1 Ekim 2024 Salı

Ece Şimşek yazdı | Yasaklanan konser, susturulan kültür

Kimse Kürtlerin başına gelenin kendi başına da gelmeyeceğini düşünmesin. Katliamlar, kayyum darbeleri, yasaklamalar periyodunda ilk halka hep Kürtler olmuştur. İktidarın bugünkü yaptığı bir yandan Kürt düşmanlığı, bir yandan kendi kültürünü hakim kılma isteği, bir yandan yandaşları besleme gayreti, diğer yandan herkese gözdağı vereceğinin, saldırılarını genişleteceğinin bir işaretidir.

Bugünlerde ardı sıra yasaklanan konserler gündeme geliyor. Aynur Doğan, Niyazi Koyuncu, Apolas Lermi, Metin Kemal Kahraman'ın ardından Melek Mosso, Mem Ararat konserlerinin iptal edilmesinin birkaç boyutu var. Birincisi ideolojik, ikincisi ise ekonomik boyutu.

İkinciden başlayalım. AKP-MHP iktidarının 31 Mart 2019 seçimlerinde yerel yönetimlerin büyük çoğunluğunu Millet İttifakına kaptırması, sahip olduğu ekonomik gelirin ciddi bir miktarını da kaptırmasına neden oldu. Bu gelirin bir kısmı kendilerini ve yandaş şirketlerini zengin ederken diğer kısmı ise kendi oy oranını korumak, ideolojisini ve hakimiyetini sürdürmek için "sosyal destek" yahut "etkinlik", "organizasyon" adı altında yine kendi taraftarlarına aktarılıyordu. Bir taşla iki kuş misali; bir yandan para ve oy kazanıyor diğer yandan kültürel alanda ideolojisini hakim kılmaya çalışıyordu. İkincisini ne kadar sağlayabildi tartışmaya dahi lüzum yok. Frankfurt Okulu’nun katkısıyla kültür endüstrisi tartışmalarının konusu olan "popüler kültür" dahi, AKP-MHP'nin büyük emekleri sonucunda bir direniş biçimini aldı. Büyük emek diyorum çünkü AKP'nin içerisinden çıkamadığı, tekrar tekrar denediği, buna rağmen sindiremediği ve değiştiremediği en önemli mesele yaşam tarzına müdahale oldu. Gezi ayaklanmasının ortaya çıkışındaki en büyük nedenlerden biri de bu değil miydi? Alkol satışına getirilen saat sınırı, sürekli yapılan sigara zamları, tekel bayilerin birer vergi dairesine dönüşmesi, internet sansürleri, kadınların giyimlerinden dolayı sürekli "ahlaksızlıkla" suçlanması vs. Tüm bu baskılar elbette karşıtını doğurdu. Bu karşıtlık, bugünkü pozisyonu itibari ile devrimci bir niteliğe büründü. Tarkan'ın "Geççek" şarkısının sadece YouTube'da 56 milyon görüntülenmesi, Gazapizm'in "Ölüler dirilerden çalacak" şarkısının çıkışı, Ezhel tutuklandığında sokakların stickerlarıyla donatılması, Gülşen'in sahne kostümüne verilen gerici tepkinin ardından herkes tarafından sahiplenilmesi, Erdoğan'ın hedef gösterdiği Sezen Aksu'nun verdiği efsane şiirli yanıt…

Bugün hangi konsere gitseniz iktidara edilen isyanları duyarsınız. Yaşam tarzına müdahale, aynı zamanda gençlerin de politika ile kurduğu ilk bağ haline geldi. Bu bağ üzerinden siyasal tercihini yapıyor, kimin kendi hakkını koruduğuna ve yine kimin kendisi üzerinde tahakküm kurup kurmayacağına bakıyor. Bu aynı zamanda herkesi ilgilendiren ve aynı potada buluşturan bir mesele olmasından kaynaklı ortak zeminin yaratılabileceği ve ortak tepkilerin verilebileceği bir mesele. Görüp, tahlil edip, kapsayan ve ayak uyduran siyaset yürür, gerisi "gerici" olarak kalmaya mahkum olur. İnsanların ne giyip giymediği, ne içip içmediği üzerinden tahakküm kuran herhangi bir siyasetin gelecekte var olamayacağı çok açık.

AKP-MHP iktidarı da geleceğin gelişine engel olamadı elbette. Kendi yandaş "sanatçılarını" yaratmak istedi, bu kişiler AKP dönemi belediyelerinin etkinliklerinden köşeyi döndü. Şimdi özellikle CHP belediyelerinin düzenlediği konserlere müdahale ediyorlar. Müdahalelerinin nedeni bazen "terörist" yaftalaması, bazen "ahlaksız" suçlaması oluyor. Kendi yarattığı yandaşlar ise "mağdur"… Hepimiz Serdar Ortaç, Orhan Gencebay, Cengiz Kurtoğlu dinleyelim istiyorlar. Bu herhalde en büyük mahvımız olurdu. Korona dünyanın sonunu getiremedi ama Mustafa Yıldızdoğan şarkılarının getirebileceğinden eminim, ama ispat edemem.

Sanata, sanatçıya ya da yaşam alanına müdahale elbette yeni değil, yahut AKP iktidarının tarihiyle de sınırlı değil. Bunun en büyük mağduru da Kürt müziği ve sanatı. Bu konuları ne zaman konuşsak elbette herkesin aklına Ahmet Kaya'ya atılan çatal geliyor. Kürtlerin makus talihinin özeti olarak hatırlarız hepimiz o gün yaşananları. Tekrar tekrar açıp izlemişliğimiz vardır; kim vardı, kim çatal fırlattı, kim yuhaladı, kim Ahmet Kaya'yı savundu… O günkü hafızamız bugünkü tercihlerimizi belirler. Serdar Ortaç'ın sesini duyunca tiksinme hissi gelir halen çoğumuza. Mesele Ahmet Kaya'nın bir Kürt olarak varlığıdır, kendi inancını, dilini, kültürünü inkar etmeyişidir. Üstüne bir de bu fikirleri yaymakta ve bir uyanış yaratmaktadır. 100 bin tane bildiri dağıtsak Ahmet Kaya'nın tek bir şarkısının verdiği etkiyi verebilir miydik?

Elbette muktedirler ve muktedirlerin bekçiliğini yapanlar tahammül edemez. Bugün ise Aynur Doğan'ın geçmişte Abdullah Öcalan'ın pankartlarının olduğu bir konsere katılması linç malzemesi yapılıyor. Sanki bu ülkede çözüm süreci hiç yaşanmamış gibi, sanki iktidarın kendisi bizzat Öcalan ile görüşmemiş gibi… Yine neyin suç olup olmadığının tek belirleyeni iktidarın değişen politikaları.

Kimse Kürtlerin başına gelenin kendi başına da gelmeyeceğini düşünmesin. Katliamlar, kayyum darbeleri, yasaklamalar periyodunda ilk halka hep Kürtler olmuştur. İktidarın bugünkü yaptığı bir yandan Kürt düşmanlığı, bir yandan kendi kültürünü hakim kılma isteği, bir yandan yandaşları besleme gayreti, diğer yandan herkese gözdağı vereceğinin, saldırılarını genişleteceğinin bir işaretidir. Aynı zamanda bu vesiyle iktidar, muhafazakar islamcı anlayışının son fırça darbelerini de atıyor. Kürtçe şarkı söylediği için tutuklanan Nudem Durak'a ses vermediğimiz için bugün Aynur Doğan konseri yasaklanıyor. Kürtçe sokak müziği yapanları polis engellediğinde tepki koymadığımız için Melek Mosso konseri iptal ediliyor. Muktedirlerin yasaklamak için hep bir bahanesi var, peki ses çıkarmadığımızda bizim bahanemiz ne?