24 Kasım 2024 Pazar

Etiyopya’dan Rojava’ya yatıştırma siyasetinin sonu: İlhak ve felaket

ABD ve Türkiye’nin, Rusya ile Türkiye’nin yaptıkları anlaşmalar Rojava devriminin silahsızlandırılması ve tasfiye edilmesini içeriyor. Serêkaniyê ve Gire Spî’deki işgal statükosunun onaylanması, QSD ve YPG’nin Rojava’nın dışına çekilmesinin istenmesinin sonraki adımı teslimiyetin dayatılmasıdır. Özsavunmadan yoksun kalmış bir toplumun kendi kendini yönetmesine dayalı siyasal yapısını sürdürme şansı kalmaz.

 

1930’larda İtalya’da hüküm süren faşizmin lideri Mussolini “Yeni Roma” peşindedir. Gözü Balkanlardadır. Ne var ki burası İngiltere ve Fransa’nın etki sahasındadır. Habeşistan (Etiyopya), hem kolay lokma hem de Avrupa’dan uzaktadır. Mussolini, Habeşistan’ı işgal hevesini gizlemez bile. 250 bin kişilik ordusunu Etiyopya sınırına yığmıştır.

Etiyopya hükumeti Milletler Cemiyetine (MC) başvurur. Tehdit çok açıktır ve Cemiyet’in sözleşmesi gereği egemen bir devletin topraklarını ilhak etmek yasaklanmıştır. MC buna rağmen karar almayı erteler ve İtalya'nın askeri hazırlıklardan vazgeçmesi talebini göz önüne almaz.

Bu arada İngiltere ve Fransa yetkilileri Mussolini ile anlaşmak ve İtalya’yı savaştan vazgeçirmek için Roma’yı su yoluna çevirmektedirler.

Sorun yeniden MC gündemine gelir. Beş üyeden oluşan bir komite anlaşmazlığı barışçı bir çözüme ulaştırmakla görevlendirilir. Sonuçta İtalya’ya ekonomik ve mali yaptırımlar uygulanması karar altına alınır. Ne var ki İtalya’yı asıl olarak dizginleyecek olan askeri planda hiçbir yaptırıma gidilmemişti; ne denizden ablukaya başvurulmuştu ne de Süveyş kanalından asker geçirilmesi engellenmişti. MC’nin emperyalist efendileri yaptırımlar üzerine gevezelik yaparken İtalya bütün askeri gücünü Etiyopya’yı ilhak için rahatça harekete geçirebilmekteydi. Öngörülen yaptırımlar ciddi bir tehdit niteliğinde değildi, sadece gösteri amaçlıydı ve Mussolini’nin fetih planını engelleyecek önlemler içermiyordu.

MC’de, İngiltere ve Fransa başkentlerinde, halkların protestolarının basıncı altında göstermelik yaptırım kararları alınırken faşist İtalya şefi Mussolini’nin orduları 4 Ekim 1935’de Etiyopya’ya girdi. Yatıştırma, bekle gör politikası, boş yaptırım kararları işgalcilere engellemek bir yana onlara saldırı cesareti veriyordu.

Daha önceki kararların hiçbiri yürürlüğe konmamıştı ve ilhak gerçekleşmişti. 7 Ekim’de MC acil toplantıya çağrıldı, sözde etkili kararlar alındı. İtalya’ya kredi açmamak, ithalat ve ihracata kısıtlama getirmek, silah teslimatını durdurmak gibi önlemler faşist İtalya’yı durduracak içerikten uzaktı. İtalya ekonomisi bakımından temel önem taşıyan ne petrol ve ham maddelere yaptırım uygulanıyor ne de askeri konuları içeriyordu. Mussolini’nin içi silah ve asker dolu savaş gemileri Süveyş kanalından geçmeye devam ediyordu.

Etiyopya halkı işgale karşı kahramanca bir mücadele verdi, halkın direnişi dünya halklarının sevgi ve sempatisini kazandı. Emperyalist devletler bu durumu mecburen göz önüne almak zorunda kaldılar. Bütün eşitsiz koşullara rağmen Habeş birlikleri sert bir direniş gösterdi ve kimi bölgelerde İtalya işgalcilerini yenilgiye uğrattı. Faşistler kudurmuşcasına hastaneleri ve Kızıl Haç binalarını bombardıman ederek karşılık verdiler. İşgalci güçler kentleri ve köyleri bombalayarak halka karşı zehirli gaz kullandı.

Faşist İtalya Etiyopya’nın kuzey ve doğusunu işgal ve ilhak etmişti. Emperyalist devletler işe yaramayacağını ilan ederek yaptırım kararlarından vazgeçtiler ve Etiyopya yönetimini durumu kabullenmeye çağırdılar. İşgalci faşist İtalya’nın isteklerinin kabul edildiği bir anlaşmaya teşvik ettiler. Bir başka deyişle iyice ezilmeden teslim olmayı salık veriyorlardı. Sonuçta faşist İtalya Etiyopya’yı ilhak ederek amacına ulaştı.

Sonrası malum, faşist İtalya, Almanya ve Japonya’nın ittifak kurması ve dünyayı yeniden paylaşmak için bütün dünyayı milyonlarca insanın ölümüne yol aşan savaş felaketine sürüklemesi.

YENİ ROMA - YENİ OSMANLI, ERDOĞAN - MUSSOLİNİ
Hiç kuşkusuz bugünkü koşullar 1930’lardan farklı. Gel gör ki, emperyalist kapitalizmin içine düştüğü ekonomik, mali ve siyasi kriz; emperyalistler arasında hegemonya krizinin baş göstermesi ve bu boşluktan faydalanmaya çalışanların atağa geçmesi; yatıştırma siyasetinin boşunalığı; halkların dayanışması sonucunda emperyalist devletlerin göstermelik yaptırım kararları almak zorunda kalmaları vb. gibi pek çok bakımdan benzerlikler olduğu da açıktır.

Kapitalist emperyalizm varoluşsal kriz içinde. Bu krizin politikadaki karşılığı hegemonya krizidir. Emperyalistler dünyayı eskisi gibi yönetemiyorlar, kapitalist dünyayı belirledikleri hiyerarşik düzen içinde sistematize edemiyorlar. Hegemonya krizinin en belirgin özelliği bu hiyerarşik düzendeki bozulmadır. Bu bozulmanın somut görünümü dünya sisteminin kaos ve anarşi içine girmesidir. Bu hiyerarşik bozulma emperyalist ülkeler kadar emperyalist ülkelerle bağımlı ülkeler, bağımlı ülkelerin kendi aralarında, egemen sınıflarla halk yığınları arasında belirgin biçimde ortaya çıkar. Bir başka deyişle kaos ve anarşi dünyaya egemen olur.

Bu hiyerarşik bozulmadan herkes kendi payına atağa geçer. Bütün bu kaos ve anarşi, ya emperyalist ülkelerden birilerinin diğerlerini savaş zoru ile zapturapt altına alarak emperyalist hiyerarşiyi yeniden kurması ile ya da toplumsal devrimlerle son bulur.

Faşist şef Erdoğan’ın liderliğindeki işgalci Türkiye’nin ilhak hevesi, genelgeçer ve Rojava’yla sınırlı değildir. Faşist şef tıpkı Mussolini gibi hegemonya krizinden faydalanmayı umuyor. Rojava’yı ilhak etmeyi başarabilirse sıra Musul ve Kerkük’e oradan da Varna ve Selanik’e gelecektir. 1923’te Lozan’da kaybedilen toprakların geri alınması ilhak siyasetinin ana hedefidir.

Aslında Rojava, Musul ve Kerkük’ün ilhakı IŞİD üzerinden planlanmıştı. Ne var ki Türkiye destekli IŞİD çetelerinin Şengal ve Kerkük’te durdurulması ve esasen de Kobanê’den püskürtülmesi faşist şefin planlarını sekteye uğrattı. Bundan sonraki hedefi ne pahasına olursa olsun Rojava’yı yıkmaktı çünkü Rojava, Kürt özgürlük mücadelesinin kazanılmış bir mevzisi olarak kalırsa hem Kürt ulusal hareketini ezme hem de yeni Osmanlıcı yayılma hedefi akamete uğrayacaktı.

ABD emperyalizmi IŞİD’e karşı Kürt özgürlük hareketinin Rojava kolu ile askeri ittifak kurmuştu. Onun da hesabı bir yandan IŞİD’e karşı savaşı kazanmak diğer yandan Kuzey Doğu Suriye’deki devrim yönetimini emperyalist hiyerarşinin içine çekerek öğütmekti. Bunu başarabilirse burayı Türkiye’nin etki alanı içine sokarak hem Türkiye’yi dizginlemiş ve yatıştırmış olacaktı hem de Ortadoğu’da Rusya ve İran’ın dahil olması ile bozulan hegemonik düzenin yeniden inşasında avantaj elde edecekti. Aksi taktirde Rojava devrimi hegemonya krizi içinde halklara cesaret ve umut vermeyi sürdürecekti. Bu cesaret ve umudun kırılması için pekala rakiplerle anlaşmaya varılabilirdi zira ayakta kalan bir devrimci Rojava yerine Rusya ve Türkiye’ye teslim edilmiş bir Rojava tercih edilirdi.

ABD, Rusya ve Türkiye’nin bir anlaşma içinde oldukları açık. Elbette herkesin hesabı farklı ama üçünün de hesaplarının kesişme noktası Rojava devriminin tasfiye edilmesidir. Birleşmiş Milletler’in ya da tek tek emperyalist ülkelerin aldıkları yaptırım kararları nasıl Mussolini İtalya’sını durdurmadıysa faşist şef Erdoğan Türkiye’sini de durdurmayacaktır çünkü tartışılan kararların hiçbiri askeri saldırıları engellemeyi, mesela hava sahasını kapatmayı içermemektedir.

Rusya, yanına biraz daha çekerek hegemonya mücadelesinde avantaj kazanacağını hesaplıyorsa Rojava yemi ile faşist şefin ağzına bir parmak bal sürmekten geri kalmayacaktır. Şu anki süreç tam da bu minvaldedir.

AĞIR YARA VE DEVRİMİN GELECEĞİ
ABD ve Türkiye’nin, Rusya ile Türkiye’nin yaptıkları anlaşmalar Rojava devriminin silahsızlandırılması ve tasfiye edilmesini içeriyor. Serekanîyê ve Gire Spî’deki işgal statükosunun onaylanması, QSD ve YPG’nin Rojava’nın dışına çekilmesinin istenmesinin sonraki adımı teslimiyetin dayatılmasıdır. Özsavunmadan yoksun kalmış bir toplumun kendi kendini yönetmesine dayalı siyasal yapısını sürdürme şansı kalmaz.

Her iki anlaşmayla devrim ağır bir yara aldı, buna karşın direnişin gücü ve dünya halklarının desteği ile ayakta kaldı. Şimdi yapılması gereken yarayı sarmaktır. Bunun birinci yolu, halkın örgütlülüğünü, Kuzey ve Doğu Suriye halklarının birliğini ve devrime bağlılığını güçlendirmek, halkın mücadele ve savaş isteğini canlı ve diri tutmaktır. İkincisi her ne pahasına olursa olsun silahsızlandırılmayı reddetmektir. ABD ve Rusya’dan verilen ya da verilecek güvencelere bel bağlanamaz, onları zorlayacak olan yegane koşul halkla kaynaşmış devrimin direnişi olacaktır.

Yalnızca Rojava’nın direnişi ile devrim savunulamaz, Kürt ulusal birliğini sağlamak dünya halkları nezdinde işgalci faşist sömürgeci Türk devletinin saldırılarını teşhir etmek ve dünya halklarının dayanışmasını en yüksek düzeyde tutmak gerekir.

Türkiyeli devrimcilere, ilericilere büyük rol düşüyor. Faşist şefin Rojava’dan kovulması Türkiye halkları bakımından hayati önemdedir. Rojava’dan defedilemezse işgal ve ilhak siyaseti süreklilik kazanacak, bu da faşizmin Türkiye’deki baskı ve terörünün bir kaç kat artmasına yol açacaktır.


*Etiyopya işgaline ilişkin bilgiler 'Uluslararası İlişkiler Tarihi 4. Cilt/Evrensel Yayınları'ndan alınmıştır.