20 Eylül 2024 Cuma

Göçmen işçiler, Ortadoğu'da sınıf mücadelesi, emekoloji, yoksulluk krizi tartışıldı

Birleşik İşçi Hareketi, Kadın İşçinin Sesi ve Limter-İş Sendikasının düzenlediği sempozyumun ikinci gününde "21. yüzyılda işçi sınıfı, ortaya çıkan tartışmalar, arayışlar, eğilimler" başlığında ikinci oturum gerçekleştirildi. Oturumda, göçmen/mülteci işçilerle işçi sınıfı mücadelesinin ortaklaştırılması, Ortadoğu'daki sınıf hareketi ve halk isyanları, emekoloji, yoksulluk krizi kapsamında sunumlar yapıldı. 


"21. yüzyılda işçi sınıfı hareketi, deneyimler, eğilimler" başlıklı sempozyumun ikinci gününde "21. yüzyılda işçi sınıfı, ortaya çıkan tartışmalar, arayışlar, eğilimler" konusunda ikinci oturumla devam etti. Bu oturumun moderatörlüğünü Mine Şirin üstlenirken, Ercüment Akdeniz "Göç, mülteci ve işçi sınıfı, emperyalizm", Kıvanç Eliaçık "2008'den bugüne dünyada ve Ortadoğu'da halk isyanları ve işçi sınıfı", Cemil Aksu "Emekoloji, işçi sınıfının ekolojisi, ekolojik yıkım, etkileri ve mücadele", Arzu Demir ise "Yoksullaşma krizi ve etkileri" konusunda sunumlarıyla katkıda bulundu.

DEMİR: 2016'YA KADAR GÖRELİ YOKSULLUK VARDI
İlk sunumu Arzu Demir yaptı. Sınıflı toplumların yoksulluk ürettiğini, kapitalizmin zenginliği üretebilmek için yoksulluğu üretmesi gerektiğini söyleyen Demir, insanların gelirinin ihtiyaçlarını karşılamadığını, eğitim, sağlık hizmetlerinden faydalanma, temiz suya erişme, sosyal, kültürel hayata katılma faktörlerini de ekleyerek yoksulluk tanımı yaptıklarını ekledi.

Yoksulluğun kategorileri olduğunu, ilk olarak göreli yoksullaşmadan bahseden Demir, "Kapitalist ekonomi büyürken işçi ve emekçilerin gelirlerinde artış olmasına rağmen, bu artışın sermaye gelirinin gerisinde kalmasıydı. Reel ücret bir yükselirken, reel kar 3-5 yükseldiğinde işçinin yoksulluğu artıyordu. Dolayısıyla işçinin yaşam koşullarında iyileşme olmasına karşın toplamda üretilen değerler içerisinde işçi sınıfının elde ettikleri küçülmüş oluyor. Ortada bir pasta var. Bu pasta büyüyor, işçinin payı kısmi oranda büyüyor, ama sermayenin payı o kadar çok büyüyor ki, işçinin payının büyümesinin bir anlamı kalmıyordu" dedi.

Göreli yoksullaşmayı hızlı kapitalist gelişme dönemlerinin önde gelen eğilimleri olarak tanımladıklarını söyleyen Demir, "Emperyalist küreselleşme döneminde, kapitalizmin var oluşsal krizi içinde, artık mutlak yoksullaşmadan bahsediyoruz. İşçi ve emekçilerin gelirlerinin reel olarak azaldığı dönemdeyiz. İşçilerin yaşam koşulları derin bir şekilde değişiyor ve sarsılıyor. Türkiye ve Kuzey Kürdistan'da işçi ve emekçilerinin yaşadığı bu. Mutlak yoksullaşma eğiliminin öne çıktığı bir durumla karşı karşıyayız" dedi.

'İŞÇİ SINIFININ PAYI SERMAYEYE AKTARILDI'
Faşist şeflik rejiminin savaş politikalarıyla birleştiğinde durumun daha derin bir hal aldığını söyleyen Demir, AKP hükümeti sürecinde 2016 yılına kadar işçi ve emekçilerin ortalama gelirlerinden GSYİH'ni gerisinde kalsa da belirli artışlar gerçekleştiğini söyledi. Bu durumun göreli yoksullaşmayı telafi ettiğini ancak 2016-2022 arasında işçi sınıfının payı ile sermaye sınıfının payı arasındaki makasın arttığına işaret etti. GSYİH yüzde 4,4 büyüdüğünü ancak işçi sınıfının bundan pay almadığını aktaran Demir, o dönemde işçi ücretlerinin yüzde 37.6'dan yüzde 29.1'e gerilediğini, işçinin kaybettiğini sermayenin aldığını, sermayenin oranının yüzde 10.6 puan arttığını söyledi.

2016 yılından itibaren mutlak yoksullaşmaya geçildiğini söyleyen Demir, reel ücretlerde düşüş yaşandığına işaret etti. İşçilerin, emekçilerin yoksulluğunun düne göre daha ağırlaştığını, yoksullaşma krizinin ağır bir şekilde karşımıza çıktığını kaydeden Demir, "Kapitalist ekonomi, sermayenin nesnel hareket yasaları kapsamında kaçınılmaz olarak devrevi krizlere giriyor. Ekonomik krizleri, ekonominin mutlak küçülmesi olarak tanımlamak gerek. Türkiye'de en son ekonomik krizin yaşandığı 2019'un ilk yarısı, ekonomi birinci çeyreğinde yüzde 1.5, ikinci yarısında yüzde 1.6 oranında daralıyor. 2019'un ikinci yarısında ekonomik toparlanma sürecine giriliyor ancak dünyayı sarsan korona ile karşı karşıya kalıyor. 2020 baharında bir daralmayla karşı karşıya kalıyor. Ancak 2022'nin ikinci yarısında yeniden büyüme trendini sürdürüyor. 5.7 büyüme rakamını açıklıyor iktidar" ifadelerini kullandı.

'KAPİTALİST SİSTEM SÖMÜRÜYÜ TALAN BOYUTUNA TAŞIDI'
Sermayenin büyüdüğüne ilişkin verileri açıklayan Demir, "Ortada bir kriz var bu krizi emekçiler yoksulluk krizi olarak yaşıyor. Fakat kapitalizm bakımından böyle bir krizden bahsetmek mümkün değil. Kapitalist sistem sömürüyü talan boyutuna dönüştürmüş durumda. Emekçilerden zenginlere sermaye aktarımı söz konusu. Sosyal yaşam standartları düşüyor, reel ücretler düşüyor. İçerisinde bulunduğumuz durum yoksulluk krizi" diye konuştu.

'İŞÇİ GREV VE DİRENİŞLERİ ARTTI'
Yoksulluk krizinin sonuçları ve olası ayaklanmalara ilişkin de değerlendirmelerde bulunan Demir, koronavirüs salgını öncesinde ve 2007'den önce ekmek ayaklanmaları yaşandığını hatırlattı. Türkiye'de 2022 verilerini hatırlatarak, "yasal, yasadışı işçi grevleri", "sendikalı, sendikasız işçilerin" direnişlerinin yaygınlaştığını söyleyen Demir, yoksullaşma krizinin sonucu olarak ayaklanmaların yaşanabileceğini vurguladı.

Mülteci işçiler ve mülteci düşmanlığının artması ve bunun karşısında mülteci işçilerin nasıl örgütleneceğinin önemli bir yerde durduğunu söyleyen Demir, "Avrupa'da da mülteci düşmanlığı çok yaygın. Avrupa seçimlerinde yeni faşist partiler, hareketler çıkış yaptı. Ve bunlar tüm politikasını mülteci düşmanlığı üzerinden inşa ettiler. Bu da yoksulluk krizi bağlantısıyla tartışılmalı" diye ekledi.

Yoksulluk krizinin başka toplumsal sonuçları da olduğunu söyleyerek, toplumsal çürüme riskine işaret eden Demir, kadınların merkezinde durduğu dayanışma ağlarının bunu engelleyebileceğini söyledi. Demir, osyal medya fenomenlerinin hayatlarına özenme, onların konuşulmasının yoksullaşma kriziyle ilişkisi olduğu değerlendirmesinde bulundu.

ELİAÇIK: TUNUS AYAKLANMASININ ARDINDA İŞÇİ HAREKETİ VARDI
"2008'den bugüne dünyada ve Ortadoğu'da halk isyanları ve işçi sınıfı" başlığında sunum yapan Kıvanç Eliaçık konuşmasına, Süleyman Yeter şahsında işçilerin eşitlik, özgürlük mücadelesinde ölümsüzleşenleri anarak başladı.

Tunus ayaklanmasının Muhammed Buazizi'nin kendisini yakması, Kahire'deki eylemlerin Facebook çağrısıyla başlamadığını söyleyen Eliaçık, ayaklanmanın ardında işçi hareketi olduğunu vurguladı. Orta sınıf ayaklanma, twitter devrimi, sosyal medya aracılığıyla başlayan ayaklanma tarifi yapan batı basınının amacının işçi sınıfını yok saymak ve sosyalist hareketleri karalamak olduğuna dikkat çeken Eliaçık, "Büyük bir birikim var ve işçi sınıfının, emek hareketinin birikimi. Wall Street, ABD ve finans kapitalin merkezinde eylemler oldu, İspanya'da Öfkeliler eylemleri oldu. Gezi Parkı eylemlerini dahil edebiliriz. Bunlar küçümsenmek için sosyal medyada patlak veren eylemler olarak tanımlandı. Biz şaşırdık bu eylemler başladığında, bu bizim cehaletimizden kaynaklı. Bu cehalet giderek Türkiye'de yabancı, göçmen düşmanlığı olarak adlandıracağımız cahillik, önyargı, ırkçılığa varan bir durum söz konusu" dedi.

KESREVAN KOMÜNÜ DENEYİMİ
Bölgenin bilinmediğini, komşu ülkelerin toplumsal hareketleri; sendikaların iyi bilinmediğini söyleyen Eliaçık, yeni yayınlanan kitabını hazırlarken sendikadaki arkadaşlarından "Arap dünyasında sendika mı var, toplumsal hareket mi var" şeklinde ırkçı tepkiler aldığını aktardı. Arap dünyasında Türkiye'den çok daha eski sendikal hareket  olduğunu söyleyen Eliaçık, dünya tarihindeki ilk grevinde 12. yüzyılda piramitleri yapan kölelerin gerçekleştirdiğini bilgisini aktardı. Ortadoğu'daki işçi hareketinin Osmanlı dönemindeki çiftçi ayaklanmalarıyla başlatılabileceğini söyleyerek, Ortadoğu'nun Paris Komünü olarak nitelendirilen 1859'daki Lübnan'daki Kesrevan Komünü deneyimini anlatan Eliaçık, özsavunması, ortak mülkiyet ve yönetime ortak katılım ilkelerine dayalı bu çiftçi cumhuriyetinin ilkel demokratik konfederalizm deneyimi olduğunu vurguladı.

Bu deneyimin Ortadoğu'daki sendikal harekete halen ilham verdiğini söyleyen Eliaçık, Kesrevam Komününe önderlik eden Tanyus Şahin'in fotoğraflarının bugün hala Lübnan'daki sendikaların binalarında Che Guevara'nın fotoğraflarıyla birlikte asılı olduğunu belirtti.

'İLK SENDİKA 1903'TE MISIR'DA KURULDU'
Bölgedeki ilk sendikanın 1903 yılında Mısır'da tütün işçileri arasında kurulduğunu, sanayileşmeyle birlikte işçilerin sendikalarla hak arayışlarına başladığını belirten Eliaçık, "Sendikaların düzenlediği grevler, iş bırakmalar, sabotaj eylemleri işgalcilere karşı ulusal kurtuluş mücadelelerinin en ileri araçları haline geliyor. Ulusal kurtuluş mücadelesinedn sendikaların önemil bir yeri var. Bu sayede toplum nezdinde saygınlık kazanıyorlar. Ulusal bağımsızlıktan sonra işçi sınıfı ulusal kurtuluş sırasında yoldaşlık ettiği burjuva fraksiyonların ihanetine uğruyor. İşçileri sömürmeye ve sendikaları kontrol altına almaya çalışıyor. Böylece bağımsızlık mücadelesinden sonra sendikalar, sendikal bağımsızlık mücadelesi vermeye başlıyorlar. Bazı Arap ülkelerinde antiemperyalist, kamucu politikalar izlense de otoriter yönetim arasında sendikaları bastırma, işçi sınıfını kontrol etme aracı olarak kullanmaya çalışıyor. İşçiler bazı haklar kazansa da sendikalar bağımsızlığını kaybediyor. Neoliberalizm, özelleştirme dalgaları başladığında işçi sınıfı verilmiş hakları koruyamaz hale geliyor" dedi.

'TAHRİR MEYDANINDAKİ EYLEMLER İŞÇİLERİN DİRENİŞ BİRİKİMİNE YASLANIYOR'
Tunus'ta Yasemin Devrimi sonrası diktatörün devrildiğini, Mısır'da ise diktatörün halk ayaklanmasıyla devrilmediğini söyleyen Eliaçık, "Tunus'ta bağımsızlığını koruyan sendika varken Mısır'da devlet kontrolünde sendikalar var. Mısır'da buna rağmen her zaman bağımsız sendikalar veya sendikasız grevler devam ediyor. Bunlar Tahrir Meydanı eylemlerinde kendini gösteriyor. Tahrir Meydanındaki eylemlerin arkasında 2004-2009 arasında tekstil, organize sanayi bölgelerindeki birikimler var arkasında. Lübnan'da Arap Baharında ele alabileceğimiz farklı mezheplerden, farklı etnik gruplardan işçiler, sendikalarda, grevlerde bir araya geliyor. Lübnan tamamen bölünmüş durumda, ama farklı mezheplerden, etnik gruplardan yurttaşların bir araya gelebileceği tek yer sendikalar. Benzer durum Irak için de geçerli" ifadelerini kullandı.

'FİLİSTİN'DE SENDİKALAR İŞÇİ SINIFI MÜCADELESİNİN YANI SIRA ULUSAL KURTULUŞ MÜCADELESİNDE YER ALDI'
Filistin'de 1920'lerde kurulan sendikaların önce İngiliz mandasına karşı sonra İsrail işgaline karşı mücadelede yer aldığını, intifada eylemlerine en iyi kadrolarıyla katıldığını, genel grevler, sabotajlar, sokak gösterileriyle destek verdiklerini söyleyen Eliaçık, bir yandan işçi sınıfının mücadelesini yürütürken, diğer yandan Filistin ulusunun kurtuluş mücadelesinde yer aldıklarına dikkat çekti.

Filistin'in işgal nedeniyle sanayinin gelişmediğini, siyonist bakış açısının Arap işçileri tasfiye ederek Yahudi iş gücünü öne sürdüğünü yoğun bir işsizlik yaratıldığını söyleyen Eliaçık, "Sendikalar Filistin'de ayakta kalan belki de tek kurum, diğer sivil demokratik kurum işleyemez durumda. Yine Ortadoğu'nun tüm ülkelerinde Filistinli sendika öncüleri görüyoruz. Gittikleri ülkede iş arkadaşlarını örgütleyerek sendika kuruyorlar" bilgilerini paylaştı.

'FİLİSTİN SENDİKALAR AKSA TUFANI OPERASYONUNU DESTEKLİYOR'
Direniş örgütlerinin siyonist İsrail'e karşı 7 Ekim hamlesinin, "Hamas'ın İsrali'e saldırısı, bir konsere saldırısı" şeklinde haberlerle maniple edildiğini söyleyen Eliaçık, 7 Ekim günü öğleden sonra Filistin Sendikalar Konfedarasyonu'ndan DİSK'e bir mektup geldiği, bu mektupta, Aksa Tufanı'ndan Filistin direnişinin işgal güçleriyle çatışması olarak bahsedildiğini, Aksa Tufanı Ortak Operasyonu sırasında hayatını kaybedenlerden 'şehitlerimiz' diye bahsedildiğini aktardı.

Filistin'deki sendikaların Aksa Tufanı operasyonunu desteklediğini, "Nehirden denize özgür Filistin" sloganını sahiplendiğini, bugün de Gazze'de yıkılmamış hayatta kalmış son binaların sendika binaları olduğunu söyleyen Eliaçık, "Onlar sağlık merkezi veya yardım merkezi olarak kullanılıyor. Dün Şifa Hastanesi yeniden inşa edildi, büyük oranda uluslararası yardım kuruluşları ve sendikaların desteğiyle yeniden kuruldu" diye konuştu.

'ENTERNASYONALİST OLMALI SENDİKAL HAREKET'
Türkiye'de yabancı düşmanlığının, özellikle Araplara karşı ırkçılığın arttığını söyleyen Eliaçık, "Türkiye fabrikalarda yüz binlerce Odrtadoğulu mülteci/göçmen var harekete katmamız gerek. Bunun yolunu öğrenmemiz gerek. Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da Türkiyeli sermayedarlar yatırım yapıyor, çok kötü koşullar ve işçi sömürüsüne dayalı sistem var. O ülkelerdeki işçilerle dayanışma içinde olmamız lazım. Libya'da bir inşaat firmasının işçileri sömürdüğünü duyarsak onlarla dayanışmalıyız. Tam tersine Arap sermayesi Türkiye'de yaptırım yapıyor, o konuda da uyanık olmamız, Arap dünyasındaki sendikalarla beraber dayanışmayı geliştirmemiz gerekiyor. Enternasyonalist olmalı sendikal hareket" diye vurguladı.

AKDENİZ: 169 BİNİ İŞÇİ 280 MİLYON İNSAN GÖÇMEN DURUMDA
Göç, mültecilik, işçi sınıfı ve enternasyonalist mücadeleye ilişkin Ercüment Akdeniz sunum yaptı. Komünist işçi önderi Süleyman Yeter'i anarak söze başlayan Akdeniz; göç, mültecilik, işçi sınıfı ve enternasyonalizm arasındaki bağlara işaret etti. 280 milyon insanın dünyada göçmen durumunda olduğunu, 169 milyonunun çalışan işçiler olduğunu kaydeden Akdeniz, "İşçi sınıfının içinde olduğu bir göç konusunu konuşuyoruz. Adam Haline'ın önemli bir saptaması var, 'göçmen hakları bu sayılar yüzünden özünde işçi hakları.' Toplumların tarihi işçi sınıfı mücadelesi tarihidir diyoruz, Avrupa medeniyetinin inşası Afrikalı kölelerin işgücü transferiyle sağlandı. O zaman göçler, sınıf mücadelesinin neresinde. Burada sosyalist hareketin güncel tartışması var; ekoloji, göç sorunları konuşulduğunda kimlik siyaseti olarak çabucak damgalanıp kenara atılıyor. Hiç öyle değil tamamen işçi sınıfının sorunlarını konuşuyoruz" dedi.

'GÖÇ KONUSUNDA 2. ENTERNASYONALİN AMSTERDAM DEĞİL STUTTGART KONFERANSINA BAKMALIYIZ'
2. Enternasyonal'e ilişkin bir fotoğraf paylaşan Akdeniz, "1904 Amsterdam konferansı ile 1907 Stuttgart konferansı arasında çok önemli bir tarihsel kırılma var. Enternasyonalin sağ kanadı, göçler işçi sınıfının işine gelmiyor, kapitalizm ve burjuvazi göçleri istiyor, bu hem yerli işçilerin kazanımlarını baskılıyor hem de ilerlemeyi durduruyor. Bu yüzden sosyalistler göçlerin alımına ve sınırların açılmasına karşı çıkmalılar diyorlar. Ve bu 1904 oturumunda kabul ediliyor. Ancak üç yıl sonra Stuttgart kongresinde kırılıyor. Karl Liebknecht ve Spartakistlerin rolünü hatırlatmak lazım. Belirli ulusların ve ırkların ülkeye göç etme hakkından dışlanmasına karış tutum alınıyor, sınırların açılması, ortak örgütlenme ve ortak mücadele çizgisi konuyor. Yüz yıllık bir hikaye bu. Yüz yıl sonra sosyalistler nasıl davranmalı dediğimizde sosyalistlerin anayasası ve siyasal rotasını çizen Amsterdam değil Stuttgart konferansı" vurgusu yaptı.

'PATRONLARIN GÖÇMEN İŞÇİLERİ GREV KIRICI OLARAK KULLANMAMASI İÇİN ORTAK ÖRGÜTLENME'
Karl Liebknecht'in Stuttgart konferansında göçmen işçilerden yana konuşma yaptığını, patronların göçmen işçileri grev kırıcı olarak kullanmasının önüne geçmek için örgütlemek gerektiğini söylediğini aktaran Akdeniz, patronların göçmen işçileri grev kırıcı olarak kullanabileceğini, ancak bunun karşısına ortak örgütlenmeyle geçilebileceğine işaret etti.

Bugünkü enternasyonalin sosyalist olmadığını, sosyal demokrat olduğunu, CHP Genel Başkanı Özgür Özel'in başkan seçildiğini hatırlatan Akdeniz, Özel'in toplantıdan döndükten sonra partisindeki Tanju Özcan gibi ırkçılara ayar verdiğini ancak gerçek hikayenin bu olmadığını vurguladı.

Akdeniz, "AB'nin yeni göç ve iltica paktı var. AB konseyinde ve Avrupa Parlamentosunda bu kararlar alındı. Bu pakt kabul edildi, mülteci haklarını yok sayan, göçmenlere savaş açan kararlar uygulamaya geçildi. Sınırlarda önlemleri sertleştir, göçmen deposu ülkeler, hatta belediyeler yarat Türkiye gibi, mültecileri deport et yerine geçici sözleşmeli göçmen işçileri transfer et, kelle başına ülkelere 20 euro esaret parası ver, kampları dışarı çıkart, eziyeti artır. Bu kadar sert önlemler geldi. AP kim AB Konseyi kim. Ağırlıklı olarak sosyal demokratların, yeşillerin olduğu partiler. Bu kararları onlar alıyor. Neden? AP seçimlerinden aşırı sağ diye ifade edilen neofaşist partiler çok güçlü çıktı. Ve bu erken seçimlere yol açtı, göçmen düşmanlığı kartını çok iyi kullandılar. Avurupa'nın sosyal demokratları, Avrupa Sosyalist Enternasyonali diyor ki; dünyada neofaşistlerin yükselmesi tehlikelidir. Aşırı sağa karşı mücadele etmemiz için göçmen düşmanlığı kartını onların elinden almamız, daha da sertleştirmemiz lazım. Dolayısıyla Avrupa'nın sosyal demokrasisi dünyaya da yayılan çizgi olarak dünyada mültecilere karşı muharebenin öncü gücüdür. Bu çizgi Türkiye'yi de içine hızla çekiyor" diye konuştu.

'YENİ BİR KARANLIK TÜNELE GİDİYOR DÜNYA'
İki yüzyıl karşılaştırması yapan Akdeniz, İtalyan faşistlerinin sanayi ve emeği temsil eden çarkları, faşizmi temsil eden bir baltanın olduğu görseli aktardı. Faşizmin işçi sınıfı ve sendikalara oynayarak kitle tabanı elde ettiğini, Meloni'nin Mussoli'nin mirasını devralarak ilerlediğini söyleyen Akdeniz, "Büyük bir savaşa doğru gidiyoruz. 1924 İspanyol gribi pandemisi sonrası, bugün koronavirüs pandemisi sonrası. 1924'te buhran vardı bugün de yapay zeka, işsizlik, ekolojik yıkım gibi farklı sorunlar, çok uluslu tekellerin baskısı var. Yabancı düşmanlığı, ırkçılık yeni sömürgecilik vardı 1924'lerde, bugün kitlesel göçler, yabancı düşmanlığı, şovenizm var. Benziyor. Yeni bir karanlık tünele gidiyor dünya" aktarımı yaptı.

Sadece göç sorununu değil, göç sorunu üzerinden faşizmin yeniden dizaynını konuştuklarını ve faşizme karşı mücadelede temel öznenin göç sorunu olarak görülmesi gerektiğinin altını çizen Akdeniz, "Dünyada sendikalar, işçi sınıfının haklarına işsiz proleterlerin taleplerine, lümpen proleterlerin taleplerine daha çok ilgili. O taleplerle göç hareketi arasında bir karşıtlık kurarak kitle desteği sağlıyor aşırı sağ partiler. Türkiye'de henüz öyle değil Zafer Partisi gibi yoğun göçmen düşmanlığını kullanılıyor, bunun toplumda karşılığı var ama yeni yeni sendikal alana, işçi sınıf taleplerine, orayı yedeklemeye doğru ilerliyorlar" dedi. 

'LEZİTA DİRENİŞİNDE PATRONLAR HİNDİSTANLI İŞÇİLERİ GREV KIRICI OLARAK GETİRDİ'
Lezita direnişinde patronların grev kırıcılığı için Hindistan'dan işçi getirdiğini hatırlatan Akdeniz, alana giden Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ'ın Lezita'da konuşmasını kesmek için 10. Yıl Marşı çalındığını, Özdağ'ın da Hindistan'dan getirilen işçilere dikkat çektiğini söyledi. Özdağ'ın bu politikası büyürse durumun çok vahim olacağını söyleyen Akdeniz, göç politikalarının boş bırakılamayacağını belirtti. Lezita direnişinde yer alan sendikacı Göksel Şengül'ün esasen yabancı işçileri savunduğunu ancak Türkiye'ye yabancı ve mülteci işçi getirilmesine karşı çıkmak gerektiğini söylediğini aktaran Akdeniz, "Türk-İş, Hak-İş ve DİSK'in geleneksel yaklaşımına baktığımızda DİSK biraz daha farklı. Ama sahada karşılığı yok. Sadece solun değil mücadeleci sendikaların da göç politkalarında strateji üretmesi lazım. Bir de L20 sendikacıları var. Dünyanın önemli konfedarasyonları katılıyor maalesef Türkiye'den de katılıyorlar. Sendikacılar dünya kapitalizminin kalkınması için patronlara göçü kullanın, fırsat olarak değerlendirin diye akıl verdi. Kapitalizm, emperyalizmin merkezi olarak göç politikalarının stratejisini üretiyor, partileri arkasından sürüklüyor ama en acısı dünya sendikal hareketi de arkasına takmış durumda. Uluslararası sendikal harekete ihtiyaç var" diye konuştu.

'SAYA İŞÇİLERİ SURİYELİ İŞÇİLERLE BİRLİKTE DİRENİNCE KAZANDI'
2015 İzmir Işıkkent sanayi sitesinde ayakkabıcıların yürüyüşünde "Suriyelileri istemiyoruz" dövizleri taşındığını, işçilerin bu eylemlerinde hiçbir hak elde edemediğini, Suriyeli işçi sayısının arttığını hatırlatan Akdeniz, 2017'de Suriyelilerle birlikte direnen Işıkkent işçilerinin direnişi kazanımla sonuçlandırdığını vurguladı. 90'lı yıllarda Kürt sorunu nasıl turnusol ise bugün göç/mülteci konusunun aynı pozisyonda olduğunu kaydeden Akdeniz, "Dünyanın ve kentin bütün işçileri, ezilenleri birleşin derken yanına göçmenleri de ekleyebiliriz. Göçmenlerle birleşin onlarla birleşmeden bu işi yapamazsınız. Neofaşizm ve kapitalizm göç stratejisine karşı karşı strateji kurma ihtiyacımız var. Bu strateji bence kurulmadı. Gerçek bir sosyalizm, göç politikalarında, gerçek bir işçi enternasyonalizmi, Türkiye ve dünyada ortak bir akıl gerekiyor" diye konuştu.

AKSU: EKOLOJİ HAREKETİNİN SINIFLA BAĞI NEDİR
İşçi sınıfının ekolojisi, ekolojik yıkım etkileri ve mücadeleye ilişkin sunum için Cemil Aksu söz aldı. Aksu, "Polen Ekoloji Kolektifi olarak hem ekolojinin hem de sınıfın ajandasına dair bir tartışma açıyoruz. Emekoloji tartışmasını bu yüzden ortaya sürdük. Hem ekoloji gündeminin işçileri nasıl etkilediğini, işçi sınıfının ekolojiyle neden ilgilenmesi gerektiği sorusuna cevap üretmek gerekiyor. Ekoloji hareketinin sınıfla bağı nedir, sınıfın ekoloji hareketinde ne gibi rolü olabilir? Bu sorulara cevap aramaya çalışıyoruz" dedi.

'İŞÇİ SINIFI EKOLOJİ SORUNUYLA İLGİLENMELİ'
Marksist bir ekoloji mücadelesinin önemine dikkat çeken Aksu, emek ve ekoloji meselesinin farklı kuruluş biçimleri olduğunu söyledi. "Birincisi; işçi örgütleri, sendikalar, ekolojik sorunlara dair açıklamalar yapsın diye ifade ediliyor. Elbette olsun, sendikalar da doğanın, hayvanların katledilmesine karşı çıksın, gündemine alsın diyoruz. Ama emekoloji tartışması bununla sınırlı değil. İkinci bir yaklaşım da hem ekolojik yıkımlara hem de yıkımlara neden olan hem de emeğin sömürülmesindeki failin, öznenin şirketler ya da şirketlerin hükümetleri olması itibariyle ortak bir düşman tanımı üzerinden bu iki hareketin birleştirilmesi gerektiği savunuluyor. Bu da doğru ama biz emekoloji tartışmasıyla buradan da farklı bir tartışma açmak istiyoruz. İşi direkt ekolojim yıkımların şirketlerin faaliyetleri olmaktan çıkarıp bizzat emek sermaye çelişkisinin mekanı olan fabrikaya yeniden üretim süreçlerine getirerek tartışmak istiyoruz. Ekolojik yıkım tartışmalarının değişik boyutları, değişik görüngüleri olmasına rağmen işçi sınıfının sadece diğer ekolojistler, çevrecilerle dayanışma, destek ilişkisinden çok bizzat kendi durumunu değiştiren, etkileyen koşulları değiştiren mücadele olarak tanımlamak. Yan bir faaliyet değil öz bir faaliyet olarak ekoloji mücadelesinde yer alması, ekoloji sorunuyla ilgilenmesi gerek" dedi.

'İŞÇİ SINIFI KENDİ PROGRAMINI, POLİTİKASINI GELİŞTİRMEZSE EKOLOJİK YIKIMIN FATURASINI ÖDEMESİ GEREKECEK'
İşçi sınıfının ekoloji meselesiyle neden ilgilenmesi gerektiğine dair Aksu, "Evet işçi sınıfı ekonomik krizler, siyasal krizlerden etkileniyor. Ama hepimizin gördüğü gibi ekolojik ve ekolojik krizin görüngüleri sürekli artıyor. Ve her geçen gün ekolojik yıkımın şiddetinin, etkisinin, derinliğinin çok daha yoğunluklu olarak yaşıyoruz. Aşırı sıcaklar bile farklı ülkelerde bir sürü insanın ölümüne neden oldu ve bu aşırı sıcaklarda işçiler ağır sömürü koşullarında çalışmak zorunda kalıyor. Ya kalp krizi geçiriyor ya da güneş çarpmasından ölüyor. Bu somut olgularla bile ekolojik krizin boyutlarını işçi sınıfı en ağır şekilde yaşıyor. Bunun ötesinde de bazı konulardan dolayı ilgilenmesi gerek. Toplumsal alandaki mücadelede önder güç olmak istiyorsa -işçi sınıfı mücadelesi hegemonik bir mücadeledir- toplumsal mücadeleyle ilişki kurması lazım. Diğer taraftan iklim krizi üzerinden burjuvazinin bir hegemonya kurduğunu görmek gerek. Burjuvazi var oluş krizi ya da başka krize çözüm modeli geliştirmeye çalışıyor ve bu modeldeki egemenler arasındaki rekabette de toplumsal sınıfları çözüm modellerine yedeklemek ve belli faturaları ezilenlere yüklemek açısından siyaset geliştirdiğini, bu açıdan da yeşil ekonomi, yeşil yeni düzen, yeşil mutabakat, yeşil enerji, adil geçiş gibi kavramlar etrafında sürdürülen tartışmalarda da bu dönüşümün faturasının ezilenlere yıkılmaması açısından dahil olması gerek. İşçi sınıfı kendi programını politikasını geliştirmek zorunda. Aksi takdirde bunun da faturasını gene işçilerin ödemesi gerekiyor" ifadelerin kullandı.

'EKOLOJİ VE İŞÇİ SINIFININ KARŞI KARŞIYA KALDIĞI SORUNLARI SINIFSAL TEMELDE ELE ALMALIYIZ'
Ekolojik krizin etkilerinin sosyalistler iktidara geldiğinde de süreceğinden buna karşı mücadelede işçi sınıfının bir program önermek zorunda olduklarını söyleyen Aksu, "Dönemselleştirme açısından yarım asırdır ortaya çıkan birçok hareketin sonrasında, hatları değişse bile işçi sınıfının öznelliğini, sınıf mücadelesinin merkeziliğini arka plana atıyor. Politik ekoloji hareketi sınıfı dışlayan bir hareket olarak doğdu ama bizim bu hareketlerin işaret ettiği sorunlarla ilgilenmemizin önünde barikat oluşturmaması gerek. Ama bugün karşı karşıya kaldığımız hem ekoloji hareketinin karşı karşıya kaldığı sorunları hem de işçi sınıfının karşı karşıya kaldığı sorunları açısından sınıfsal temelde yapmak. Bu konularda bilgi, politika üretmek zorundayız" vurgusu yaptı.

İşçilerin üretimde kullanılan maddeler; gazlar, kimyasalların çalışma sırasındaki etkileri; atıkları işçilerin mahalleye, evlerine taşımasını ele alarak, bizzat işçinin bedeninde, yaşam koşullarında, ailesinde ne gibi bedele neden olacağı sorunların altını çizdiklerini kaydeden Aksu, ekoloji mücadelenin doğa mücadelesiyle sınırlı tutulmaması gerektiğini belirtti. İşçinin kendi bedenindeki yıkımla ekolojik yıkımdan hareketle mücadele yürütmek gerektiğine dikkat çeken Aksu, "İşçi dediğimiz şey kendi olmaktan çıkmış bir varlığa dönüşüyor" dedi.

'EKOLOJİ ÖRGÜTLERİ SINIF MÜCADELESİNE DİKKAT KESİLMELİ'
"İşçi sınıfının yaşamını ve varlık koşullarını değiştirmesi açısından ekolojik politikalar, örgütlenmeler geliştirmesi gerekiyor" diyen Aksu, somut tartışmanın meslek hastalıkları üzerinden yapıldığını söyledi. Meslek hastalıkları ya da yavaş ölüm olarak addedilen işçilerin maruz kaldığı kimyasallar, gazlardan, stresten kaynaklı yavaş ölüm nedeniyle her yıl 20 bin işçinin ölümüyle karşı karşıya olduklarını dile getiren Aksu, "İşçi sınıfının fiziken var olma koşullarını tehdit eden bir olguyla karşı karşıyayız" vurgusu yaptı. Aksu, Türkiye'de işçiye meslek hastası tanımı konmadığını, öte yandan işçinin de hasta olduğu ortaya çıktığında başka bir alanda, işyerinde çalışamayacağı için meslek hastalığı tanımı konmamasını istediğini kaydetti. Türkiye gibi ülkelerin emperyalistlerin hammadde ihtiyacını karşılaması durumu olduğunu söyleyen Aksu, bunların yarattığı ciddi bir kirlenme olduğunu belirtti. Sadece havanın, suyun, toprağın kirlenmesi değil sofraya getirilen ekmeğin, sofranın zehirlenmesi, çalışarak ölme meselesinin slogan olmanın çok daha ötesinde olduğunun altını çizen Aksu, "Fabrikalardaki işçilerin zehirlenmesi, atıkların neden olduğu emekçi mahallelerdeki halk sağlığı sorunlarının ele alınması, sendikaların kendi üye işçileriyle yapacağı çalışmalarla bu konudaki farklılığı artırması, belli havzaların ele alınarak bu konularda örgütlenme, mücadelenin geliştirilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Ekoloji örgütlerinin de bu konulara dikkat kesilmesi gerektiğini düşünüyoruz."