25 Kasım 2024 Pazartesi

29 Ekim'i asimilasyon çabası

Egemenlerin politik kararlarına bağlı olarak gelişen ne varsa onların sorumluluğunu almak zorunda değildir ezilenler. Devlet ideolojileriyle bütünleşmenin asıl komplikasyonu böylesi özdeşmelerdir. Sömürgeci faşizme karşı mücadele iradesini kıran, konu başka uluslarla ve inançlarla eşit ilişki kurmak olunca buradan çabucak cayan ulus-toplum gerçeğinin devrimci-demokratik dönüşümü temel hale ve özgürlüklerden başlayarak 'devleti' bildiği egemen iktidarlarla mücadele etmekten geçer.
 

MHP'nin karşı çıkmadığı bir tutum ile AKP; ulusalcılarla ittifak kapsamında bir orta yol bulmak için son yıllarda Cumhuriyet tarihinin sembollerini asimile etmeye yöneldi.

Ulusalcıların bir bölümü de buna karşı ve yakınlaşma jesti olarak Türk sağ siyasetinin kimi sembollerine karşı tacizsiz dili yumuşattı. Bunların başlıcası 27 Mayıs 1960 darbesine, düne dek "devrim" derken, 'darbe', 'acılar' vb. ifadelerini kullanmaya başladı.

İki taraf, bunu yaparken birbirinin kitlesindeki katılığı çözme amacı da güttü. Politik İslamcılıkta bir tür kisve arayışı belirgindi. Tam iktidarlaşma sırasında bu gibi örtülerden kurtuldular. Amerikancı darbe girişimi ardından pabucun pahalı olduğunu görünce hızla ulusalcı ittifaka yönelirken yeni duruma adapte olmaya çalıştılar. Ancak iki ekolün geçmişi ve yaşam tarzları üzerinden karşılıklı tahammülsüzleri ve rövanşist refleksleri olduğu yerde duruyordu.

AKP şunu yaptı, Abdülhamit ve Vahdettin gibi isimleri karşı tarafa kabul ettirerek 29 Ekim'i de tarihsel süreklilik içinde ikincil bir önem atfederek ele aldı. 19 Mayıs, Vahdettin ile M. Kemal'in ilişkileri gibi argümanlarla bunun yolunu döşemeye çalıştı. O bakış açısı içinde 'Cumhuriyet' ulusalcıların iddiası hilafına kopuş değil basit bir idari değişiklikti.

Bu yıl 19 Mayıs, 30 Ağustos ve 29 Ekim tarihlerinde yazılan ve konuşulanlara baktığımızda ulusalcı ekolün önemli bir bölümünde bu siyasal asimilasyona itiraz geliştirildiğini görebiliriz.

Cumhuriyet ve M. Kemal/Kemalizm, AKP'ye karşı rejim içi bir muhalefet manivelasına dönerken bunu onların elinden alma taktiğine karşı, burjuva muhalefet politik İslamcılık karşıtı bileşen, bu kez kaba-sekter bir laisizm değil, Cumhuriyet-Mustafa Kemal üst başlığıyla konsolizasyon sağlamaya çalışıyor.

Altın Portakal Film Festivali açılışından 29 Ekim'deki gösteri-kutlamalara dek bir dalga halinde gelişen ve AKP'nin tarifenin dışına taşan Cumhuriyet vurgusu bu başlığın AKP'nin canını sıkacak denli kuvvetli bir rejim içi faktöre döndüğünü gösteriyor.

Politik İslamcı-ırkçı milliyetçi koalisyona karşı Kemalist-cumhuriyetçi muhalefetin ilerici bir içerik taşımaması, Kürdistan konusunda her tür etnisiteyi reddeden betonarme ulus devlet formuna hapsolması gibi nedenlerle bu alternatif zayıflamanın ve peşine takmanın en uygun yolu Kürdistan'daki sömürge siyasetini sürdürmektedir.

Kontrgerilla tarzında karar kılınması ilerici, devrimci demokratik alternatifi ortadan kaldırmanın yanı sıra rejim içi alternatifleri de etkisizleştirmekle en 'uygun' vasıta olduğu fazlasıyla ortada. 

Yumuşama, asgari demokratik teamüllere uyma, burjuva yasal çizginin esas alınması beklentisi bir defa daha boşa çıkacaktır. Politik İslamcılığın bir tür 'örgüt' refleksiyle davrandığı kadar karşıtlar da bu 'örgüt' refleksiyle hareket ediyorlar. Kitle, halk, ezilenler bu iktidar savaşının basit değişkenleridir, onlara öyle bakmaktadır. Söz gelimi ABD ile dallanıp budaklanacağı öngörülebilecek çatışma-gerilme evresinde kitleler, iktidar bileşenlerinin masaya güçlü oturma kozu olarak kullanılacaktır. Hiç değilse hedef budur.

ABD'nin muhtemel mal varlığı dondurma, ambargo benzeri adımlarına karşı AKP, kendisinin değil Türklüğün ve Müslümanlığın hedef alındığı ajitasyonunu sürdürecektir ve buna mecburdur. Milliyetçi-mukaddesatçı kışkırtmalara da. Çünkü kitleler ancak ve sadece bu yolla mobilize edilebilmektedir. Kaldı ki bu yapılmadığında, ötelenen yok sayılan, toplumsal sorunlar çok daha güçlü biçim ve yollarla kendini dışa vuracak, öne çıkacak, merkeze yerleşecektir.

Böyle bir ortamda algı yönetiminin merkezinde güçlülük-kudret-ecdat gibi kelimeler etrafındaki örülen siyaset olacaktır. Vurduk, kırdık istediğimizi aldık gibi övünmeler alıp yürüyecektir. Türk egemen siyasetinin dili bir tür ergenlik akademisine döndü bu nedenle. Perde arkasında kendilerini kurtarmak, meseleleri bir hal yoluna koymak esas alınırken kamusal platformlarda halihazırdaki tahammülsüz üslup sürdürülecektir.

"Barış Pınarı"nın zafer olmadığı, 'Soçi'deki mutabakat metninin başarı sayılamayacağı günden güne ancak ve bu defa hızla açığa çıktı. Vasat bir neden-sonuç bağlantısı dahi kuramayan isimlerin ajitatif ayinleri toplumu zehirlemekle kalıyor ve hakikati değiştiremiyor.

Ancak ırkçı milliyetçilik, kendi halinde esaslı bir mesele olarak hallolmayı bekliyor. Bunlar bir günde oluşmadı. Ancak toplumlar bu zehirle her şeylerini kaybeder. Toplu-kolektif suçlar ve sorunlar hasıraltı edilir. Ermeni soykırımından 6-7 Eylül'e, 90'lardan Kürdistan'da olanlara ve şu son 10-15 yıla baktığımızda tüm bunların bir toplumsal bilinçaltına dönüşebileceğini görebiliriz. Egemenlerin politik kararlarına bağlı olarak gelişen ne varsa onların sorumluluğunu almak zorunda değildir ezilenler.

Devlet ideolojileriyle bütünleşmenin asıl komplikasyonu böylesi özdeşmelerdir. Sömürgeci faşizme karşı mücadele iradesini kıran, konu başka uluslarla ve inançlarla eşit ilişki kurmak olunca buradan çabucak cayan ulus-toplum gerçeğinin devrimci-demokratik dönüşümü temel hale ve özgürlüklerden başlayarak 'devleti' bildiği egemen iktidarlarla mücadele etmekten geçer.