Yaşam Uzun yazdı | Kapitalist gerçekçilik karşısında devrimci irade
Bugün iklim için yapılan her eylem, büyük küçük her bir kazanım bugün ve gelecekte binlerce insanın ve diğer canlının yaşamını kurtarıyor; ancak bu eylemin, bu hareketin kapitalizmi yıkma devrimci iradesini kuşanmadan amacına ulaşamayacağını bilince çıkarması için kapitalist gerçekçiliği parçalayacak yıkıcı bir kopuşa ihtiyacı var. Komünizm tahayyülünün elle tutulur bir mesafede olduğunu anlamak için uçurumdan aşağı bakmak ve yanı başımızda duran devrim frenine asılmak gerekiyor. IPCC raporu bizi kan ve pislik içinde uçuruma sürükleyen kapitalizmin manzarası ise her gün yeniden silkinmek ve örgütlenmek ekolojik çöküş çağında düşe kalka ilerleyeceğimiz komünizmin yolunu boyayacak fırçalarımız.
Filozof Mark Fisher'ın ilk kez dile getirdiği ve son dönemde daha sık tartışılan kavramlardan biri olan "kapitalist gerçekçilik" bizi felaketlerle ve dolayısıyla artık kronikleşen yıkımlar sonrası travma ve depresyonla yüzleşmek zorunda bırakan bir anlayışı ifade ediyor. Ekolojik çöküşün doğrudan ya da dolaylı etkileriyle yüzbinler ve hatta milyonlar için günübirlik hayatta kalma savaşı sürerken geri kalanlar için sarsıntı giderek artıyor, ölüm kapıda soğukkanlı bir şekilde bekliyor. Kapitalist gerçeklik kapitalizmin ötesini düşünmeye izin vermiyor ve felaketler karşısında aciliyet ve panik hissiyle an'a odaklanmayı salık veriyor. Sermayenin yıkıma uğrattığı dünyada insanlığın bir geleceğinin olması için acil olarak yapılması gerekenlerle bu an'a sıkışıp farklı bir gelecek tahayyülünün yitirilmesi arasında kaybolma hali.
Yasın 5 evresi diye bilinen inkar, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenme aslında dünyadaki iklim hareketinin tarihini de özetliyor. Düzenden bağlarını koparamayan, buna dair kendiliğinden düşünceleri bilince çıkaramayan ve devrimci örgütlenme ve eylemden bu aciliyete yanıt olamama gerekçesiyle kaçınan çoğu günümüz insanının sorunu. Sadede gelip değinmek istediğimiz konuya bağlayalım: Ekolojik çöküşle ve onun en yıkıcı boyutu iklim kriziyle ilgili her yeni bilimsel rapor işte bu kapitalist gerçekçiliği besliyor, bilimsel sonuçlardan çok görevin büyüklüğü karşısında çaresizlik duygusu öne çıkıyor.
IPCC'NİN SON RAPORU NE ANLATIYOR?
İşte bunlardan 4 Nisan'da yayımlanan Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli'nin (IPCC¹) 6. Değerlendirme Döngüsü 3. Çalışma Grubu (AR6 WGIII) raporu, mevcut emisyon eğilimlerini, küresel ısınmanın hangi seviyeye yükselebileceği öngörülerini ve bunun 2100 yılına kadar 1,5°C² ile sınırlanması için "düşük karbon ekonomisi"ne nasıl geçileceğini inceliyor. İklim krizinin bilimsel temellerini ve etkilerini ortaya koyan, geçen yılın ağustos ayında ve bu yılın şubat ayında yayımlanan ilk iki bölümü tamamlayan bu son kısım kimi verileri güncellemenin dışında elbette yeni bir şey söylemiyor; ancak, doğrudan sektörlere dair değerlendirme ve politik içeriği açısından en kritik bölümü oluşturuyor.
Korona salgınıyla sadece bir yıllığına yaklaşık yüzde 5 düşen emisyonlar hemen ardından rekor düzeylere çıkmıştı. Rapor tam da salgın öncesi on yılın emisyonlarına ışık tutuyor ve 2010-19 arasında yıllık ortalama 56 milyar ton karbondioksit eşdeğeri emisyon ile daha önceki on yıllık dilimlere göre en büyük sıçrama yaşandığını belirtiyor. Ve bu, iklim krizi gerçeğinin en yaygın bilindiği, ama öte yandan kapitalizmin 2008 kriziyle birlikte uzun bunalıma sürüklendiği bir dönemde gerçekleşti. 1990'dan bu yana kapitalist üretim ve yeniden üretim faaliyetlerinden kaynaklı emisyonların yüzde 34'ü enerji sektöründen, yüzde 24'ü sanayiden, yüzde 22'si tarım, ormancılık ve arazi kullanımından, yüzde 15'i ulaşımdan ve yüzde 6'sı bina yapımı ve kullanımından kaynaklandı.³
Şekil 1: Fosil yakıt yakılması kaynaklı, arazi kullanımı arazi kullanımı değişimi ve ormancılık (LULUCF) kaynaklı karbondioksit, florlu gazlar, azotoksitler ve metan gibi farklı sera etkisine sahip en güçlü gazların her birinin BM çatısı altında iklim görüşmelerinin başladığı 1990’dan bu yana arttığı görülüyor. On binlerce bilim insanının yüz binlerce bilimsel yayının ekolojik çöküşe karşı krizin çapı ve aciliyetinin gerektirdiği adımların atılmasını sağlamadığı ortada.
PARİS ANLAŞMASI'NIN ÇÖKTÜĞÜNE BİR TEYİT DAHA
Raporda sıcaklık projeksiyonlarıyla ilgili tablodaki C1 yol haritasına göre sıcaklık artışının yüzde 38 gibi düşük bir ihtimalle 1,5°C altında tutulması için küresel karbondioksit emisyonların 2025 yılına kadar zirveye çıkması ve 2010 seviyelerine göre 10 yılın sonunda yüzde 43, 2040'ta yüzde 69, 2050'de ise yüzde 84 altına düşmesi gerekiyor. Metan için ise bu 2030'a kadar en az üçte bir, 2050'ye kadar en az yarı yarıya olmalı. Yine, bilimsel raporlardaki gelecek projeksiyonlarının kiminde fazlaca umut bağlanan ancak henüz uygulanabilir ölçekte bir teknolojisi olmayan karbon tutma ve depolama yöntemleri olmadan ısıtmanın 1,5°C'de sınırlandırılması için 2050'ye kadar kömürün yüzde 100, petrolün yüzde 60 ve doğalgazın yüzde 70 oranında azaltılması gerekiyor.
Oysa, Paris Anlaşması kapsamında devletlerin Ulusal Katkı Beyanları aksamadan uygulansa bile yüzyılın sonuna kadar 2,8°C'lik ısıtma gerçekleşiyor. Ancak 2020 sonrasındaki 2 yıl bu beyanlara uyulmadığını şimdiden gösterdi. IPCC'nin 2018'deki meşhur 1,5 Derece Özel Raporu o dönem Greta'nın başını çektiği yeni dalga kitlesel iklim hareketinde müthiş bir sıçramaya neden olmuştu. Gelinen noktada 1,5°C hedefi artık, çok kısa süre içinde, kapitalist toplumun durması anlamına gelecek radikal kırılmalar dışında ihtimali kalmamış nafile bir ara başlık sadece. Sadece bu senaryo ve veriler bile bir kez daha Paris Anlaşması hedeflerinin çöktüğünü ve iklim krizinin uzun bir süre daha toplumları altüst etmeyi sürdüreceğini göstermeye yetiyor.
KARBONSUZLAŞMADA ÖNCELİKLER NELER
Şekil 2: Bu grafik sera gazı emisyonlarını azaltmada atılabilecek her bir adımın kullanım ömrü boyunca yıllık potansiyel katkısını gösteriyor. Yatay çubuklar ne kadar uzunsa bu uygulamanın katkısı o kadar yüksek anlamına geliyor. Renkler ise bunu yapmanın maliyetini gösteriyor.
Şekil 2'deki dikkat çekici noktalardan biri, nükleer enerjinin azaltıma katkısının o kadar yüksek olmamasına rağmen maliyeti en yüksek adımlardan biri olması. Diğer bir nokta ise emisyon azaltımının ana eksenini enerji sektörü oluştursa da toplumsal yaşamın her alanında kapsamlı bir değişimi gerektirdiği: Yani, yalnızca termik santral yerine "yenilenebilir" kurmak yetmiyor. Dahası, yeniden ormanlaştırma ve arazi kullanımı gibi bazı adımların azaltım katkısı yüksek olduğu halde daha az ilgi görmesi maliyet yüksekliği ile gerekçelendiriliyor; ancak bu maliyet, temel toplumsal ihtiyacın giderilmesiyle ilgili değil, sermaye maliyetiyle ilgili: Yani, kapitalizm sermaye birikimi aksıyorsa iklim krizini durduracak adımları atmaz. Elimizdeki en etkili çözümler "pahalı" diye bekletiliyor, en pahalı çözümler ise birileri için "karlı" diye öne çekiliyorsa tartışma zemini zaten "bilimsel" değil, politiktir; sınıfsal çıkarların çarpışmasında güç dengelerinin belirleyiciliğindedir.
Rapordaki ilginç sonuçlardan biri en az 18 ülkenin -ki bunların çoğu AB ülkesi- 10 yıldan uzun süredir emisyonlarını azalttığını söylüyor. Ancak bu, sadece bu ülkelerin emperyalist avantajları dolayısıyla karbonsuzlaşma yatırımlarının daha yüksek olmasından değil, emperyalist küreselleşmede üretimin ve meta dolaşımının uluslararasılaşması sonucu kendilerinin de yararlandığı karbon yoğun üretim faaliyetlerini dünyanın başka ülkelerine kaydırmalarından kaynaklanıyor.
KARBON BORSASI VE FOSİL SERMAYESİNİN ROLÜ
Öne çıkan başka bir nokta ise özellikle sanayi ve ulaşım sektöründeki karbonsuzlaşmanın sağlanması için büyük çaplı elektrifikasyon planlarının uygulanması gerekliliği. Sanayi sektörünün enerji tedarik sektörüne göre fosil yakıtlardan çıkması çok daha zorlu bir süreç; zira üretimin her bir aşamasının buna göre yeniden planlanması ve ciddi bir yatırım hamlesi gerektiriyor. Oysa bugün tekelci sermaye üretimden giderek kopmuş, birikimi yatırıma döndürmek yerine finansal alanlara yığmış durumda. Küresel ısıtmayı 2°C'de sınırlandırmak için gereken düzeyde fosil yakıtı yeraltında bırakmanın fosil sermayesi için bedelinin atıl kalacak fosil yakıt altyapısı (çıkarma platformları, boru hatları, taşımacılık, rafineriler, sanayi alanları, vb.) nedeniyle 1-4 trilyon dolar olacağı göz önünde bulundurulursa sermayeler arası rekabetin, pazarlar üzerinde rekabetin ötesinde sektörler arasında da keskinleşmesi çok daha belirginleşiyor. Zira fosil sermayesi, tam da bu finansal atıllık nedeniyle kısa vadeli karından vazgeçmediği için yatırımlarını "yeşil" alanlara kaydırmada son derece yavaş ve hatta ayak direr pozisyonda. Bu onu tam da sermayenin en saldırgan kesimi yapıp özellikle emperyalist ülkelerde faşist ya da savaş yanlısı hareketleri desteklemesinin zeminini oluşturuyor.
Diğer bir dikkat çekici konu ise küresel emisyonların yüzde 20'sinin karbon vergisi ya da emisyon ticaret sistemlerine (ETS) dahil edilmiş olması. Mali sermayenin egemenliğindeki kapitalizmin karbonu da alınır satılır bir finansal piyasa aracına dönüştürmemesi düşünülemezdi elbette; ancak bunun emisyonları azaltmada işe yaramadığı bir önceki Kyoto Anlaşması'nda zaten görülmüştü. Türkiye'nin de 2023 AB Sınırda Karbon Vergisi uygulaması öncesi bu yıl içinde kurmayı planladığı ETS'ler devlet teşvikleriyle desteklendiğinden iklim krizinin sermayeye getireceği ek yükleri toplumsallaştırmanın araçlarından biri. Gelecekteki finansal krizlerin birinin bu karbon piyasası balonunun patlamasıyla oluşabileceğini öngörebiliriz, tabi iklim krizi daha büyük bir "yaratıcı yıkıma" yol açmazsa.
Başkanlığını Fatih Birol'un yaptığı Uluslararası Enerji Ajansı'nın (UEA) IMF ile birlikte 2020'de salgının etkilerine karşı geliştirdikleri Sürdürülebilir Kalkınma Planı'na göre hükümetler ilk etapta 2023'e kadar her yıl "yenilenebilir" enerjiye 1 trilyon dolar ayırması ve böylelikle ekonomik kalkınma devam ederken istihdam ve sıfır emisyon rotasının tutturulması hedefleniyordu. Ancak UEA'nın son raporuna göre 2020-2030 arasında ekonomik kalkınma paketlerine ayrılacak 18,2 trilyon doların 1,6 trilyon doları 2023 yılına kadar "sürdürülebilir" yatırımlara gidecek. Yine bu 10 yıllık dönemde 370 milyar doları 2023'ten önce olmak üzere 714 milyar dolar "yenilenebilir" enerji yatırımlarına harcanacak. Yenilenebilire ayrılan bu pay 2021'deki miktara göre yüzde 50'ye yakın bir artış anlamına gelse de toplam içinde yüzde 4 düzeyinde kalıyor. Dahası bu 370 milyar doların yalnızca 52 milyar doları "gelişmekte olan" ülkelere ait. Savaşa bağlı fosil yakıt fiyatlarındaki dalgalanma ve kuraklık gibi iklim felaketleri nedeniyle enerji ve gıda fiyatlarındaki yükselişle birlikte kısa vadede ne emperyalist ülkelerle diğerleri arasındaki farkın kapanması ne de "yenilenebilir"e ayrılan payın artması mümkün görünüyor.
BİR KEZ DAHA 'AKLIN KÖTÜMSERLİĞİ İRADENİN İYİMSERLİĞİ'
Terry Eagleton İyimser Olmayan Umut kitabında "iyimserliğin" değişimi gerek görmeyen bir muhafazakarlığı barındırmasından dolayı daha çok egemenlerin ideolojisinde anlam kazandığını, "umut"un ise içinde taşıdığı gelecek zamana ait olma haliyle bugünden yarına bir değişimi ifade ettiğini anlatır. Ancak çağın hakikati elimizi bir hayli güçsüzleştirir. İşte burada iyimser olmayan bir umutla yarına yürümek, kapitalist gerçekçilik karşısında yeni bir devrimci romantizm tarzı olabilir. Mütevazı adımların tarihsel kırılma anlarında nasıl sıçramalara yol açabileceğini, yaşamla kurduğumuz ilişkide gösterebiliriz. Marksist leninistler ve devrimciler olarak bunu yapmaya mücadelemizi ekolojik bir bilinçle donatarak, ekolojik çöküşün ve kapitalist toplumsal çürümenin birey ve kolektifler üzerindeki etkilerini her boyutuyla daha iyi inceleyerek doğaya, insan dışı canlı türlerine yaklaşımımızı güncelleyebiliriz. Ekolojistler olarak ise günümüz emek süreçlerindeki ekolojik yıkımı, emeğin ekolojisini dolayımsız bir şekilde ortaya çıkarmak için yüzümüzü sınıfı örgütlemeye dönebilir, bulunduğumuz her coğrafyanın özgün politik sorunlarını ekolojik bir bağlamda genişletebiliriz. Felaket kapitalizmi üzerimize çullanıyorsa felaketler çağında komünizm nasıl oluru çok daha net ortaya koyabiliriz. Panik halinde ehven-i şercilik, bunalım ve yılgınlık çağın hastalıklarıysa çare gidilecek yolu işaret edip o yolda ufak ama anlamlı adımlar atmada. Hayalin inandırıcılığı değil önemli olan, yaşayan ölülere dönmeden önce yeni bir anlam dünyası yaratmak.
Bugün iklim için yapılan her eylem, büyük küçük her bir kazanım bugün ve gelecekte binlerce insanın ve diğer canlının yaşamını kurtarıyor; ancak bu eylemin, bu hareketin kapitalizmi yıkma devrimci iradesini kuşanmadan amacına ulaşamayacağını bilince çıkarması için kapitalist gerçekçiliği parçalayacak yıkıcı bir kopuşa ihtiyacı var. Komünizm tahayyülünün elle tutulur bir mesafede olduğunu anlamak için uçurumdan aşağı bakmak ve yanı başımızda duran devrim frenine asılmak gerekiyor. IPCC raporu bizi kan ve pislik içinde uçuruma sürükleyen kapitalizmin manzarası ise her gün yeniden silkinmek ve örgütlenmek ekolojik çöküş çağında düşe kalka ilerleyeceğimiz komünizmin yolunu boyayacak fırçalarımız. Bilimsel raporları geniş kitlelerle tartışmalıyız, hem de ciddiyetle, ama kapitalist gerçekçilikten uzak ve bir de geleceği resmedecek fırçayı uzatarak.
1) IPCC, 1988’de BM Çevre Programı ve Dünya Meteoroloji Örgütü tarafından kurulan ve BM Genel Meclisi’nce desteklenen “bağımsız” bir kurum. Ancak IPCC’nin on binlerce sayfayı bulan bu kapsamlı raporlarındaki “Politika Yapıcılar için Özet” kısmında kullanılan kavramlar, dil ve meselelerin ele alınışı hükümetlerin onayından geçiyor ve raporun son hali bu denetimden sonra ortaya çıkıyor. Özellikle fosil yakıt üreticisi ülkelerin birçok ifadeyi değiştirdiği, politika yaklaşımlarını esnettiği biliniyor. Raporun yazımında yer alan birçok bilim insanı da yine aynı zamanda fosil yakıt şirketleri gibi kirletici sektörlerde görevli yönetici konumunda. Bu, raporun bilimsel içeriğini etkilemese de özellikle bu özet kısmında çıkarılan sonuçlar da belirleyici oluyor.
2) Bu sıcaklık artışının ne anlamına geldiği konusunda hâlâ bir kafa karışıklığı varsa tekrar açıklayalım. Yeryüzünün yüzey sıcaklığının yıllık ortalaması yaklaşık son 12 bin yıldır çok ufak oynamalarla sabit olageldi ve bu insan türünün iklim geçişlerini takip ederek daha istikrarlı tarım yapmasına ve yerleşik bir yaşama geçmesine vesile oldu. Ancak kapitalizmin gelişimiyle birlikte adım adım, ama esasen daha belirgin bir şekilde 19. yüzyıldaki Sanayi Devrimi ile birlikte bu durum değişmeye başladı. Fosil yakıtların yakılmasıyla ortaya çıkan sera gazları ve karbon yutağı orman alanlarının hızla yok edilmesiyle küresel yıllık sıcaklık ortalama değeri yaklaşık 13,2-13,5°C’den bugün artık 14,5-14,7°C’ye kadar geldi, yani şimdiden 1,2°C’ye yakın bir ısınma gerçekleşti. 1,5°C eşiği bu ısınmanın yeryüzünün kritik ekosistemlerinde geri dönülmez sonuçlara yol açacağı sıcaklık eşiği olarak gösteriliyor. Ancak bu ısınmaların küresel ortamalar olduğu ve örneğin kutuplarda ve Akdeniz havzasında yıllık ortalama sıcaklıklardaki artışın şimdiden 1,5°C’yi aşmış olduğu unutulmamalı. Dahası iklim modelleri sıcaklık artışı projeksiyonlarını öngörse de aşırı iklim olaylarının ne denli büyük çapta olacağını yeterince tahmin edemiyor. Sadece mevcut fosil yakıt altyapısı, ısıtmayı 1,5°C’de sınırlamak için kalan 510 milyar tonluk karbon bütçesini aşarak 660 milyar ton karbondioksit eşdeğeri gazın emisyonuna neden oluyor. Yutakların kaybı ve diğer emisyon kaynaklarıyla mevcut politikalar birleştiğinde “ısıtmanın” bu yüzyıl sonunda 3°C’yi aşması en olası senaryo olarak görünüyor.
3) Rapordaki verilerin derlendiği kaynak şuradadır.