25 Kasım 2024 Pazartesi

Güngör: Seçimler her şey demek değil, önümüzde yeni olanaklar sunan bir dönem var

ESP Eş Genel Başkan Yardımcısı Sıtkı Güngör, dünyanın hiçbir yerinde faşist liderlerin seçimle gitmediğini ancak halk ayaklanmasıyla gittiği örneklerini hatırlattı. ESP'nin düzeniçi sınırlara hapsolmayarak ezilenlerden yana politika üretmeye ve mücadeleye devam ettiği için sürekli gözaltı ve tutuklama saldırısına uğradığını ancak buna rağmen "nefeslenmek" adı altında bile Millet İttifakının adayı Kemal Kılıçdaroğlu'nu desteklemediğini kaydeden Güngör, ESP'nin seçimlere ilişkin ilk anda taktiğinin anlaşılmadığını ancak bugün haklılığının bir kez daha ortaya çıktığını kaydetti.

ESP Eş Genel Başkan Yardımcısı Sıtkı Güngör, seçim sonuçlarını ve sol-sosyalist hareketin seçim pozisyonunun nedenleri hakkında Politika Haber'den Cemil Aksu'nun sorularını yanıtladı. Seçim taktiğinin yanlış belirlendiğini ve sonucun da doğal olarak yenilgi olduğunu belirten Güngör, faşizm karşıtılığı ve antifaşist mücadelenin yerini giderek Erdoğan/rejim muhalifliğine, devrimci halkçı programlar yerini seçim beyannamelerine, siyasal devrimci mücadele toplumsal muhalefetçiliğe, mücadele kitlesi ise seçmene indirgendiğini vurguladı.

Güngör'ün sorulara verdiği yanıtlar şöyle:

14-28 Mayıs seçimlerinin sonuçları henüz seçim süreci ile sınırlı tartışılıyor. HDP'nin aday çıkarmaması, Emek ve Özgürlük İttifakı'nın ittifak gibi hareket edememesi, Kılıçdaroğlu'nu desteklemesi vb. Partiniz bu konulardaki tavrı ne oldu ve sonuçları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Parlamentoda açığa çıkan dizilimi ve Erdoğan'ın bir kez daha seçilmesi gibi bilinen, resmi sonuçları bir kenara koyup sonucu değerlendirerek başlayacaksak eğer, şunları söylemek mümkün. Burjuva sınıf ve devlet iktidarının içinde bulunduğu derin sorunlara çözüm yolu çıkmadı. Seçim gününe kadar bir şekilde baskılanan ekonomide ağır bir tablo oluşuyor. Yeni kabinenin açıklamalarına bakıldığında, mevcut gelir adaletsizliğini, emekçilerin yaşam koşullarını, emeğin ve doğanın sömürüsünün daha da ağırlaşacağı, faturanın emekçilerin sırtına yükleneceği bir dönemin bizi beklediğini görüyoruz. Devleti yönetme adına iki siyasal eğilime bölünen egemenlerin bu durumu ortadan kalkmış değil. AKP-MHP faşist iktidar blokunu önde tutmak kaydıyla, genel anlamda söyleyecek olursak egemenler açısından yönetememe krizi daha da derinleşti.

2017 referandumundan bu yana yasama-yürütme anlamında rolünü çoktan kaybetmiş olan parlamento, bugünkü aritmetiği ve bileşeniyle toplumun yarısından fazlasıyla ideolojik-moral anlamda da karşıtlaşmış durumda ve hiçbir şekilde güven verme şansı yok. Özellikle 14 Mayıs seçimlerindeki hile ve manipülasyonlar mevcut iktidarın zaten yaşadığı meşruiyet sorununu daha da şiddetlendirdi. Özcesi, burjuva sınıf ve onun siyasal rejimi yaşadığı iktisadi, siyasi, ideolojik krizleri aşma imkanı yaratamadı. Doğrusu, bu kadar ağır sorunları aşma şansına da pek sahip değil.

Bizim açımızdan yani işçi sınıfı ve ezilenler açısından asıl risk, faşizmin seçimle yenileceği, Erdoğan'ın sandıkla gideceği söylenerek yaratılan umut kırılmasının, yılgınlık ve toplumsal-siyasal bir çürüme yaratma zeminini oluşturmasıdır. Süreç içinde Erdoğan karşıtlığı temelinde oluşturulan söylemlerin ve seçimlere biçilen rolün gerçek dışılığı, özellikle ilerici bölüklerde derin bir hayal kırıklığı yarattı. Rejimin faşist karakteri gerçeği ve yığınla tarihsel deneyimin üzerinden atlanarak milyonlarda altı boş biçimde öyle büyük bir beklenti yaratıldı ki, sonucu hayal kırıklığı oldu. Mevcut faşist iktidar ya da yeni faşist hareketler (ırkçı-faşist Zafer Partisi gibi) bu çürüme zemininden beslenerek ömürlerini uzatabilir ya da yeni tipte umut haline gelebilirler.

Keza, az önce söylediğim gibi yasama ve yürütme anlamında hiçbir işlevi olmayan, devlet yönetimindeki etkisiz mercii parlamento için de özellikle emekçi sol güçler bakımından ileri sürülen söylemler, yayılan umut boşa düştü. Koltuk dağılımı işçi sınıfı ve ezilenler aleyhine genişledi. Özellikle mücadelemizin en temel bölüklerinden olan kadınlar ve Aleviler için parlamento daha ciddi bir ideolojik-politik saldırı merkezi haline geldi.

'EMEKÇİ SOLUN FAŞİST REJİMİN SANDIKLA YENİLMEYECEĞİNİ İDRAK ETTİĞİNE İNANMAK İSTİYORUZ'
Fakat aynı koşullar pekala yeni bir devrimci, demokratik yükselişin de olanaklarını bağrında üretir elbette. En azından fiili-meşru kitle mücadelesinden soyutlanmış, siyasal mücadelenin seçime-sandığa indirgendiği bir anlayışla faşist bir rejimin yenilmeyeceği bir kez daha açığa çıktı ve emekçi solun da bunu artık idrak ettiğine inanmak istiyoruz. Bu son söylediğim, tartışmanın derinleştirilmesi, üzerinde daha çok söz söylememiz gereken kısmı. Bugün ihtiyaç olan da bu olanakların ne olduğunu tartışmaktır.

'ADAY ÇIKARMAMANIN NE KADAR YANLIŞ OLDUĞU 14 MAYIS'TA ORTAYA ÇIKTI'
Şimdi, buradan alarak bileşeni olduğumuz HDP'nin cumhurbaşkanı adayı çıkarmayarak Emek ve Özgürlük İttifakıyla (EÖİ) birlikte Kemal Kılıçdaroğlu'nu desteklemesi, ittifakın da bir mücadele ittifakı gibi hareket etmemesine dair birkaç şey söyleyebiliriz. Partimiz son ana kadar HDP'nin tüm kurullarında uzun bir süre aday çıkarılması üzerine iç mücadele yürüttü. Bizim için önemli olan işçi sınıfı ve ezilenlerin mücadelesinin bağımsız gücünü ve taktiğini inşa etmekti. Bu, Cumhur ve Millet İttifakı adıyla iki cepheye bölünen egemenlerin karşısına üçüncü bir cephe olarak çıkmak demekti. Hem demokrasi ve özgürlükler mücadelesinin hem de ittifak politikasının en önemli noktasıdır bu. Bir burjuva blok veya partiyi de dahil ederek söylüyorum ittifakı. Ki HDP'nin büyük ve çok belirleyici bir gücü var. Ne var ki, bu yol tercih edilmedi ve güç heba edildi. Kayıtsız şartsız Millet İttifakının adayı Kılıçdaroğlu desteklendi. CHP/Millet İttifakıyla bilinen anlamda bir ittifak elbette yapılmadı ama bir tür "oy/seçmen ittifakı" diyebileceğimiz nesnel bir ittifak biçimi üretildi. Bunun temel gerekçesi de Erdoğan'ı birinci turda göndermek, "nefes almak" olarak formüle edildi. Aday çıkarmamanın ne kadar yanlış bir karar olduğu 14 Mayıs gecesi açığa çıktı. Sonuçta Erdoğan birinci turda gitmedi, halka umut olacak devrimci demokratik güçler yerine faşist rejimin tedrisatından geçmiş kriminal bir parti/ittifak ve onun ırkçı-faşist adayı "umut" oldu.

'ÖRGÜT DAİMA POLİTİKAYA GÖRE ŞEKİLLENİR'
Seçim taktiğinin yanlış belirlenmesi ve EÖİ'nin kendini kurgulama biçimi bu sonucu üreten temel faktörlerdir. Örgütsel zayıflıklar, kadro sorunları, mütemadiyen devlet terörü altında olmanız, her açıdan eşitsiz koşullarda yarışmak ise elbette diğer faktörler olarak sıralanabilir. Fakat sorunun kaynağı politikadadır, yani belirlediğiniz taktiktedir. Örgüt, daima politikaya göre şekillenir. Yanlış bir taktik politikayla doğru ve güçlü bir örgüt de çıkmaz, anlamlı siyasal sonuçlar da. Nitekim öyle de oldu. EÖİ de ne yazık ki anlamlı bir seçim ittifakı dahi olamadı. Oysa bir mücadele ittifakı dedi kendisine. Bunun anlamı ittifakın seçimle sınırlı olmadığı, bilakis seçimde kazanmak için kitleleri faşizme karşı örgütleyen, harekete geçiren bir işleve sahip olmasıdır. Böyle bir işleve sahip olmadığı gibi en büyük yanlış olan sandık siyasetine angaje oldu.
Gerek seçim taktiği, gerekse de ittifak politikaları konusunda birleşik partimiz HDP içinde bunları seçim öncesi süreçte çokça tartıştık ve parti olarak sonuç alamadık. Ancak seçimler her şey demek değil. Önümüzde yeni olanaklar sunan bir dönem var. Parti organlarımızda bu tartışmaları yaptık ve sonuçlar çıkardık. Şimdi HDP örgütlerinde de bu tartışmalar başladı. En sağlıklı sonuçları ortak akılla çıkaracağımıza ve yeni bir mücadele dönemini örgütleyeceğimize inanıyoruz.

'CHP'NİN ERDOĞAN KARŞISINDA UMUT HALİNE GETİRİLMESİ BİR SÜRECİN EVRİMİ'

Solun bu son seçimdeki yaklaşımlarının çok eskiye gitmesek bile 2000'li yıllardan bu yana evrimin sonucunda oluştuğunu düşünüyorum. Solun bu yıllarda yaptığı bazı tartışmalar var. İç savaş, faşizm gibi. Bu tartışmalarda genel olarak AKP iç savaş çıkarmak istemekle eleştirildi. Faşizm konusunda ise enteresan bir "faşizmin kurumsallaşması" diye bir teori geliştirildi. Solun bu konulardaki yaklaşımlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizin faşizme karşı ortak cephe çağrılarınız solda nasıl ve ne kadar yankı buldu?
Bugünkü sonuca yalnızca bu seçim sürecinde ulaşmadık. Bunun bir sürecin evrimi olduğu fikrinize katılıyorum. Çok uzağa gitmeye gerek yok. 2010 referandum süreci ve "askeri vesayete karşı" argümanıyla üretilen yetmez ama evetçilik temelindeki Erdoğan destekçiliği, 2019 yerel seçimlerinde "faşizmi geriletme" taktiğiyle Erdoğan karşıtlığına evrildi ve bu kez de CHP umut haline getirildi. Bunun 2023 seçimlerine uzanan güçlü bir etkisi de oldu. Bugünkü tabloyu yaratan bir sürecin kritik dönemeçleri olarak bunlar sıralanabilir.

'GERÇEĞİ HİÇBİR ZAMAN UNUTMAMAK LAZIM'
Emekçi sol hareketin iç savaş telakkisi ile "faşizmin kurumsallaşması" tezi birbirini besliyor. İlgili arkadaşlar hatırlayacaktır, AKP'nin toplumu Alevi-Sünni, laik-şeriatçı, Türk-Kürt gibi eksenlerde kutuplaştırma siyaseti iç savaş çıkarma girişimi diye eleştirildi. Halbuki bu kutuplar zaten topluma çok derinlemesine kök salmış ve faşizmin her daim dürtüklediği fay hatları. Maraş'tan Sivas'a, oradan Gazi'ye kadar yakın dönem izleği var. Emekçi sol, faşist iktidarın bu iç savaş taktiklerini öngörerek hazırlıklarını berkitmek yerine bir tür felaketçilik ile birlik beraberlik mesajları vermeyi yeğlemiştir. İktidarın toplumsal tabanının zayıfladığını hissettiği Gezi ve sonrası dönemde "meskun mahal muharebesi" ile yasal düzenlemelere gittiği gerçeğini hiçbir zaman unutmamak lazım.

'ÖZYÖNETİM DİRENİŞLERİNDE KARŞI SAVAŞTA UYGULANDI'
Nitekim bu hazırlıklar özyönetim direnişlerine karşı savaşta uygulandı. "Faşizmin kurumsallaşması" olarak öne sürülen garip teori de bugünkü politik yenilginin teorik arka planını oluşturması açısından önemlidir. Sonuçta siz ne yapacağınızı belirlerken işin ne olduğunu da tanımlamak durumundasınız. Tanımınız yanlış olursa iş yapma biçiminiz de, alacağınız sonuç da yanlış olur. Balık tutmak için ağaca çıkmak gibi bir şey bu kastettiğim.

'BU TOPRAKLARDA FAŞİZM ERDOĞAN'LA BAŞLAMADI'
Bu topraklarda faşizm Erdoğan'la başlamadı. Uzun bir tarih anlatımına girmeyelim şimdi ama CHP/M.Kemal tek parti diktatörlüğünün yarattığı sonuçları biliyoruz. Türkiye'nin NATO'ya girişi faşizmin de kurumsallaşmasının başlangıcıdır. Sonraki darbeler ise bunun kurumsallığını tamamlamak için yapılmıştır zaten. Ortada tamamlanmamış, kurumsallaşmamış bir faşizm yok. Erdoğanla başlayan bir kurumsallık da yok; o sadece kendinden önceki faşist rejimin krizine çözüm bulmak adına yeni bir biçim verdi rejime. Türkiye eğer asgari bir burjuva demokratik ülke olsaydı, bu koşullar içinde yükselen bir faşist hareketin iktidar olma süreci içinde olsaydık, örneğin, İtalya'da Meloni, Fransa'da Le Pen gibi bir olgu olsaydı faşist hareket, elbette faşizmi engelleme, yeni bir iktidarsa kurumsallaşmasına izin vermeme politikasının da, taktiğinin de bir karşılığı olurdu. Ama böyle bir ülke değil. Türk burjuvazisi tümden sağcı, faşist, sömürgeci bir burjuva sınıftır. Türkiye'de burjuva sol bir kategori yoktur. CHP tabanı önemli oranda sol, demokrat kesimden seçmen yaratmıştır, ama CHP programatik olarak ve tarihsel kodları itibariyle gerçekte sağcıdır, şovendir. 15 Mayıs sabahı Kılıçdaroğlu'nun yaşadığı trajedik siyasal dönüş ve Zafer Partisi'yle ittifak protokolü gerçek CHP karakteridir.

'BİR ÜLKEDE FAŞİZM VARSA SİYASAL MÜCADELENİN İÇERİĞİ ANTİFAŞİST OLMALIDIR'
Emekçi sol hareketin rejim analizi de, burjuva sınıf analizi de önemli oranda sorunludur. Sorun burada görülmediği sürece seçimlerden de sonuç almak mümkün değil. Bir ülkede faşizm varsa, oradaki siyasal mücadelenin içeriği doğası gereği antifaşist olmalıdır. Doğal olarak ittifaklar da, taktik politikalar da, mücadele biçimi de buna göre şekillenir. Faşizmin kurumsallaşmadığı fikrinde olursanız, o zaman seçim sürecinde ve anında her kademeden yargı mekanizmasına, YSK'ya, en küçük bürokrat olan kaymakama, sokakta polise, sandık başında AKP-MHP'li sandık görevlisine, televizyon ekranında iktidar medyasına, ajansına, her gün size küfür eden iç işleri bakanına, orduya toslarsınız. Bu son derece trajik bir durum.

'AMACIMIZ FAŞİZMİN SANDIKTA YENİLECEĞİ HAYALİNİ YAYMA KARŞISINDA ANTİFAŞİST MÜCADELE İNŞA ETMEKTİ'
Bizim rejim analizimiz bu temelde. Faşist, sömürgeci bir rejim tahlilimiz var. Dolayısıyla seçim sürecinde de taktiklerimize, söylemlerimize, çağrılarımıza, beklentilerimize bu görüş açısı yön verdi. Amacımız faşizmin sandıkla yenileceği hayalini yaymamak, seçim mücadelesini de kapsayacak şekilde güçlü bir antifaşist mücadele inşa etmekti. Sadece seçim komisyonları, müşahitlerle değil, antifaşist komitelerle süreci örgütleyelim dedik. Emekçi sol harekette bu anlamlı bir karşılık üretmedi. Devrimci sosyalist güçler çok cılız, reformist sol-sosyalist bölükler ise CHP'nin seçim stratejisine yedeklenmiş, fiili-meşru mücadele zemininden uzak bir "muhayyel gelecek" kurma çabasındaydı.

Yakın tarihimizde bence toplumsal muhalefet hareketi açısından üç önemli uğrak var: Gezi-Haziran ayaklanması ve sönümlenmesi; HDP'nin 7 Haziran seçim başarısına karşı yaşanan darbe ve Kürt özgürlük hareketinin "özyönetim direnişleri"nin kent savaşı ile bastırılması. Bu üç uğraktan geçerek bugüne geldik. Bu önemli eşiklerin solda ve HDP'deki etkileri neler oldu?
Bu saydığınız üç kritik uğrak da -ki bence bu uğraklardan biri de 6-8 Ekim Kobanê direnişidir- bize şu temel fikrin doğruluğunu gösterir: Devrim, karşı devrimi büyüterek ilerler! Gezi, Kobanê, 7 Haziran ve özyönetim direnişlerinin ilk sonuçları da budur. 2013-2015 zaman aralığında iki büyük halk ayaklanmasının yaşanması ve Türkiye siyasal tarihinde hiç olmadığı kadar birleşik ve büyük bir güçle parlamentoya girilmesi, rejim içi bunalımı derinleştirdi, ancak belirli bir anda karşı devrimi de birleştirdi. "Yenikapı ruhu", MHP'nin AKP'yle ittifakı, özyönetim direnişlerine faşist, sömürgeci ittifakla ve hatta sınırsız emperyalist destekle yanıt verilmesi bunu gösterir. Bunda bir terslik yok, devrimlerin gelişim zeminidir bu.

'FAŞİZM KARŞITLIĞI ERDOĞAN MUHALİFLİĞİNE DÖNÜŞTÜRÜLDÜ'
Ancak devrimcisi ve reformistiyle emekçi sol hareketimiz bu süreçlere yeterince hazırlıklı değildi, süreci öngörmedi, süreç içinde ya da sonrasında da pozisyon değiştirmedi, iç savaşa göre bir örgütlenmeye girişmedi. Bunun birden fazla nedeni var. Ama böylesi tarihsel hareketler bir yandan direnme motivasyonu örgütlerken diğer yandan kazanma beklentisi yaratır. Gezi, Kobanê direnişi, 7 Haziran seçim süreci ve özyönetim direnişleri fiili-meşru bir çizgiden yürümeyi zorunlu kılıyordu. Ancak bu olmadı. HDP'nin barajı aşarak parlamentoya girmesi, bununla birlikte faşist terör dalgası altında kitleden ve sokaklardan giderek kopmasını, bunun da doğal sonucu olarak parlamentarizmi geliştirdi. Ultra parlamentarist TİP, 2018'de bu zeminde ihya oldu. Faşizm karşıtlığı ve antifaşist mücadele yerini giderek Erdoğan muhalifliğine, devrimci halkçı programlar yerini seçim beyannamelerine, siyasal devrimci mücadele toplumsal muhalefetçiliğe, mücadele kitlesi ise seçmene dönüştürüldü veya niyetten bağımsız bu temelde evrildi. Dünyada seçimle giden diktatör örneği yokken, halk isyanları ve ayaklanmalarla giden çokça diktatör olduğu gerçeği unutuldu.

'HDP'DE BELİRLİ DÜZEYLERDE SİYASAL İRADE KIRILMALARI YAŞANDI'
HDP bu sürecin tam ortasında olduğu için şüphesiz karşı devrimin hışmına en çok uğrayan güçlerden oldu. Yeniden "terör" kavramı üzerinden Türk-Kürt saflaşması yaratıldı. Özyönetim talebinin üstüne top ateşiyle gidilirken siyasal hücum HDP'ye yapıldı, HDP batıdan sürülmek istendi. Sürecin demokratik zeminde kitlelere taşınamamasıyla birlikte örgütsel daralma ve siyasal çizgi kaymaları uç verdi. HDP yer yer kuruluş kodlarından ve programatik görüşlerinden fiilen uzaklaşma eğilimine girdi. Fiili-meşru mücadele zemininde büyüyen HDP, diplomasi, parlamento, sandık zeminine kaydı. Belirli düzeylerde siyasal irade kırılmaları yaşadı. Bunlar HDP'ye sürecin etkileri oldu.

'DAHA BÜYÜK CESARETİ ÖRGÜTLEMENİZİ BEKLER'
Özcesi, bahsettiğimiz uğraklar devrimci mücadelenin yükselişe geçerek yeni bir eşiğe ulaştığı momentlerdir. Ne ki, yeni eşikler sizden daha ileri adımlar atmanızı, daha büyük cesareti örgütlemenizi bekler. Elde edilen inisiyatif ve büyük güç faşizme karşı daha büyük bir direnişi örgütleme yerine muhalefetçiliğe ve parlamentoculuğa kanalize edilince sonuç bu oldu.

Seçimler vesileyle bir kez daha HDP içindeki sosyalistlerin durumu tartışılıyor. Genel olarak sosyalistlerin HDP içinde görünmez olduğu ifade ediliyor ama ekstradan sosyalistlerle ittifakın gereksizliğini de savunanlar var. Bu tartışmanın aslında şöyle bir katmanı da var; Kürt hareketi Kürt sorunu ve Kürdistan ile sosyalist hareket de emek sorunu ve Batı ile özdeşleştiriliyor? Sizin değerlendirmeniz nedir?
Geride bıraktığımız dönemde HDP bileşeni olan sosyalistlerin parti içinde görünürlüklerinin bir sorun olduğu doğru. Bunun ilk nedeni faşizm. Zaten genel olarak 6-7 yıldır HDP'nin görünürlük sorunu var. Faşizm engelliyor her biçimde. Haliyle sosyalistlerin görünmez hale gelmesi de bir yerde anlaşılır.

'KÜRT HAREKETİNİ KÜRT SORUNU, SOL HAREKETİNİ EMEK SORUNUYLA AYRIŞTIRILMASI BİR SORUN'
Fakat özellikle son bir yıl içinde izlenen ittifak politikası bu durumun öznel nedeni de oldu. Örneğin, EÖİ'nin kuruluş sürecinde "Kürt partisi HDP", "sosyalist parti TİP" algısı oluştu. Bu yanlış algının HDP'den de TİP'ten de kaynaklı nedenleri var. Bunları HDP içindeki mekanizmalarda da, HDP bileşeni olan DBP'li yoldaşlarımızla da çokça tartıştık, kimi ortak sonuçlar da çıkardık. Kürt hareketinin Kürt sorunu, sol hareketin de emek sorunuyla özdeşleştirilerek ayrıştırılması ise ayrı bir sorun. Şüphesiz bu algının oluşmasının ve giderek bunun bir kavrayışa dönüşmesinin tarihsel arka planı var. Örneğin, Türkiye sol-sosyalist hareketi açısından ele alalım. Kürt sorunu söz konusu olduğunda sosyal-şovenizmin, Kemalist ideolojinin etkisi altında. Fazlasıyla batı tandanslı. Kürt sorunuyla kurduğu ilişki egemen ulus görüş açısından önemli oranda sorunlu. Türkiye'de Kürt sorunu vardır deyip ama bu konuda hiçbir somut politika ve eylem geliştirmemenin anlamı nedir? İlle de Kürt özgürlük hareketi ile de ittifak vb. yapmak zorunda değilsiniz. Ama her şey sınıfsal diyerek Kürt sorununda pratik bir duruş geliştirmemek ateşten elini kaçırıp egemen ulus sözleşmesinin konforlu alanında kalmaktan başka bir şey değil. Durulan ideolojik zemin sorunlu olunca konjonktürel ittifak politikalarında bile anlamlı bir mücadele birliği çıkmıyor, çıkmaz da zaten.

'SOSYALİST BİR HAREKET STRATEJİSİNİ SÖMÜRGE ULUS GERÇEĞİNE BAKARAK YAPMALIDIR'
Öte yandan elbette Kürt özgürlük hareketinin de bu algıda payı var, ancak onun durumu daha özgün. Kürt özgürlük hareketi bir ulusal hareket olarak doğdu, gelişti. Bu mücadelede Kürt halkı içinde gittikçe derinleşen sınıfsal ayrışmalarla birlikte demokratik talepleri benimseyen Kürt burjuva kesimleri de kapsayan bir siyaset oldu. Bu sömürge ulus gerçeğine de uygundur. Kürt sorunu sömürgecilik sorunudur. Ama bugün Kürt sorunun demokratik, devrimci kapsamı sınıfsal, kimliksel diğer sorunları da kapsayacak şekilde genişlemiş olduğunu bizzat HDP'nin programında görmek mümkündür. Fakat bir sol-sosyalistin İzmir'den bakarak Mardin'de neden büyük toprak sahibini aday gösteriyorsunuz demesi sömürgecilik sorununu görmeyen bir saflıktır ya da ateşten kaçmanın bahanesidir. Devrimci, sosyalist bir hareket programını, strateji ve taktiklerini bu sömürge ulus gerçeğine bakarak yapmalıdır.

'HDP MİLYONLARCA EMEKÇİYLE BULUŞMALI'
Fakat bu nesnel durum HDP üzerinden ulusal kimliği fark etmeksizin milyonlarca emekçiyle buluşmasının önünde engel değil. Kürt hareketinin içinde bulunduğu nesnellik onun emekçi karakterini gölgelememeli. Kürt özgürlük hareketi milyonlarca Kürt ve Türk işçisinin iç içe olduğu kentlerde bu sosyolojiyi gören ve hepsini kesen emek karakterli politikalar da üretmeli. Basittir, madencilerin katliama kurban gittiği yerde önce HDP'liler olmalı; burjuva parlamentoda işçi sınıfını ilgilendiren gerici düzenlemelere karşı sokağı da gören bir mücadele hattı örmeli; örgütsüz milyonlarca işçinin öz örgütlerinin kurulması HDP'nin temel görevi olmalı.

'KÜRTLERE HAKKINI VERME FİKRİ BAŞ AŞAĞI DURAN BİR FİKİRDİR'
Keza, kendisine sol, sosyalist, hatta Marksist diyen parti ve örgütler şu gerçeği kavramalı: Bu ülkede demokrasiyi geliştirerek Kürtlere hakkını vermek fikri yanlıştır. Bu baş aşağı duran bir fikir. Aksine, Kürt sorununun emekçi, demokratik çözümü başarılarak demokrasi sağlanabilir, devrimin önü açılabilir. İspanya'da burjuva demokrasisi var 1978'den beri; ama Katalonya halkı ulusal bağımsızlık için referanduma gittiğinde İspanya devletinin zulmüne uğradı daha birkaç yıl önce. Bask halkı hala ulusal özgürlük talebini kazanmış değil. Nasıl açıklayacağız bu durumu? Baş aşağı durunca her şeyi ters görmek ve yorumlamak da kaçınılmaz oluyor. Her ikisinde de bir zayıflık olunca ve bunlar bir tarihsel arka planla buluşunca haliyle bu bahsettiğiniz ayrım oluşuyor.

'ESP KENDİSİNİ DÜZENİÇİ SINIRLARA HAPSETMEDİĞİ İÇİN SALDIRILARA MARUZ KALIYOR'
ESP olarak siyasetteki konumumuzu nasıl görüyorsunuz? Hepimiz biliyoruz, sürekli gözaltı, tutuklama saldırılarına maruz kaldığınızı. Buna rağmen "nefeslenme" gerekçesiyle bile Mİ ve KK destek vermeyeceğinizi açıkladınız. Bu kararınızı ve gelen tepkileri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Politik zeminden bakarak bir tanımlama yapacak olursam eğer, şunu diyebilirim; ESP, bu topraklardaki her ulustan işçi ve ezilenin politik özgürlüğü, yani devrimci demokratik iktidarı, daha basitçe söylemek gerekirse söz, eylem, örgütlenme hakkının kazanılarak güvencelenmesi için mücadele eden, öncü devrimci bir güçtür. Bizim için aslolan işçi sınıfı ve ezilen halklarımızın bu vazgeçilmez çıkarının korunmasıdır. Bu amacı zayıflatan ya da zarar veren her şey bizim karşımızdadır. Dolayısıyla siyasetteki konumumuzu da, kime karşı kimlerle ittifak kuracağımızı da, günlük siyasal mücadelede kullandığımız araç, biçim, şiar ve yöntemlerimizi de belirleyen budur. Bu amaca sadakatle bağlı olduğumuz ve kendimizi düzeniçi sınırlara hapsetmediğimiz için de çokça gözaltı ve tutuklama saldırılarına maruz kalıyoruz.

'SALDIRI ALITNDA BİLE NEFESLENME ADINA KILIÇDAROĞLU'NU DESTEKLEMEDİK'
Evet, buna rağmen "nefeslenme" adına Millet İttifakı'nın adayı Kemal Kılıçdaroğlu'nu desteklemedik; çünkü bunu "nefeslenme" yolu olarak görmedik. Sorun zaten durumu bu metaforla tanımlamakta, oluşturduğu bir algı var zira. Nefes alıp vermek yaşama belirtisidir ve bu eylem hayatidir. Nefes almazsanız boğulur, ölürsünüz. Doğru, rejimin ziyadesiyle ceberut olduğu ortada; Kürt halkının, Alevilerin, kadınların, LGBTİ+'ların yaşadıkları ortada. Bu toplumsal kesimlerin Erdoğan'dan kurtulma isteği de anlaşılır. Fakat öncü devrimci, demokrat güçler durumu böyle tarifleyemez. Nefes almakla özdeşleştirirseniz kaybettiğinizde her şeyin biteceği, boğulacağımız bilincinin oluşmasına da sebep olursunuz. Bir seçime ve sandıktan çıkacak sonuca bu kadar anlam yüklenmesi en büyük hatalardan biriydi. Seçimler ne rejimin karakterinin köklü şekilde değişmesine vesile olur, ne de devrimlerin gelişmesine. 83'te Özal gelince ülkeye demokrasi mi geldi? Hayır. Faşist 12 Eylül anayasasıyla iki, üç nesil yetişti. Tersinden 7 Haziran'da AKP/Erdoğan iktidarını düşürdük, ne geçti elimize? Devrim mi oldu? Hayır. Yerel yönetim seçimlerinde de öyle. 2019 Mart seçimlerinde batıda burjuva adaylar desteklendi, faşizmi geriletmek adına. İstanbul başta olmak üzere birçok büyükşehir belediyesi de CHP'nin eline geçti bu sayede. Ne oldu? Faşizm hangi biçimde, nasıl geriledi? Faşizmi gerilettik diyenler son seçim sonuçlarına ne diyor mesela?

'KILIÇDAROĞLU SEÇİLSEYDİ NASIL NEFES ALACAKTIK'
Bir an için Kılıçdaroğlu'nun seçildiğini varsaysak bile, nasıl nefes alacaktık? Kapitalizmin küresel krizi içinde, içi boş bir merkez bankası koşullarında yüzlerce milyar dolarlık dış borç altında, üstelik Kılıçdaroğlu ırkçı-şoven bir çizgiye dümen kırmışken, terör ve düşmanlık üzerinden siyaset yaparken nasıl nefes alacaktık? Yanı başımızdaki Yunanistan'da sosyalist SYRİZA ve lideri meşhur Çipras, İspanya'daki Podemos, iktidara geldiler de ne yapabildiler? Nefes mi aldı Yunan ya da İspanya halkı? Alamadı. Ve iki yıl geçmeden bu iktidarlar çöktü.

'KILIÇDAROĞLU DEVLET VE REJİMDEN YANA BİR BURJUVA LİDER'
Çünkü seçimler sınıfsal, toplumsal mücadelenin yalnızca belirli bir anı ve biçimidir. Önemleri ise görelidir. Burjuva partiler seçimlerle rejimi değiştirebilir ama işçi sınıfı ve halklar adına devrimci-demokratik programa sahip güçler seçimlerle rejim değiştiremez. Faşist diktatörlük ve kapitalist sömürü koşullarında seçimler yalnızca siyasi partileri ya da kişileri değiştirir, rejimi değil. Son tahlilde Erdoğan da, Kılıçdaroğlu'da devlet ve rejimden yana olan iki burjuva liderdi. İkisi de halklarımızın tek bir talebinin taahhüdünü vermedi. Vermez de zaten. Burjuva partilerin sınırı yalana dayalı vaatlerdir, hepsi bu. Onları ancak kitle mücadelesiyle kuşatır ve zorlarsanız adım atabilirler. Bırakalım ayrı bir aday çıkarmayı, böyle bir koşul da yaratılmadı, yani kitle mücadelesiyle kuşatmaya alma, halkların acil taleplerini önlerine koyma ve bu koşulda destekleme-desteklememe… Daha ilerici veya iyisi için değil, kötünün iyisi için mücadele verildi. Bu koşullarda bizim Kılıçdaroğlu'na destek açıklama durumumuz olamazdı.

'DEVRİMCİ GÖREVİMİZİ YERİNE GETİRDİK, YANLIŞ YOL SEÇİLDİ'
Devrimcilerin, sosyalistlerin görevi halka daima gerçeği söylemektir. Biz bunu yaptık. Zor ama doğru olan yolu göstermeye çalıştık; kolay ama yanlış olan yol tercih edildi, varılan yer yanlış oldu.

'TAKTİĞİMİZ İLK ANDA ANLAŞILMADI'
Taktiğimiz elbette ilk anda anlaşılır gelmedi. Bazen öncü devrimci güçlerin program, fikir ve sözleri değil, halkın kendi pratik deneyimleri yeni bir bilinç yaratır. Bugün de öyle oldu. Yine de bu süreçte konuştuğumuz, temas ettiğimiz her insanda ESP'nin taktik politikasının bir izi, verilen bir haklılık payı oldu. Elbette bu ESP'nin tek başına altından kalkabileceği bir yük değildi, birleşik mücadeleyi, 3. cepheyi örmeye giriştik, başaramadık, ikna edemedik dostlarımızı. Şimdi önümüze bakma, sonuçlar çıkarma, umudu yükseltme zamanı. Geriye bakıp "hata yaptık" demenin de tersinden "biz demiştik, haklıydık" demenin de bir kıymeti yok. Aslolan dağın ardındaki ufka doğru yürümeyi sürdürmektir.