Arzu Demir yazdı | Yalancı 'bahara' aldanmayalım, direniş özgürleştirir
Demokratik bir ortak yaşam inşası hayali kuruluyorsa, Kürt halkının üzerindeki demokrasi mücadelesinin yükü de paylaşılmak zorundadır. Bu; "Yanındayız", "Bu bir kumpastır" açıklamalarının çok daha ötesinde sorumluluk yüklenmek demektir. Elini taşın altına sokmak yetmez. Çünkü zaten Kürt halkı bir beden olarak o taşın altında. CHP'nin AKP'nin elindeki belediyeleri almasıyla, herkes bir "bahar" havasından bahsetti. Yalancı bahara kapılmayalım. Memleketin diğer yarısı yangın yeriyken, bu yalancı bahar, hepimizi kötürüm bırakmaktan başka bir işe yaramaz.
Saray rejiminin henüz bir faşist diktatörlük olmadığı, faşizmin kurumsallaşma sürecini halen tamamlayamadığı görüşü emekçi sol hareket içinde hala yaygın. Bu fikrin dayanaklarının başında da parlamentonun, siyasi partilerin ve anayasanın varlığı ile yapılan seçimler geliyor. Faşist rejim için seçimler, parlamento, anayasa ayak bağıdır ve onlardan kurtulmak ister.
Ancak faşizm yeterince kitle desteği bulamadığı koşullarda bu kurumları sınırlanmış biçimde de olsa devam ettirmek zorunda kalabilir. Bizdeki durum tam da budur. Kürt gerillası öncülüğünde Kürt halkının bu devlete karşı yürüttüğü mücadele, faşizmin hedeflediği nihai "mutlak sessizlik" ve "mutlak itaate" ulaşmasının önüne geçmiştir. Ve faşist rejim, merkezinde Saray'ın olduğu bir biçimde, ordusu, polisi, mahkemesi, okulu, medyası, esnafı, ailesi, ahlakı, kültürü ve hatta parlamentosu ile orada ayan beyan durmaktadır.
Seçim öncesi yine gündeme gelen "faşizm" tartışmasına, faşist şeflik rejiminin bizzat kendisi hemen seçimin ertesi gün yanıt verdi. Van'da halk iradesini gasp etmek için kumpas kurdu, hile yaptı, kalemşorlarını devreye soktu, polis şiddetini kullandı, yasaklar ilan etti, halkın üzerine ateş etti, siyasi kırıma girişti. Bir sömürgeci faşist devletin yapması gereken her şeyi yaptı. Rejimin artık bir yönetme biçimi olan "kayyum" politikasını, "kayyum seçmene" kadar ulaştırarak, Kürt kentlerine askerini, polisini, işbirlikçi memurunu "seçmen" diye taşımıştı. Bu düzenbazlığa rağmen sandıktan yine DEM Parti çıkınca şimdi de tek tek belediyeleri ele geçirmek için her yolu deniyor. Denemeye de devam edecek.
Çünkü bu rejimin, bugünkü verili koşullarda, demokratik anlamda kendi başına esneme kapasitesi dahi bulunmuyor. "Hukuka uyun" şeklinde yapılan çağrılar, açıklamalar, Saray semalarında "gök kubbede hoş bir seda" olabiliyor ancak. Faşist şefin 31 Mart gecesi yaptığı "Sandıktan çıkan millet iradesine saygı duyulacak" açıklamasının hiçbir anlamı yok. O kocaman bir faşist yalan.
Faşizmin hukukunun işlediği bir yerde hukuk tartışmasının da bir anlamının kalmadığını sayısız kez deneyimleyerek gördük. "Devlet ile halk" gibi iki uzlaşmaz çelişkinin tarafları olduğu eşitsizler arasındaki hukuk, nesnel olarak zaten adaletsizdir, zaten egemenin çıkarlarını koruyan bir hukuktur. Faşizmin hukuku da zorbalıktır.
Faşist şeflik rejimini, bu zorbalıktan alıkoyacak olan ise Van başta olmak üzere Kürdistan kentlerinde olduğu gibi halkın sokakta eylemli bir biçimde iradesine sahip çıkmasıdır. Eylemler 2 Nisan gecesi devam etti. Yolu açacak olan da budur.
Simgesel tepkileri, "temsili muhalefeti", faşist rejimi "hukuka" davet eden çağrıları aşan bir şekilde sokaktaki halkın gücü, ancak iktidara bu konuda geri adım attırır. Ancak halkın gücü, iktidarın önümüzdeki dönemdeki başkaca kayyum planlarını da bozabilir. Ancak halkın sokaktaki mücadelesi ile faşizm "geriletilebilir".
Bu mücadelede temel olan bir diğer nokta ise, Kürt kentlerinden "İrademe sahip çıkıyorum" şiarıyla başlayan halkın isyanına, Batı'dan, Türkiye kentlerinden, "Kürt halkının iradesi irademdir" şiarının bayraklaştırılarak yanıt verilmesidir. Bu yazının kaleme alındığı 2 Nisan gecesi, akşam saatlerinde devrimci parti ve örgütlerin yaptığı basın açıklamalarının ardından, kimi emekçi mahallelerinde devrimcilerin, sosyalistlerin çağrılarıyla yürüyüşler gerçekleştirildi. Bu önemli bir adım, ancak eksik olduğunu hepimiz biliyoruz.
Batıdaki emekçi sol hareketin temsilcilerinin, Kürdistan'a, Van'a yapacakları dayanışma ziyaretlerinin dışında, halkın sokaktaki tepkisini örgütlemekle yükümlü olduğu gerçeğinin aslında herkes farkında.
DİSK, üyelerine, bu irade gasbına karşı, örneğin birkaç saatlik iş bırakma çağrısı yapamaz mı? Barolar, savunma örgütleri, basın açıklamaları gerçekleştiriyor. Bunun bir adım ötesi örneğin, İstanbul ya da Ankara adliyesini terk etmeme eylemi yaparak, faşist hukukun işleyişini tıkayamaz mı? Devrimci gençlik örgütleri, boykot ve işgallerle, Kürt halkının sesini kampüslere, meydanlara taşıyamaz mı? Beyazıt Meydanı, Kızılay Meydanı, Konak Meydanı "Gençlik, Kürt halkının yanında" sloganıyla inleyemez mi? Kadın örgütleri, Taksim'i bu kez de bu irade gasbına karşı zorlayamaz mı? 25 Kasım ve 8 Mart'larda olduğu gibi Taksim'i kararlılığı, heyecanı, öfkesi ile dolduramaz mı?
Bunların yapıldığı koşullarda kitleler devrimci bir rotaya girmiş olacaktır. Farkındayım elbette, henüz orada değiliz. Ancak bu momentteki eylemler, öylesi bir sürecin başlangıcı olabilir.
Eğer demokratik bir ortak yaşam inşası hayali kuruluyorsa, Kürt halkının üzerindeki demokrasi mücadelesinin yükü de paylaşılmak zorundadır. Bu; dayanışmanın, "Yanındayız", "Bu bir kumpastır" açıklamalarının çok daha ötesinde sorumluluk yüklenmek demektir. Elini taşın altına sokmak yetmez. Çünkü zaten Kürt halkı bir beden olarak o taşın altında. Son söz olarak, CHP'nin AKP'nin elindeki belediyeleri almasıyla, herkes bir "bahar" havasından bahsetti. Yalancı bahara kapılmayalım. Memleketin diğer yarısı yangın yeriyken, bu yalancı bahar, hepimizi kötürüm bırakmaktan başka bir işe yaramaz.