22 Eylül 2024 Pazar

Ekoloji örgütlerinden bir yıllık deprem raporu

6 Şubat depremlerinin ardından iktidarın politikaları nedeniyle ekolojik tahribatın gözler önüne serildiği raporu açıklayan Ekoloji Birilği ve İklim Adaleti Koalisyonu; hem toplumsalalan hem doğa tarhibatının artmasının, kültürel ve toplumsal değerleri daha fazla koruma, dayanışma, haklarını arayamayan diğer canlılar için de mücadeleyi zorunlu kıldığı kaydedildi. Havamızı, suyumuzu, toprağımızı, kentlerimizi, köylerimizi, mahallerimizi ve tüm canlılar olarak birbimizi korumak zorundayız" denilen raporda, rant uğruna işlenen suçlara karşı dayanışmanın ve yeni toplumsallıklar yaratmanın zorunluluk ve tüm canlılara karşı borç olduğu vurgulandı.

Ekoloji Birliği ve İklim Adaleti Koalisyonu, Antakya'nın Defne ilçesi Harbiye mahallesindeki HASYAD binasında 6 Şubat deprem katliamı sürecindeki ekolojik tahribatları içeren raporu paylaştı.

"Ekolojik yıkıma karşı yaşam için buradayız" şiarıyla düzenlenen açıklamada, depremin ilk anından itibaren ekoloji örgütleri olarak tüm alanlarla dayanışmanın büyütülmeye çalışıldığı kaydedildi. Yeni bir yaşamın nasıl var edileceği, ekolojik yaşamın mümkün olduğu, yaşamı bozguna uğratma çabalarına karşı mücadeleyi ve dayanışmayı büyütmenin önemine dikkat çekilecek raporun sağlayacağı bilginin güç vereceği aktarıldı.

RAPOR 2 KISIM, 7 BÖLÜNDEN OLUŞUYOR
Ekoloji Örgütleri 1. Yıl Deprem Raporu "Ekolojik ve Sosyolojik Tahribat" ve "Sonuç: Yeni Yaşamı Nasıl Var Edebiliriz-Ekolojik Bir Yaşam Mümkün" başlıklarından oluşan iki kısım; "Ekolojik suç mahalli alanları bir yıl sonunda daha fazla genişledi: Enkazların kaldırılması, hafriyatın taşınması ve moloz alanları"; "Ekokırım suç mahalli bir yılda giderek daha da genişledi: Yıkım projeleri deprem bölgesinin toparlanmasına engel"; "Yasal düzenlemeler hak gasplarını artırıyor, yeniden yapılaşma"; "Türcü aklın enkazında hayvanlar"; "Barınma hakkı gasp ediliyor: Sağlıksız ve güvenliksiz koşullarda, ekokırım suçları üzerine inşa edilen geçici yaşam alanları"; "Depremin ardından kurumların destek, yardım boyutları/halkın alanlarının durumu, geçinememe halleri"; "Deprem sonrası göçün boyutları" başlıklı 7 bölümden oluşuyor.

'CANLILARIN SAĞLIĞI RİSKE ATILIYOR'
"Ekolojik suç mahalli alanları bir yıl sonunda daha fazla genişledi: Enkazların kaldırılması, hafriyatın taşınması ve moloz alanları" bölümünde; yasal mevzuatlara uymayan yıkım işlemleri sonucu bölgede bulunan canlıların sağlığının riske atıldığı, kümülatif etkinin tüm ekosistemi kuşattığı kaydedildi. Depo sahaları olarak dere yatakları, tarım arazileri, zeytinlikler ve deniz kıyısına yakın alanlarının seçildiği belirtilen raporda, "Bu seçim hiçbir yasal, bilimsel ve teknik esasa uygun yapılmamıştır. Görülen en yakındaki 'çukur', depo sahası olarak değerlendirilmiştir. Depo sahalarında zemin uygulamaları yapılmamış, sızdırmazlık, şev duyarlılığı ve stabilitesi araştırılmamış, tozuma, gürültü önleyici işlemler yapılmamıştır. Bina yıkımlarında ilgili yönetmeliğe dahi uyulmadığı, sulu yıkımın yapılmadığı görülmüştür. Bu yanlış uygulamalar doğa tahribatına neden olurken halk sağlığını ciddi şekilde tehdit etmektedir. Merkezi anlayışın, iktidar üreten devlet sisteminin toplumun yaralarını sarmak bir yana yarayı derinleştiren ana etken olduğu görülmüştür. Katılımcı, onarıcı ve şeffaf bir yönetim biçimi ısrarla tercih edilmemektedir" denildi.

'EKOSİSTEMİ YIKIMA UĞRAMIŞ BİR BÖLGEDE TAHRİP RİSKİ YÜKSEK PROJELER DÜŞÜNDÜRÜCÜDÜR'
Ekokırım suç mahalli bir yılda giderek daha da genişledi: Yıkım projeleri deprem bölgesinin toparlanmasına engel başlığında, şu ifadeler yer aldı: "Göç nedeniyle insansızlaşan alanlar, madenciler, GES ve HES'ler için fırsat yaratmış, işlerini kolaylaştırmış ve kolaylıkla verilen izinlerle petrol arama faaliyetleri artmıştır. Deprem sonrası onarıcı-koruyucu devlet politikalarından, bilimsellikten uzak, kar odaklı hasarlı bina yıkım, enkaz taşıma faaliyetleri ve moloz döküm alanı seçimleriyle doğalında gerçekleşen deprem bir afete dönüşmüştür. Ekosistemi böylesi yıkıma uğramış bir bölgede, çevre üzerinde tahrip riski yüksek projelerin karşımıza çıkması düşündürücüdür. Her ne kadar 2022 yılındaki proje sayılarına göre 2023 yılında azalma olmuşsa da (Hatay artış olan tek ildir) doğayı, insanı öncelemeyen iradenin devam ettiğini görmek endişe vericidir. Maraş'ın Elbistan, Yazıhan, Doğanşehir, Darende, Battalgazi ve Yeşilyurt, Doğanyurt, Kale ilçeleri onlarca taş, kum, çakıl, kireç ocağı, beton santrali, HES, RES ve barajlarla kuşatılmış durumda. Örneğin sadece Arguvan ve Arapkir ilçelerindeki 26 adet RES varlığı, doğaya yüklenen yükün taşınamazlığı ile ilgili olarak ufuk açıcı verilerdir. Elbistan'daki taş ocağının patlatma faaliyetleri ile dağı adım adım tükettiği gözle görülebilmektedir. Tozuma depremzedelerin daimi olarak maruz kaldığı bir halk sağlığı sorununa dönüşmüştür. Pek çok ilde kamu kurumlarına ait binalar hasar görmüş hatta okullar, eğitimin kesintiye uğratılması pahasına kamu binaları olarak kullanılmaktadır. Mevcut durum kamusal hizmetlerin aksamasında gerekçe olarak kullanılmaktadır. Ancak Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği İl/İlçe müdürlükleri 547 ÇED dosyasını 'ÇED Gerekli Değildir' kararına bağlarken fiziki sorunları bahane etmemişler."

'REZERV ALANLARI UYGULAMASI HALKI YERSİZ YURTSUZ BIRAKACAK'
Yasal düzenlemeler hak gasplarını artırıyor, yeniden yapılaşma başlığında "Rezerv alanları" uygulamasıyla devlet tarafından bir mülksüzleştirme politikasının uygulandığı belirtildi. Onbinlerce insanın yersiz yurtsuz kalmasına neden olacak ve ülke tapusunu merkezi iktidarın eline verecek bu kararın derhal iptal edilmesi gerektiğinin altı çizilen raporda, "Depremden etkilenenlerin güvenli konut ihtiyacı en başat sorunken 2022 yılındaki toplu konut proje sayısı 28 olmasına karşın 2023 yılında yalnızca 1 proje başvurusu vardır. Bu durumu krizden yaratılan fırsatın açık tablosu olarak değerlendirmek mümkündür" denildi. Bölgede başlatılan konut projelerinin çevre mevzuatlarının yok sayılarak devam ettiği belirtilen raporda, "Yeniden inşa süreci yıkım yaşanan kentlerde kadim bir yaşam olduğu gerçeğini dikkate almadan yürütülmektedir. Her kentin kendi doğasında bulunan malzemelerden, tarihi dokuyu kaybetmeksizin, ekolojik bir yaşamı üretmek mümkünken aynılaştırılan betonlaşmayla az maliyet çok kâr hedeflenmektedir. Sürece yerel halk, odalar dahil edilmemekte, tarım arazilerini yapılaşma alanı tercih etme yanlışı sürdürülmektedir. Yazılı yasalardan bağımsız, reel hayatta suçun sorumlusunun aranmıyor ve cezalandırılmıyor oluşu muhtemel toplu cinayetlerin temelinin atılmasına neden olmaktadır. Depremin ardından sürdürüle gelen uygulamalar hem yaşam alanları/yaşama hakkı hem de ceza hukuku alanlarında kayba yol açmaktadır. Olağanüstü hal, olağandışı uygulamaların normalleştirilmesine dönüşmüştür. Yaşanılan ağır zorlukların çözümünün, oy verme davranışına göre şekilleneceği tehdidi sosyal devlet ilkesiyle bağdaştırılamamakta, etik anlamda doğru bulunmamaktadır" ifadeleri yer aldı.

'HAYVANLARA TÜR KIRIMI OPERASYONU GERÇEKLEŞTİRİLMİŞ'
Türcü aklın enkazında hayvanlar başlığında, hayvanların insanlara terapi amaçlı hizmet ettirilerek araçsallaştırıldığı psikolojik sömürü boyutunun deprem bölgesinde de arttığı kaydedildi. Legal olarak yapılan işkence, kentten ve sosyal alandan çeşitli etiketlerle koparıp kriminalize edilen köpeklerin ve diğer canlılara yönelik tür kırımı operasyonu gerçekleştirildiği vurgulandı.

'GEÇİCİ YAŞAM ALANLARI İÇİN ZEMİN ETÜDÜ YAPILMADI'
Deprem sonrası yeniden yapılaşma (yeniden rantlaşma) ama yaşam alanı olamama başlığında, barınma sorununun hala deprem bölgesinin en önemli sorunu olduğu vurgulanan raporda, halkın göç etmek zorunda kaldığını, ancak okulların açıldığı eylül ayında yeniden kente döndüğü belirtildi. Geri dönüşün, sağlam, kiralık ev ya da konteyner bulunabildiğinde mümkün olduğu, halkın bir bölümünün ise köyde yaşamaya devam ettiği kaydedilen raporda, "Deprem bölgelerindeki güvenli konut ihtiyacının karşılanması için üç yol izlenmektedir: TOKİ aracılığı ile üretilecek binalar, müstakil evlerin yerinde dönüşmesi ve bina güçlendirmeleri" denildi.

Geçici yaşam alanları için zemin etüdü yapılmadan, coğrafi, topoğrafik koşullar dikkate alınmadan merkezi ve tek elden bir kararla eyleme geçildiği; ağır yağış ve kış koşullarında halk tekrar afetlerle karşı karşıya bırakıldığı kaydedilen raporda, konteyner kentlerin dere yatakları, tarım arazileri üzerine kurulduğu ifade edildi. Raporda, "Yerinde üretim ya da bina güçlendirmeleri için kredi olarak verilen destek Anayasa'da tanımlı sosyal devlet ilkesiyle uyuşmamaktadır. Yıkım nedeniyle evlerini, işyerlerini kaybedenler ekolojik temelli ve sosyal adaleti sağlayıcı konutlara hibe yoluyla ulaşabilmelidir" denildi.

Depremin ardından kurumların destek, yardım boyutları /halkın geçim alanlarının durumu, geçinememe halleri başlığında depremin ardından göç edemeyen insanların hayatının oldukça zorlaştığı belirtildi. İşsizliğin arttığı, enflasyon ve krizin depremden etkilenenlerin yaşadığı ekonomik sıkıntıların daha da derinleştiği belirtilen raporda, "Bazı bölgelerde ortaya çıkan bu işsizlik hali, devlet tarafından yeniden yapılaşma ile yeni rant alanı haline gelen taş, kum ocakları ve beton santrallerindeki işçi ihtiyacıyla azaltılmaya çalışılmaktadır. Aktarımcılar devletin, evsiz, işsiz ve yardıma muhtaç olan insanların bu hallerinden faydalanmayı amaçladığını dile getirmişleridir. Böylece  yaşam alanlarının talanına dayalı işlerde çalıştırılarak hak ihlallerine karşı da sessiz kalmaları sağlanacaktır" denildi.

'İNŞAAT VE MADENCİLİK FAALİYETLERİ ÜZERİNE KONUMLANDIRILMIŞ BİR EKONOMİ'
Depremin yıkıcılığı, onarıcı/katılımcı sosyal devlet politikalarının uygulanmayışı bölge halkını Maslow İhtiyaçlar Hiyerarşisinin birinci ve ikinci basamağına hapsettiği kaydedilen raporda, şu ifadeler yer aldı: "Fizyolojik gereksinimler ile güvenlik gereksinimlerini karşılama mücadelesi; ait olma, sevgi, sevecenlik ve saygınlık gereksinimlerinin talep dahi edilemeyişi birey/toplum sağlığını ciddi şekilde tehdit etmektedir. Hayatın uzun süre yardımlara bağlı sürdürülmesi, geçimlik nafakayı elde etmedeki zorluk, sunulana razı olma, dolayısı ile hak talep edememe halini doğurmuştur. İktidarın emek karşısında izlediği politikalardan anlaşılacağı gibi kapital üzerine inşa edilmiş bir irade için verilene, verildiği kadarıyla razı olan bir emek gücü gerçekte arzu edilen sonuçtur. İnşaat ve madencilik faaliyetleri üzerine konumlandırılmış bir ekonomi için ucuz iş gücü tam da hedeflenendir. Hem yaşam alanlarını yıkıma uğratacak projelere itiraz edilmemesi hem de karlılığın sermaye lehine maksimize edilmesi depremin yarattığı bir fırsata olarak görülmektedir. Geçim sıkıntısı yaşayan emek gücü, yeni ekolojik suç projelerinde çalıştırılarak suça ortak edilmektedir."

'GÖÇMENLERİN MARUZ KALDIĞI HAK KAYBI HERKESTEN DAHA FAZLA'
Deprem sonrası göçün boyutu (giden geri dönmek ister ama Dönebileceği bir yer olur mu?) başlığında sağlık, eğitim imkanlarının olmayışının geri dönüşleri engellediği kaydedilen raporda, "Deprem bölgelerinden diğer kentlere ve yurt dışına milyonlarca insan göç etmiş fakat 1 yıl geçmesine karşın bu konuyla ilgili kapsayıcı bir göç çalışması henüz yapılmamıştır. Farklı kentlere yapılan kitlesel göçler, göç alan ve veren kentlerin demografik yapısını değiştirecek, Hatay, Maraş, Adıyaman gibi kendine has hafıza, kültürü olan kentlerin toplumsal ve kültürel dokusunu derinden etkileyecektir. Göç eden insanların geri dönmeleri teşvik etmek üzere, kenti eski dokusuna, yaşam unsurlarına kavuşturucu en ufak bir adımın dahi atılmadığı görünmektedir. Hatay, Adıyaman, Malatya ve Maraş'ta sağlık, eğitim gibi temel hakların sağlanmaması göç eden bireylerin geri dönme ihtimalini giderek düşürmektedir.  Hataylı insanların şu anki kaygısı Hatay'daki çok kimlikli, eşitlikli ve barışçıl kent kültürünün, zenginliğinin tehdit
altında olmasıdır. Bölgede bulunan göçmenlerin insani yaşam koşullarından uzak alanlara mahkum edildiği, toplumda ötekinin ötekisi konumunda ağır hak kayıplarına uğratıldıkları acı bir gerçek olarak ortadadır. Kentlerde izole alanlarda, hedef gösterilir durumda yaşam alanlarına gönderilen göçmenler, ucuz işgücü olarak sömürüye açık halde hayat mücadelesine devam etmektedir. Diğer yandan kayıtsızlık ve kimliksizlik hali şiddet, istismar durumlarında göçmenler için hak arayışını, hukuki-sosyal destek almayı zorlu hale getirmektedir. Depremden etkilenen tüm bireylerin uğradığı hak kayıpları maalesef onlar için daha da fazladır."

'MÜCADELEMİZİ YÜKSELTMELİYİZ'
Raporun sonuç kısmında egemen aklın yaşamı bozguna uğratmaya devam ettiği, buna karşı ne yapmak ve nasıl yapmak gerektiği aktarıldı. Tahakküm ve rant odağında inşa edilen devlet sistemlerinde kentlerin "yaşam alanı" olmadığı, doğaya uyumlu inşa edilmediği ve demokratik etik ilkelerle değil kara dayalı bir anlayışla inşa edildiği vurgulanan raporda, "6 Şubat depremlerinin sonuçlarının bu yanlış bakışla ilgili olduğunu unutmamak gerekir. Aradan geçen 1 yıla karşın egemen aklın pratiğinin değişmediği, aksine yıkıma uğrayan kentleri ve doğayı yeni rant alanları olarak tekrar projelendirip ekosistemin renkliliğini bozuma uğrattığı görülmektedir. Toplumsal alanda çok inançlı, çok kültürlü kentleri hedefine alarak zorunlu göç, insansızlaştırma politikalarıyla bu Kentleri kimliksizleştirmeye çalıştığı görebildiğimiz en net hakikattir. Peki, bizler şimdi bu hakikat karşısında ne yapacağız? Demokratik, dayanışmacı, hak arama talebinden vazgeçmeyen toplumları oluşturmak artık yaşamsal bir zorunluluktur. Birlikte düşünme, karar alma, her canlının iradesinin yaşama etki etme halinin evden mahalleye, mahalleden ilçeye ve kente yansımasını birlikte deneyimleyeceğiz. Büyük depremlerin yaşandığı deprem bölgelerinde kimi kentlerin başka alanlara taşınma durumu konuşuluyor. Kentlerle ve tüm yaşam süreçleriyle ilgili orada yaşayanlarca, uzmanların görüşleri alınarak ve ekolojik, bilimsel demokratik ilkeler gözetilerek bir karara varılması gerekirken yine yaşam alanlarıyla ilgili kararlar halkın bilgisi dahi olmadan merkezi bir masada, doğal toplumsal gerçekler göz önünde bulundurulmadan alınıyor. Bu uygulamalara karşın bizler ekoloji örgütleri, hak savunucuları, emek ve meslek örgütleri ve bütünüyle o kentteki halk olarak bir araya gelip birlikte tartışmalı, alternatif üretmeli, hakikati yılmadan savunmalı ve pratiğe geçirmeliyiz. Yerel tohumdan yanaysak kooperatifleşmeli; demokratik, özgür toplum-doğa diyorsak bunun pratiğini oluşturmalı; ekolojik-demokratik bir yerel yönetim anlayışını belediyelerin önüne görev ve sorumluluk olarak koyabilmeliyiz. Depremin birinci yılında gelinen noktada; hem toplumsal alan hem de doğa tahribatının artması, kendi yaşam alanımızı kültürel ve toplumsal değerlerimizi daha fazla koruma, dayanışma, haklarını arayamayan diğer canlılar için de mücadele etmeyi zorunlu kılıyor. Havamızı, suyumuzu, toprağımızı, kentlerimizi, köylerimizi, mahallerimizi ve tüm canlılar olarak birbimizi korumak zorundayız.Hatay'da bir yıldır dayanışma örgütleyen bir gencin dediği 'nasıl ki bizim ilkemiz depremde suçu olmayan herkesle dayanışma ağlarını örmek üzere birlikte çalışmaksa onlarınkisi de para ve rant' gerçeğinden hareketle işlenen tüm suçlara karşı dayanışmak ve yeni toplumsallıkları yaratmak zorundayız. Doğanın bizlerden beklediği bu, bu aynı zamanda tüm canlılara da borcumuz."