24 Kasım 2024 Pazar

Faşistlerin kara günleri

Kiminin ilâhî kılıflara sokarak ellenmez kıldığı, elde kılıç kutsadığı, öbürünün belde silah koruduğu şu cisimleşmiş kudretin kofluğu, yıkık binaların küflenmiş duvarlarından parçalar misali ortaya döküldükçe kahroluyorlar.

Elbette hayır. Deprem felaketinden ötürü üzüntülere gark oldukları için değil. Kaybedilen insan hayatlarına yanıyor, varını yoğunu yitirmiş insanların gelecekleri için kaygılanıyor falan değiller. On yılların menfaat düşkünlükleri, açgözlülükleri, sorumsuzlukları, bencillikleri sonucunda, bile isteye böyle bir felaket ortamı yaratmış olmanın utancını taşıyor değiller. Doğal afetin tahrip kuvvetini insan eliyle yüze katlayan devlet kültünü olanca ikiyüzlülüğü, merhametsizliği, hainliğiyle yaşatmış, dokunulmaz kılmış, dokunmaya kalkanı paramparça etmiş olmaktan ötürü utanıyor değiller. Utanç zaten tanımadıkları duygudur. Kiminin ilâhî kılıflara sokarak ellenmez kıldığı, elde kılıç kutsadığı, öbürünün belde silah koruduğu şu cisimleşmiş kudretin kofluğu, yıkık binaların küflenmiş duvarlarından parçalar misali ortaya döküldükçe kahroluyorlar. Ne edeceklerini bilemiyorlar. Kâh sevdiklerinin cenazesine ulaşma derdindeyken feryat eden depremzedeyi tehdit ediyorlar kâh felaketin gözle görülür, elle tutulur, kulakla ve yürekle işitilir hallerini uzaktakilere iletmeye çabalayan gazetecileri itip kakıyorlar. Yaralanmış bir halkı daha da berelemek için öfkesini onun üstüne boca eden yetkili tayfanın paçasına yapışmış, kahır içerisinde kendi sahneden silinişlerini izliyorlar. Türlü engelleri aşıp insanlara dokunabilenlerin ellerine vuramadıkça, şahlanmış sivil inisiyatifin yardım gayretlerine engel olamadıkça, içlerindeki bütün fenalıklar tek duyguda birleşiyor: Hasetten çatlamak üzereler.

Buradaki gerilim, toplumumuzun, memleketimizin hemen bütün sorunlarına ışık tutan bir kocaman el fenerine enerji sağlıyor. İndirgeye indirgeye erittiği, yok ettiği, kanlı çamurlu zeminlerde zar zor seçilebilen, balgam kıvamında bir pisliğe dönüştürdüğü kimliği ve elinde kaldığı kadarıyla haysiyetini kendine "devlet" diye tarif ederek tapındığı madenî cisme yapıştırmış güruh, tek işle meşgûl: Ortama kim hakim olacak?

Oysa, basitçe, sevdiklerini ve elinde avucunda ne varsa hepsini bir anda kaybetmiş onca insana yardım edebilmek, destek olabilmek, mümkünse teselli edebilmek dışında kayda değer iş yok yapılacak. Daha önemli görev de yok. Ve bu iş hep birlikte de yapılabilirdi.

Fakat haset engel. Çünkü sivil yardım seferberliği, ikinci sınıf vatandaş ilan edip, fazla sesleri çıkarsa hapse atmak istedikleri, çünkü dünyanın şu koşullarında hepsini birden imha edemedikleri ötekileri, kendilerine mahkûm saydıkları toplum kesimleriyle yüz yüze getiriyor. Çok tehlikeli bağlantı bu! Devlet adına düşünen, hisseden ve eyleyen kim varsa telaş içerisinde. Hem vatandaşa hizmet etme mecburiyetinin sarsıntısını yaşıyorlar, zira alışmamışlar, düşünmemişler, dönüp de bakmamışlar buna; hem de, mazallah, böyle ortamlardan, eşit haklara sahip yurttaş zihniyetine, kavramına, arzusuna doğru hamleler doğar: Toplum inisiyatif nâmına ne kazanırsa bunlar devletten gidecektir; hikmetinden sual olunmayan asık suratlarda, çatış kaşlarda, yerli yersiz savrulan tehditlerde ve suratı asıp, kaşları çatıp yerli yersiz tehdit savurabilme ayrıcalığında cisimleşen o kudret, mazallah, aşınacak, zedelenecek, zamanla ilişilebilir hale düşecektir.

Sivil toplum örgütlendikçe, inisiyatif aldıkça, deprem yardımı gibi, insanî gerekliliği tartışılamayacak bir alanda başarı kazandıkça, kendi de sivil olduğu halde bundan rahatsızlık duyan, tedirginliğe kapılan ezcümle faşizan güruh, toplumumuzun, -MR'a falan gerek yok- en ilkel röntgende bile nal gibi gözüken ölümcül tümörü. Deprem yardımı götüren beş-on kişi, elleri arkadan kelepçelenerek karla kaplı karayolunun kenarına yatırılsa, bu görüntüyü izlerken salyası akacak, af edersiniz zevkten şehveti ayaklanacak bir sürü insan var; kendini gizlemeye de gerek duymayan. Çünkü utanma duygusu kapıda çıkarılıyor, bunların yaşadığı ortama girilirken. Ve oradaki kimsede bu duygu kalmadığından, birilerininkiler kapı önünden çalınıyor öbürküler tarafından. Bir insanın Haluk Levent ve Ahbap girişimine şu şartlarda laf söyleyebilmesi için kafayı yemiş olması yetmez. İçindeki iyilik kırıntılarını, kendisinin devlet adını taktığı, ama aslında bunun dışında başka pek çok şey olan o tapınakta akbabalara ikram etmiş olması gerekir. Düşünün, yüz bine varıp varmayacağını ürpererek anlamaya çalıştığımız kurban sayısını bari üçer-beşer azaltabilmek için uğraşan, sağ kalanların donmaması, açlık susuzluk işkencesi çekmemesi, akıl sağlığını koruyabilmesi için didinen yurttaşları düşman görüyor, bunca insanın hangi menfaat hesapları, kirli ilişkiler, hainlikler ve gaflete kurban edildiğinin sorulmasını tehdit sayıyorlar.

Devlet katlarına, hayatımızın yönetildiği, şekillendirildiği, boyandığı kötülük imalathanelerine yaklaştırılmaması en büyük millî güvenlik meselesi sayılan vatandaş gruplarının toplumsal alanda inisiyatif alması, çeşitli renklerden ve bıyık tiplerinden faşistlerimize göre, depremden bile önemli sorun. Oysa tehditkâr kötü enerjisi ve hiddeti yüzünden yanına yaklaşılamayan -çünkü yaklaşılırsa kofluğu anlaşılacaktır- müdürün birden yardıma muhtaç hale gelişi ve kendini başka zaman hayatı zindan ettiği astlarının eline mecburen bırakışındaki gibi bir büyük fay yarığı meydana geliyor büyük felaketlerde; aslında -yani insan onuru ve bunun toplumcaya tercümesi vatandaşlık icabı- olması gereken ilişkilere alan açılıyor. Sivil toplumun inisiyatif kazanması, bizimki gibi ceberrut yarı-tanrıların hükmettiği diyarlarda, anca fay yarıklarının üzerinde cereyan edebiliyor.

Ve değişik kafa tokuşturma ekollerinden faşistlerimiz, göğüs kafeslerinin tâ dibinde hissettikleri müthiş bir korkuya kapılıyorlar bu yüzden. Kaygılandıkları şey, devletin incinmesi de değil, aslına bakarsanız. Hepimizin hizmetinde bulunması gerekirken onlar adına başkalarına zulmeden mekanizmanın ayrımcılık kapasitesinin azalması, memleket ahalisinin her türlü muktedirden, yetki sahibinden hesap sorabilen, haklara sahip vatandaşlara dönüşmesi, faşistlerin kâbusu. (Hoş, bu sırf onlara mahsus kâbus da değil…)

Gerçek bilançosuna dair fikir edinmenin henüz uzağında bulunduğumuz muazzam felaketten toplum kendi içindeki yardımlaşma ve dayanışmayla sıyrılmayı, yeniden ayağa kalkmayı becerir, iktidar sahiplerini de rezonansa zorlarsa, yarın öbür gün her cins muktedirden hesap sorulmasına kapı açılacaktır. Oysa yıkılmış evinin önünde, evladının battaniyeye sarılı cansız bedenine bakıp iç geçirerek kendisine el uzatılmasını bekleyen çaresiz insan, her boydan faşistin hayalindeki "fert" türüdür. Toplumsal dayanışmanın canlandığı, sivil inisiyatifin olan bitene ağırlık koyduğu ortamlar, insan haysiyetine yaraşan bir devlet-toplum ilişkisinin yeşermesi için bereketli zeminler. İşte bu yüzden bilumum faşistler alarm halinde. Ve kapkaranlık bir felaket ortamını şurasından burasından aydınlatan ışık hüzmelerini yüreklerininin karanlığıyla boğma gayretindeler. Ve ne kadar boğsalar öldüremedikleri, ne kadar yaksalar küllerinden yeniden doğmasını önleyemedikleri insanî enerjinin tezahürleriyle karşılaştıkça karalar bağlıyorlar. Faşistliğin neye denk düştüğü ve neyi temsil ettiği, böyle zamanlarda daha berrak görülüyor.