2 Ekim 2024 Çarşamba

Meriç Aşkın yazdı | Yine mi kamulaştırma!

Bunca zamandır sosyalist bilincin sınıf ve kitlelere nüfuz etmesinin önündeki en güçlü barikat olan "devlet bilinci"ni berkiten bir talep ileri sürülüyor. Devleti sınıflardan, sermayeden bağımsız, toplumun üstünde, tarihin dışında, bir "Devlet baba" olarak gören, eni sonu hepimizin ulus denilen "gemi"de "ortak bir kaderi" paylaştığımızı vazeden bu ideolojik tül kalın bir şayak haline getiriliyor. Tabiri caizse, düşmanın tutukluk yapan silahı onarılarak kendisine geri veriliyor.

Yeni yılla beraber fahiş oranlarda elektrik zammı yapılmasına karşı ortaya çıkan tepki ile birlikte emekçi sol güçler de kamulaştırma talebini ileri sürdü.

Aslında 2008 krizinden beri ve özellikle de pandemi döneminde küresel olarak "neoliberalizmin krizi"ne karşı "devletleştirme/kamulaştırma" talepleri yükselişte. 2008 krizinden sonra iflas eden şirketlerin devletleştirilerek kurtarılması, pandemi döneminde yine devlet eliyle uygulanan karantina vb. tedbirleri, "kriz" durumunda devletin karar alma, uygulama ve düzenleme kapasitesini/gücünü ortaya çıkardığına işaret ederek, iklim krizinden işsizlik ve yoksulluk sorununa kadar birçok alanda devletin bu rolün sürdürmesinin acil çözüm olduğu savunulmaya devam ediliyor.

Kuşkusuz burjuva çevreler tarafından "neoliberalizmin iflası" karşısında yeni bir Keynesçilik ve "sosyal devletçilik" formülünü savunmalarında bir yanlışlık yok. Fakat sosyalist olma iddiasındaki parti ve grupların da devletleştirmeyi -en iyi durumda devletleştirmeye bazı şartlar da ileri sürerek- savunmaları ne anlama geliyor?

Her kriz döneminde nükseden bu kamulaştırma talebi, ciddi bir ideolojik ve politik zayıflığın, kafa karışıklığının ve bizzat devrimci politikayı yanlış kavrayışın bir işareti. Bazılarının her kriz döneminde devletleştirmeyi savunmasının esas nedeninin psikolojik olduğunun altını çizmek gerekiyor. Bu hareketler ciddi bir irade, iddia kaybı yaşıyor. Niceliksel olarak zayıf olmaları ile ilgili bir durum değil bu. Niceliksel olarak zayıf başka yapılar da var, devletleştirmeyi savunmayan. Bu hareketler varoluşları gereği, her konuda devrimci çözümlere oldukça karşıdırlar. Bu hareketlerin (ÖDP-Sol Parti, TKP vb.) sendika, meslek odaları bürokrasisinden ve orta sınıflardan oluşan bileşimleri gereği bu devrimci çözümlere asla yanaşmadıklarını, yanaşamayacaklarını belirtmek gerekir. İnsan yaşadığı gibi düşünür!

Fakat diğer emekçi sol güçlerin de kriz anında kamulaştırmayı savunması bir iddia, irade kaybına işaret ediyor. Kapitalizmin çok yönlü bir kriz yaşadığı, egemenlerin krizin faturasını emekçilere, ezilen halklara ödetmek, doğayı daha derin sömürmek dışında bir seçeneğinin olmadığı konusunda kimsenin bir itirazı yok. Peki, buna rağmen, neden kamulaştırma (iklim krizi tartışmalarında da adil geçiş) ile sınırlı bir talep ileri sürülüyor?

Kamu dediğimiz şeyin bu devlet olduğu, devletin de bir sermaye aygıtı olduğu açık ve net değil mi? Neden sol, özel sermaye karşıtı davranırken "kolektif sermaye aygıtı" olan devlete karşı toleranslı davranıyor? Devlet ile sermaye (ve sınıfı) arasındaki ilişki dışsal mıdır? Devletin, şirket gibi davranmayacağının garantisi nedir?

Tarihsel olarak, sermaye sınıfına "sosyal devletçilik" politikalarına razı eden koşullar neydi? Bugün bu koşullar var mı? 1970'lerden beri değişerek bugünkü yapısına kavuşan küresel ekonomik ve siyasi sistem içinde belli sektörlerin (sağlık, ulaşım, enerji, vb.) kamulaştırılması emekçi sınıfların ve doğanın yıkımını durdurmak için çare olabilir mi? Latin Amerika'da Morales, Lula, Chavez gibi liderlerin yönetiminde gerçekleşen "devrimler"in yenilgisinden çıkarılacak dersler yok mu? Kaldı ki, Türkiye'de bu açıdan da hiç benzer olmayan bir dönemde iken hala kamulaştırma demek sosyal demokrasiden de geri bir talep değil mi?

Kamulaştırma talebinin yaşanılan krizin ekonomik okunuşundan çok politik okunuşunun yanlışlığından ileri geldiğini -öncelikle buradan ileri geldiğini- söylemekte bir beis yok. Kamulaştırma diyen grupların daha bir iki ay öncesinde temel gündemlerinin 2023 seçimlerinde kimlerle ittifak kuracakları olması bu bakımdan bir ipucu veriyor. Sistemin krizinin fay hatlarına odaklanmak, bütün niceliksel güçsüzlüğüne rağmen, bu fay hatlarının yarattığı kırılmalar üzerinden açığa çıkan sınıf ve halk öfkesini devrimci temelde örgütleme perspektifi yerine, yeni bir sosyal demokratikleşme süreci olacağı alt-metniyle "AKP sonrası" dönemde bir yer tutmak perspektifiyle hareket etmenin getirdiği yarılma/kırılma söz konusu. Ufuk, "AKP sonrası" ile sınırlı olunca elbette hali hazırda derinleşen ve sınıfın ve halkın öfkesinin de kesintili olarak açığa çıktığı gündemlerde devrimci talepler yerine en geri kitle bilincini yansıtan kamulaştırma talebinin ileri sürülmesi de normal oluyor.

Üstelik, bunca zamandır sosyalist bilincin sınıf ve kitlelere nüfuz etmesinin önündeki en güçlü barikat olan "devlet bilinci"ni berkiten bir talep ileri sürülüyor. Devleti sınıflardan, sermayeden bağımsız, toplumun üstünde, tarihin dışında, bir "Devlet baba" olarak gören, eni sonu hepimizin ulus denilen "gemi"de "ortak bir kaderi" paylaştığımızı vazeden bu ideolojik tül kalın bir şayak haline getiriliyor. Tabiri caizse, düşmanın tutukluk yapan silahı onarılarak kendisine geri veriliyor. 

Burada, işin en başında, 2011'de, Politik Ekonomi Çalışma Grubu¹ bazı tespitlerini hatırlatmak, bu hareketlere naçizane bir katkımız olur:

*"Daha iyi (insancıl) bir kapitalizm" ve "emeğin sosyal hakları" talepleri ekseninde şekillenen çözümlemeler yerine, günümüz koşullarında giderek önem kazanan "daha farklı bir toplum" ve "emeğin özgürleşmesi" eksenli eleştirel bir analizi ön plana çıkartmanın gerektiği,

*Türkiye'deki krizlerin, kapitalizmin doğasından kaynaklandığı; kapitalizmin kendini yeniden üretebilmesinin mekanizmaları olarak işlev gördüğü,

*Kriz sürecinde ileri sürülen, reformcu ve ulusalcı-kalkınmacı gibi farklı iktisat politikası alternatiflerinin yanlış sorular formüle ettiği,

*İçinde bulunduğumuz bu dönemde devlet, sermaye ile işçi sınıfı ve ezilen kesimler (kent yoksulları, işsizler, kadınlar, köylüler, emekliler) arasında çıkar çatışmalarının kristalize olduğu, 

*Özellikle 1980'li yıllardan itibaren sıkça tartışılmaya başlanan iktisadi ilişkilerde, kamu girişimciliğinin yeri ve rolü (özelleştirme), rant ekonomisi (para-sermaye ile üretken-sermaye ilişkisi) ekonomiyi olumlu yönde etkileyeceği düşünülen KOBİ'ler (sermayenin merkezileşmesi sürecinde daha düşük maliyet) gibi konularda büyüme, tasarruflar, yatırımlar, dış ticaret dengesi vb. unsurlarla ekonomiyi anlama çabasının, kapitalist ekonomiye içkin sınıfsal ilişkileri algılamamızı önlediği,

*Üretim araçlarının özel mülkiyeti, değerlenmesi (kar mantığı) ve genişlemesi ile tanımlanan sermaye birikim süreci, sadece "ekonomik" bir süreç değildir. Sermaye birikimini, onun, önemli bir unsuru olan üretim girdilerinin çıktılara dönüştüğü sürece indirgeyerek doğal ve teknik bir ilişki yerine, toplumsal ilişkiler bütünü olarak ele almak gerektiğini; toplumların ortak özelliğini oluşturan değişim (mübadele) ilişkileri üzerinde değil, toplumlar arasındaki farklılıkların temelinde yatan üretim ilişkileri/düzeyi üzerinde odaklanılması gerektiği; dolayısıyla, 

*Üretimi, başka faktörler gibi emeğin de bir girdi (maliyet unsuru) olarak yer aldığı bir teknik süreç olarak; (malların mallarla üretimi) bu nedenle de karların üretim sürecinde ortaya çıkan artık "değerden" değil, dolaşım sürecindeki çıktıdan (katma değer) kaynaklandığı varsayımının yanlışlığını; bu anlamda adaletsiz olanın ücretin yaratılan toplam değerden aldığı miktarda değil, ücretlilik sisteminin kendisinde olduğu,

*Teknolojinin (insanın doğa ile kurduğu ilişkiler) bölüşümden (insanlar arası ilişkiler) bağımsız olarak ele alınması (teknolojik determinizm) gerektiği varsayımından hareket eden bir anlayışın yanlış olduğu,

*"Sol" bir tartışmanın bu tespitlerin çerçevelediği bir zeminde yapılması gerektiği."
Evet, belki devrim yapacak güçte hissetmeyebilirsiniz kendinizi ama teorik olarak tartışmayı doğru yapmaktan da vazgeçmeyin, en azından.

(1) Dr. Fuat Ercan, Dr. Mehmet Türkay, Dr. Berna Güler Müftüoğlu, Dr. Kurtar Tanyılmaz, Dr. Özgür Müftüoğlu, Erhan Bilgin