesi gerekiyor?
Özlem Gümüştaş: Toplumsal mücadele güçlerinin ilk elden yapması gereken, halkın seçilmiş milletvekili Can Atalay lehine yüksek yargı kararına rağmen tutsak, bu durumu değiştirmek için kararlı, birleşik bir adalet mücadelesi yapılmalı. 4 Kasım 2016 darbesinden bu yana siyasi kırım saldırısından bu yana tutsak edilen haklarından lehe birçok karara rağmen esaret biçiminde sürdürülen HDP seçilmeleri için adalet mücadelesi yürütmek, Sincan kampüsünde yargılaması sürmekte olan Kobanê kumpas davası etrafından geniş bir adalet ve özgürlük mücadelesi için buluşabilmek en temel yapılması gereken. Anayasal bir hak görüyorsak, tutunabilecek imkan görüyorsak, tutsaklarımız, seçilmişlerimizin özgürlüğü için ortaya koymalıyız. Birinci bu.

'CHP İÇİ BOŞ BİR SOKAK ÇAĞRISI YAPTI'
İkincisi. CHP içi boş bir sokak çağrısı yaptı, durumu bir darbe olarak değerlendirdi, ardından Meclis'te adalet nöbetine başladı. Devamında Meclis'teki partiler mevzuyu anayasal düzene darbe olarak değerlendirip kaygılı açıklamalar yaptı. Türkiye Barolar Birliği bir yürüyüş gerçekleştirdi. Maalesef bu tabloda da emekçi sol hareketin, politik öznelerin burjuva egemen güçlerin kendi aralarındaki saflaşmaların bir yerinde durma tavrından yada tavırsızlığından sıyrılamıyoruz. CHP'nin darbe karşıtı söylemi ve bu doğrultuda yürüttüğü siyasi düzlem içerisinde AKP-MHP faşist iktidarını başka bir düzleme sokma arayışından kurtulamıyoruz.

Hepimizin hafızalarında 2023 seçimleri zemininde çok konuştuk. Bugünkü tabloda da politik öznelerin tutumlarını, tavırlarını, pratiklerini belirleyen konu olmayı sürdürüyor. Mesele, demokratik anayasa söyleminin bugünkü durum ve koşullarda politik öznelerin söylemesi, üretmesi gereken politik hat olmaktan çıkmış durumda. İşçi sınıfı, ezilenler ve halklarımız için de gerçek bir siyasal kurtuluş söylemi olmaktan çıkmış durumda. Çünkü ortada gerçek bir iktidar mücadelesi var. Ve bunun karşısına bir programla çerçevelenmiş bir politik söylem ve eylemle çıkarsanız siyasal kurtuluşun önünü açabilirsiniz. HEDEP'in, HEDEP ile birlikte hala varlığı bazı noktalardan devam etmekte olan Emek Özgürlük İttifakı'nın, yani toplumsal mücadele güçlerinin yapması gereken, bu tartışma karşısında işçi sınıfı, emekçilerin, halklarımızın bütün talep ve özlemlerini içeren bir halkçı demokratik yapıyı savunan geniş bir özgürlük cephesini kurabilmeye ihtiyaç var.

'HAK VE ÖZGÜRLÜKLERİN FİİLEN ORTADAN KALDIRILDIĞI BİR TABLOYLA KARŞI KARŞIYAYIZ'
AKP-MHP faşist rejimi 8 yılda baskı ve zorla her türlü fiili uygulamayla elde ettiği her şeyi anayasal sisteme çevirecek bir yapılanmayı tartışıyor. Ve bu yapılanmayı kendine bol gelen parlamento ve AYM gibi kurumlardan kurtularak sağlamlaştırmak istiyor. 2023 seçimlerinde gördük, rejimin kırılgan yanlarından biri bu, başkanlık seçimini yüzde 50 baraj koşulundan kurtararak güvenceleyebilmek istiyor. Bunun karşısında lehe herhangi bir sonuç çıkmayacağı gibi, mevcut anayasanın bir parça demokratikleştirilmesi mücadelesiyle hukuki mücadele düzleminde kalmanın bize vadettiği bir gelecek maalesef yok. Her türlü hak ve özgürlüğün fiilen ortadan kaldırıldığı bir tabloyla karşı karşıyayız. Dolayısıyla gerçek bir programatik duruş ve bununla belirlenmiş bir politik mücadele özgüveni, iddiası ve birleşik hattının örülmesine ihtiyaç var.

'CUMARTESİ ANNELERİNİN GALATASARAY MEYDANINI DİRENİŞLE AÇTI'
Yeni anayasa gündemimize gelecek ve bir kez de siyasal iktidar iddiasıyla yeni bir sınanmaya sokuluyoruz. Politik özneleri, bütün emekçi hareketimizi, sol sosyalist kuvvetleri faşist rejime karşı geniş bir özgürlük cephesi kurmak, işçi sınıfı ve emekçilerin, halkımızın yararına bir toplumsal mücadele programı ortaya koymak ya da koymamak durumuyla karşı karşıyayız. Örnekler sıralıyoruz, bunlar her seferinde bu durumu doğruluyor. Nasıl ki Türkiye'de seçimle mevcut sistem değişmiyorsa, anayasada tanımlanmış olsa bile en temel hak ve özgürlüğümüz faşizme karşı bir mücadele hattı örülmeden kazanılmıyor yada kazanılmışsa korunmuyor. Bugün Cumartesi Anneleri Galatasaray Meydanını açmış oldu. Ama bu AYM kararıyla değil, 5 yıllık baskı ve zora, gözaltı saldırılarına karşı direnişin ürünüdür. Bundan sonra alanı korumak, alanda kayıplarımızı arama mücadelesini sürdürebilmek de aynı faşist baskı ve yasaklara karşı mücadele kararlılığımızla ilgili olacak.

Anayasa tartışmasında bütün emek ve özgürlük güçlerinin bir özgürlük cephesi inşasına, halklarımızın karşısına alternatif halkçı programla çıkmasına ihtiyaç var.

'GÜÇLÜ BİR HUKUK VE ADALET MÜCADELESİNDEN ASLA GERİ DURMAMALIYIZ'
Kararlı bir hukuki mücadele ne olursa olsun bugüne kadar mücadeleyle kazandığımız, gözaltında işkencelerde, zindanlarda, sokaklarda direnerek kazandığımız haklarımız. Bir gazete bürosunu açmak, bir partiyi ayakta tutmak, sosyal medya arenasını oluşturmak, herhangi bir yerde bir mücadele platformu oluşturmak bizim çok yoğun bedellerle kazandığımız haklarımız. Elbette ki hak ve hukuk mücadelesi aynı kararlılık, sabır ve inançla sürecek. Lehimize olan AYM kararları, bütün hukuk kurumları ve kararlarını da mücadelemizde içermeye devam edeceğiz. Güçlü bir hukuk ve adalet mücadelesinden asla geri durmamalıyız. TBB yürüyüş yapıyor, yargının içerisinde de meslek onuruna inanan hakim ve savcılar da çıkacaktır. Mücadele bunu kapsayarak ilerleyecektir.

Ama esasen rejimin hak ve özgürlükler, kadınlar, işçi sınıfı, halklar karşısındaki pozisyonu güçlü bir antifaşist mücadeleyi, güçlü bir sokak mücadelesini ve birleşik mücadeleyi de gerektiriyor. Bu noktalardaki zayıflık rejimin başka bir biçimde değişebileceğini, demokratikleşebileceğini düşünen sınırlı hukuki çerçeveden çıkmak durumundayız. Kendi bağımsız mücadele hattımızı örmeliyiz.

Can Atalay'ın özgürlüğü tekil bir siyasi temsiliyet, yürüyüş hattından çıkartılmalı. Bunun karşısında verilecek ilk ve en temel sınav bu. Yahut emekçi sol hareketin Sincan Kampüsü içerisine sıkıştırılmaya çalışılan Kobanê kumpas davası karşısındaki tutumsuzluğu aşılmalı. Buralarda söz ve eylem ortaklığının yakalanmasına ihtiyacımız var.

'HASTA MAHPUSLAR SON DAKİKALARINI HAPİSTE GEÇİRMEYE ZORLANIYORLAR'
Gülseren Yoleri: Cezaevlerinde bugün mahpusların yaşamlarının 24 saati baskı altında. Yaşam imkanlarını tamamen ortadan kaldıracak güçlü bir baskıdan söz ediyorum. Hasta mahpuslar bunun önemli bir noktası. Türkiye'de idam cezası kaldırıldı. Bugün Türkiye hapishanelerinde çok sayıda mahpus ya tedavi edilmeyen hastalıklar yahut şüpheli ölüm diye tarif edebileceğimiz nedenlerle hayatlarından oluyorlar. Bu o kadar içler acısı bir duruma geldi ki 30-32 yıl hapishanede tutulan hasta mahpuslar bile şartlı tahliye ve denetimli serbestlik haklarından mahkum bırakılarak son dakikalarını bile hapiste geçirmeye zorlanıyorlar.

10 sene önce şöyleydi 10 sene sonra böyle diye hep karşılaştırma yapılır. Bu karşılaştırmayı her yerde yapıyoruz. Toplumsal muhalefetin şu an en önemli sorunlarından biri kitlesinden kopmuş olması. O kitleyle arada neden bu mesafe oluştu, daha önce bir çağrı üzerine 10 binlerce kişi sokaklara dökülürken şimdi bu insanlar evlerinden çıkmıyor. Bu bağ neden sağlanamıyor meselesini hepimizin, toplumsal muhalefeti oluşturanların masaya yatırması gerekiyor. Çok az tartışılıyor bu konu. Mücadeleyi elitlerin sürdürdüğü ama bunu da başaramadığımız bir durum söz konusu.

'EKSİKLERİMİZE RAĞMEN BÜYÜK BİR MÜCADELE SÜRDÜRÜLÜYOR'
Her halükarda sokak, sokağı bilinçle, akılla, planlı, programlı düşünmeliyiz. İyi bir liderlik, perspektif, plan yoksa başarılı olamayacağımızı gördük. Hapishaneler, kadınlar, ekolojik krizine karşı mücadelede esnemeye, durmaya, dinlenmeye vaktimiz olmadığını görmeliyiz. Büyük bir mücadelede sürdürülüyor bu arada, eksikliklerimize rağmen. Mücadeleyi sürdürürken kazanımlarımızı konuşmuyoruz. Kazanımlarımızı da konuşmalıyız. Bu mücadelelerin bize kattıklarını görmeliyiz.