GÜNCEL
Yılmaz Güney hep ezilen halklardan yanaydı
Yılmaz Güney'in bu duruşu ve perspektiflerinde sosyal şovenizmin en ufak bir izine rastlanmaz. Bu tavır ve yaklaşımlarıyla emekçi solun sorunla yüzleşme sürecinden geçtiği bugün bile en ileri bölükleri arasında yer aldığı açıktır. Sadece sanatçı kimliğiyle değil, temel politik ve ideolojik duruşuyla da öğrenilebilecek unsurlar taşıyor. O kapitalist sömürü, feodal değer yargıları ve faşist baskı cenderesine sıkıştırılmış acı çeken insanların yaşadığı bin bir çeşit duygu ve ruh halini yaratıcı bir tarzda beyaz perdeye yansıtmakla, politik faaliyetleriyle de halkların kardeşliği ve sömürüsüz, sınıfsız bir gelecek için mücadele etti daima. Halkların Daimi Mahkemesi'ne sunduğu mesaj bunun çarpıcı örneklerinden biridir.
Yılmaz Güney, devrimci sanatçı kimliği ve duruşu toplumcu filmleri ve politik militan tavrıyla konuşulup yazılarak tüketilmeyecek bir deryadır. Aradan uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen çeşitli vesilelerle sadece emekçi sol cephede gündemdeki yerini koruyor, yerel ve Uluslararası festivallerle anılmayı ve filmlerinin gösterimi sürüyor. Birkaç hafta önce kendisini anlatan bir belgesel gösterime girdi. Geçen ay içinde de Avrupa'nın önemli festivallerinden Dosclisboa'da "Yol" filmiyle yerini aldı. Yanısıra festival kataloğundaki tanıtım yazısında kullanılan "Kürtlerin yok edilmesi" ifadesine Ukranya'daki Türkiye Büyük Elçiliği'nin tepkisi de konuşuldu. Aynı katalogda "Ermenistan-Medeniyetler Beşiği" filminin özetindeki "Ermeni soykırımı" ifadesine de aynı büyük elçilik itiraz etmişti.
Böylece Yılmaz Güney ismi, Kürt ve Ermeni terteleleriyle birlikte bir daha anılmış oldu. Güney'in bu konulardaki önemli tavırlarından biri Paris'teyken "Halkların Daimi Mahkemesi"ne sunduğu mesajdır.
Mesajında Güney, bu coğrafyanın Kürtleri ve Türkleri henüz Ermeni soykırımlarıyla anlamlı bir yüzleşme başlamamışken, 1984 gibi erken bir zamanda emekçi sol içinde öncü bir duruş alır. Beş maddede tarihsel, güncel boyutlarıyla ve vicdani, adil, onurlu duruşuyla bugün de referans alınabilecek tespitler yapar. Konuya giriş cümlesinde tavrını eğip bükmeden çok net biçimde bu soykırımın "gerçek olduğunu, bana göre hiçbir kuşkuya yer bırakmamaktadır" diyerek ortaya koyar. Devamında bu tertele zamanında tanınıp, "insanlığa karşı işlenmiş bu suçu yargılamış ve sert bir cezaya ççarptırılmış olsaydı", Bakur'da "1924'ten 1940'a dek" muhtemelen aynı şeylerin yaşanmayacağını tespiti yapar. Güney, soykırım tespitiyle sorunu doğru tanımlayıp, isabetli teşhis koymakla kalmaz, sonrasında Bakur'da yaşanan "sürgün ve kırım", "inkar"la da bağını isabetli bir tarzda kurar.
Yüzleşilip, "adalet ve onur" kaygısı taşıyıp, bu suçu işleyenler mahkum edilmiş olsaydı "Türk halkının böyle anlamsız bir katastrofa sürüklenmesine sebep olmazdı" diyerek trajedinin Türk halkı üzerindeki etkisini işaret eder.
"Ve Kürtler spesfik/özel haklar isteminde bulundukları zaman, Ankara'daki yöneticiler onları basit olarak Ermenilerin uğratıldığıyla tehdit ediyorlar" diyerek politikanın bugüne uzanan boyutunu vurgulayarak, sorunun can alıcı bir halkasına daha değiniyor.
Yılmaz Güney'in bu duruşu ve perspektiflerinde sosyal şovenizmin en ufak bir izine rastlanmaz. Bu tavır ve yaklaşımlarıyla emekçi solun sorunla yüzleşme sürecinden geçtiği bugün bile en ileri bölükleri arasında yer aldığı açıktır. Sadece sanatçı kimliğiyle değil, temel politik ve ideolojik duruşuyla da öğrenilebilecek unsurlar taşıyor. O kapitalist sömürü, feodal değer yargıları ve faşist baskı cenderesine sıkıştırılmış acı çeken insanların yaşadığı bin bir çeşit duygu ve ruh halini yaratıcı bir tarzda beyaz perdeye yansıtmakla, politik faaliyetleriyle de halkların kardeşliği ve sömürüsüz, sınıfsız bir gelecek için mücadele etti daima. Halkların Daimi Mahkemesi'ne sunduğu mesaj bunun çarpıcı örneklerinden biridir.