20 Eylül 2024 Cuma

Merve Nur İşleyici yazdı | Suruç'tan bugüne hep aynı inatla

Bugün geriye dönüp baktığımda, kendimde onlardan birer parça bulmak, onların neşesini, dayanışma ruhunu, saflığını, emekçiliğini ve tüm güzelliklerini içimde taşıyor olabilmek benim için onurdur. Suruç hayatımızın hem en güzel hem de en acı günüydü. Katliamın nedeni şuydu: Halklar arasında köprüydük, yeni yaşamın sınırsız nüveleri ve umuduyduk. Gezi'nin gençlerini Kobanê'yle buluşturmak isterken Türkiye'deki en büyük gençlik katliamını yaşamıştık. Suruç, sol kulağımda bir çınlama olarak duruyor hala.

Suruç katliamının 9. yılına girerken hafızaları tazelemekte fayda var. 20 Temmuz 2015, Türkiye tarihinde bir milattır. Amara Kültür Merkezi'nin bahçesinin orta yerine atılan o bomba aslında Türkiye halklarının kalbine atılmıştır. O gün bugündür bu ülkede sayısız katliam, baskı ve tutuklama yaşandı.

O bahçede yok edilmek istenen şey neydi? Halkların dayanışması ve yükselen enternasyonalizmdi. Gençliğin yeni yaşam umudu ve bunu yeniden inşa etme çabasıydı. Rahatsız ettik belli ki; birleşen ellerimizle, omuz omuza verişimizle, tarihsel bir sürecin içinden çıkarken ki, "her şeye inat büyüyen" gülümsemelerimiz ve dimdik duruşumuzla...

Evet ben de oradaydım. Suruç'un tek yeşil yeri olan Amara'nın bahçesinde rengarenk düşler kuran, az ötede savaştan çıkmış bir ülkenin kıyısına koşmak isteyen 300 yürekten biri. Gitmek istedik. Yaraları sarmak için, bir tuğla koymak için, yüzlerde tebessüm olmak ve Kobanê'nin sesini dünyaya duyurmak için... Gençler tarihi kitaplardan okur, büyüklerinden dinler, araştırır öğrenir. Biz tarihin kendisi olmuştuk. O tarihle yeniden var olmuştuk. Yani 20 Temmuz 2015 sadece ülkenin değil, bu katliamı yaşayan bizlerin de miladı olmuştu.

Her insanın hayatında bir öncesi ve sonrası dönem vardır. Benimki de Suruç Katliamının gerçekleştiği tarih oldu. Farklı halklara, inançlara ve kültürlere sahip bir ailenin çocuğu olmak, küçüklüğümden beri içimdeki sınırsız dünyayı arzulamama neden olmuştu. Ben ne o, ne de buydum. Fakat tüm ötekilerin ya da ötekileştirilenlerin yanında baştan sona "o"ydum. İnsanların kimlikleri, fikirleri, sınıflarına göre nitelendirildiği bir dünyaya itiraz eden bir gençtim.

Enternasyonal akıl ve ruh bugün hala tek kılavuzumdur. Dünyaya tek bir pencereden bakmak yerine bütünden bakmak istemem beni kolektif akıl ile birlikte 2014 Kasım'ında Suruç sınırına kadar götürdü. Sınır köylerine ayak basmadan önce "orada nasıl yıkanacağız, nasıl uyuyacağız" gibi kaygılar taşıyan ben köye adım attıktan sonra hemen ortama adapte olmuştum. Misaynter köyüne vardığımda ilk gördüğüm kişi yeşil şalvarı ve yeleğiyle Bedrettin Akdeniz olmuştu. O da bizim gibi genç, güler yüzlü ve bir o kadarda sıcaktı, adeta köyün muhtarıymış gibi herkesle ilgilenir vakit geçirirdi. İlk nöbetimi Kader Ortakaya ile yapmıştım. Beyaz plastik eski iki sandalyede otururken sınıra doğru bakıp Kobanê'deki savaşın ne durumda olduğuna dair kritikler yapardık. Arada bir de gözlerimiz dalar, önümüzdeki mısır ve pamuk tarlalarına bakarak Kobanêli çocukları düşünürdük.

Aramızda Rıfat Horoz gibi devrim işçileri de vardı. Rıfat yoldaş Arnavut'tu, her şeyini bırakıp sınırda Kobanêli ailelere desteğe gelmişti. Bir gün, gün boyu temizleyip eğitim yeri yapmak istediği ahırı biz kadınlar gelince bize bırakmış kendisi ise yer olmadığı için atış ve bomba seslerinin arasında sabaha kadar soğukta kapımızın önünde dışarıda uyumuştu. Orada kaldığım birkaç gün bende çokça ufuk açmıştı. Bizler Isparta, Burdur, Antalya ve İstanbul'dan gelen onlarca gençtik. Hiçbirimiz orayı bırakıp üniversitelerimize dönmek istemiyorduk. Oradaki umut, dayanışma ruhu, sevgi ve güven içimize işlemişti, aklımız sınırın ötesinde savaşa karşı mücadele eden canlarımızdaydı. SGDF olarak savaşın yaşandığı bir süreçte yaz kampı yapmak yerine Suruç'tan Kobanê'ye geçip savaşın yıktığı o kentte inşa süreci başlatmak ve dünya halklarını Kobanê'yle dayanışmaya çağırmak istiyorduk. Bizimle gelmek isteyen o kadar çok arkadaşımız vardı ki, aile, iş, maddiyat gibi kimi nedenlerle gelememişlerdi. Hal böyle olunca Antalya'daki arkadaşlarımla düşmüştüm yollara. Suruç'a gitmek için bulabildiğimiz otobüs derme çatma bir duraktan kalkmıştı, beni durağa bırakan ise ailemdi. O sırada Kobanê'deki savaş sona ermiş olsa da, her aile gibi benim ailem de bizim için kaygılanmıştı. Fakat kararıma saygı duyuyorlardı.

Çünkü şunu biliyorlardı, biz her koşulda oraya gidecektik ve Kobanê ile dayanışmak istememizin haklı gururunu taşıyorduk. Annem yolculuğa çıkmadan önce kısa bir tatil yapmak istediğimde, "Ya Suruç'ta ölürsen gitmeden önceki isteklerin içinde kalmasın diye bir şey demedim" demişti. Suruç'tan sonra bunu bana söylediğinde bu sözler aklımda çokça yer etmişti. Oraya her şeyi göze alarak gitmiştik. Sınırda ya da Kobanê'de katledilebilir, saldırıya uğrayabilirdik. Bunu biliyorduk!

Kampanya çalışması boyunca stantlar açmış, birçok buluşma gerçekleştirmiş ve sayısız gençle tanışmıştık.7 Haziran sürecinden henüz çıkmış olmanın coşkusu da üzerimizdeydi. Zorlu saldırı ve baskılara göğüs gerdiğimiz, yoğun bir seçim döneminin ardından bu kez de Suruç için işe koyulmuştuk. 20 Temmuz öncesinde insanlarda 7 Haziran sürecinin yarattığı birlik ruhu hakimdi. Farklı fikirlerden insanların dahi bizi tanımak istediği, saygı duyduğu bir süreçti.

Mücadelemiz yolda başlamıştı. Antalya-Suruç yolculuğumuz boyunca Suriyeli genç bir anneye yardım etmeye çalışmıştık. Küçük çocukları ile yolculuk yapmaya çalışan yoksul bir kadındı ve etraftaki insanlar tarafından dışlanıyordu. Genç bir kadın arkadaşımız bu ötekileştirme karşısında hemen tepkisini ortaya koydu ve çocuklarına ilgi göstererek yol boyunca o genç anneye destek olmaya çalıştık...

Suruç'a vardığımızda hava henüz aydınlanmamıştı. Amara Kültür Merkezi'nin bahçesine girdiğimizde yemyeşil bir bahçe karşıladı bizleri. Kültür Merkezine varan ilk ekiptik. İlk olarak bu güzel bahçeyi keşfe çıktık ve çimlerin üstünde biraz vakit geçirdik. Ağaçların dibine uzanıp gözlerimizi dinlendirdik, arkadaki küçük süs havuzunu ve minik ördeği gördük. Kültür Merkezinin kapısını çaldığımızda Cebrail uykulu gözlerle kapıyı açmıştı. Kocaman gülümseyip sarıldık birbirimize. Biz senden erkenciyiz, diye takıldık kendisine. Cebo, Suruç çalışmaları kapsamında Adana'dan Kültür Merkezine günler öncesinden gelip son hazırlıkları yapmıştı. Saatler içinde Adana, İstanbul, İzmir ve Karadeniz gibi birçok yerden araçlar gelmeye başlamıştı. Adana'dan gelenlerin arasında Bedrettin Akdeniz'in annesi de vardı. Oturup uzun uzun sohbet ettik. Bedo'yu anlattı, Bedrettin'in yüzü tıpkı annesine benziyordu. Sanki karşımda o vardı. Acılı bir anneyi teskin etmeye çalışırken saatler sonra başka bir büyük acıya hep birlikte tanık olmuştuk. Sabiha anne bu kez bizim için endişeleniyordu. Bahçe henüz dolmaya başlamışken Okan Pirinç Antakya'dan biberli ekmeklerle gelmişti. Biberli ekmeği ilk kez orada yemiştim. Sonuncusunu ise yıllar sonra Antakya'da, onun memleketinde, deprem dayanışması için gittiğimiz yıkılmış bir kentin sokaklarında onun getirdiği ekmeği düşünerek yemiş oldum.

Keke'nin şakacı yanını herkes bilir, onu görünce gidip sarılmak yerine bahçe duvarından seslenip kendisine muziplik yaptığım geliyor aklıma. Polen, Ece, Ezgi, Aydan, Duygu ve niceleri... Günün sonunda, saatler on ikiyi göstermeden önceki hatıralarımız düşmüştü aklımıza birer birer.

33'ler... Her biri son halleriyle zihnimizin odalarındaydılar. Sohbetlerimiz, uzaktan birbirimizi izlerken ki o haller ve son bakışlar... Elden ele hazırladığımız soframız, güneşin sofrası. Ve basın açıklamasına gitmeden önce Evrim Deniz'le diz dize içtiğimiz o son sigara... Rojava'daki enternasyonal mücadeleye dair sohbetimiz... Evrim Deniz ve bahçedeki enternasyonal gençlerle Kobanêli bir amcaya adres yazmada yardım etme çabamız... Basın metnini okumaya geçerken herkesin bahçede yerini alışı, bilmeden attığımız adımlar...

Patlamadan sonra bahçeden Kobanêli amcayla çıkmıştım. Duvardan atladığımda, o dünyanın dışındaydık artık.

Her yıldönümünde bir şeyler yazmaya/çizmeye çalıştım. Katliamın üzerinden henüz 1 yıl bile geçmemişken 2016'da öğrenci olarak bulunduğum Isparta'da genç kadınlarla birlikte tutuklandım. Tutsaklığım beş buçuk yıl sürdü. Suruç'un hiçbir yıldönümüne, mahkemesine katılamadım. Tarihler 20 Temmuz'u gösterdiğinde koğuşta sessizce kenara geçip düşünür, 33'lere bir şiir, bir yazı yazar, duygularımı günlüğüme dökerdim. Yıllarca en çok istediğim şey ailelerimizin ve yoldaşlarımızın yanında olabilmekti.

Her Temmuz'da dört duvar arasında sınırlı imkanlara rağmen çizmeye çalıştığım karikatürlerle, yazdığım yazılarla ya da mesajlar göndererek Suruç'u anmaya çalıştım. Her Temmuz'da 33'ler için bir şeyler yapmalıyım, sorumluluğunu içimde taşıdım. Hala da her 20 Temmuz için yazmaya, çizmeye devam ederim... İçeride birlikte olduğum bir yoldaş da Ankara Gar katliamı tanığıydı. Başlarda duygularımızı yoğun yaşardık bunun yasımızı yaşayamamaktan kaynaklı olduğunu söylerlerdi. Uzun süre birkaç genç kadın küçük bir kentte dört duvarın arasında yalnız kalıp sonra onlarca kadın yoldaşın arasına karıştığımızda yıldızlaşanlarımıza dair sözler söylemek, onları düşünmek duygusal ağırlığı olan bir yerde duruyordu bizim için. Isparta'dan bu yana çokça ölüm haberi almıştık; Ayşe Deniz, Şennur anne, Medine, Şevin, üniversiteden kimi arkadaşlarımız...

Ne zaman bir ölüm haberi alsam, havalandırmaya çıkar küçük gökyüzüne bakar, oradan sonsuz ufka dalar, maviliğe bakıp düşlerde kaybolur, kuşları izleyerek yazılar/şiirler yazardım. Özellikle tutsaklığın ilk yıllarında OHAL'in etkilerini üzerimizde daha çok hissederdik ve birkaç eski gazete kupürü dışında elimizde yıldızlaşanlarımıza dair tek bir fotoğraf dahi yoktu. Suruç'ta şehit olan kadınların fotoğrafı elime bir 8 Mart kartı olarak geçtiğinde çok duygulanmıştım. Isparta'da henüz 18 yaşında Kobanêli genç bir anneyle kalmıştım. Harika resimler çizerdi, aynı dili tam olarak bilmeden 3 ayrı dilde ortaya karışık kelimelerle konuşurduk. Biz ona Türkçe kelimeler öğretirdik o da bize Arapça-Kürtçe. Bir gün bir heval, "Merve, Şirin'e ilkel komünal dönemi anlatıyor, kadın seni nasıl anlasın" diye bize takıldığında Kobanêli arkadaşın anlatımlardan dönemi anlamış olduğunu kendisinden işitti ve hep birlikte gülüştük. Şirin'den Kobanê'ye dair çok şey öğrendik. Tam da karşımızda savaş sonucunda Türkiye'ye gelmek zorunda kalan Kobanê halkından genç bir kadın, mülteci bir tarım işçisi duruyordu. İzmir'de tutsakken de Rojavalı, Kobanêli kadınlarla kalma imkanım oldu, Suruç'u anarken bu kez yanımda onlarca yıldır memleketini görememiş kadınlar vardı. 33'leri, onları anlatarak, sevdikleri türkülerle, şiirlerle şarkılarla anardık. Duvarlara inat aynı sınırsız düşleri kurup, yan yana olmak, "İşte bir aradayız, zaman-mekan gözetmeksizin birlikte ellerimiz" düşüncesini veriyordu bana. Aynı duygularla yoldaşlaşmak hissi, Kobanê'ye gitmiş kadar olduk diye düşündürüyordu.

Katliamdan sonra, yara almadan çıkanlar olarak bir araya gelmiştik ve güvenliğimiz sağlanmaya çalışılıyordu, gün içerisinde travmanın etkisi üzerimizdeydi. Olaydan sonra akşama kadar haberlere bakmamıştım, basında yanlış haberler yer alabileceğini düşünüyordum. Akşam spekülatif haberler ortadan kalktığında biz Adana'ya doğru yola çıkmıştık, iki servis aracı kadar kalmıştık. Urfa'da kalanlar yaralılarla ilgilenmekteydi, Antep'e gidenler ise cenazeleri almak için yola çıkmışlardı. Haberlere baktığımda yıllardır tanıdığım ve o gün tanıştığım onlarca insan vardı. Kiminin son sohbetinde, kiminin son çayında, kiminin son gülüşünde izi kalmıştı. Suruç'tan sonra katliamı yaşayanlar olarak hep bir arada olmaya çalıştık. Birlikte olmak bizi güçlü kıldı, ilk olarak yaralılar için dayanışma ördük. Adalet mücadelesi ilk günlerinden bu yana örülmeye çalışıldı ve bugünlere geldi.

Bugün geriye dönüp baktığımda, kendimde onlardan birer parça bulmak, onların neşesini, dayanışma ruhunu, saflığını, emekçiliğini ve tüm güzelliklerini içimde taşıyor olabilmek benim için onurdur. Suruç hayatımızın hem en güzel hem de en acı günüydü. Katliamın nedeni şuydu: Halklar arasında köprüydük, yeni yaşamın sınırsız nüveleri ve umuduyduk.

Gezi'nin gençlerini Kobanê'yle buluşturmak isterken Türkiye'deki en büyük gençlik katliamını yaşamıştık. Suruç, sol kulağımda bir çınlama olarak duruyor hala.

Bizi biz yapan şey biraz da yaşadıklarımızdır. Yaşadıklarımızdan sonra daima ileri gitmeyi kendimize sorumluluk bildik. O bahçeden çıktık, birbirimize ve tarihimize sarıldık. Adımlarımızı yıldızlaşanlarımız için de attık. Düşlerimize değen sayısız yürekle buluştuk. Eğer Kobanê'ye gidebilseydim çocuklarla birlikte resim çizip, duvarları rengarenk boyayacaktım. Birlikte çocuk oyunları oynayacaktık ve onları düşlerle de olsa her şeyden çok uzağa götürecektim.

Kobanê'ye gidemedik belki ama içerideyken Rojavalı iki minik kardeşle kalma imkanım oldu, yıllardır çocuk görememişken bir anda çıkageldiler. Kadın koğuşunda olmak onlarla komün anneler gibi kolektif olarak ilgilenmemizi sağladı. Minik arkadaşlarımızla yaptığımız modern danslar olmasa kendimi bazen anayanlı dönemde bir kadın kabilesinde gibi hissederdim. Demem o ki Kobanê'de yapmak istediklerimi başka mekanlarda farklı çocuklarla, ama illede güzel olanı, iyi olanı göstererek gerçekleştirmiş oldum. Yol bitmez, aynı coşku ve değişen yüzlerle ellerimizi uzatacağımız tüm o yerlerde olmaya devam ettik. 9. yılında tekrar ediyoruz, "Hiçbir düş yarım kalmayacak". Suruç katliamını unutma, unutturma.