22 Kasım 2024 Cuma

Sosyalist aydın Kutsiye Bozoklar'ın kaleminden: Bir yıldıza konuk olmak

Özgürleşmek, düzenin ilişkilerinden kurtulmak demektir. Bu, devrimcinin ileri yürüyüşünü engelleyecek tüm bağları koparması, onu düzene bağlayan tüm değerleri reddetmesi anlamına gelir. Özgürleşmek, düşünsel olarak yenilenmeyi gerektirir. Ret, inkardır. Eskiyi yadsımakla başlar devrimcilik. Mülkiyet dünyasına ait değerlerin inkarı yeni bir değerler sistemi yaratmayı, yeni bir yaşama biçimine bağlanmayı öngörür. Bu "ben" merkezli yaşamaktan, adanmış bir yaşamaya geçmektir öncü devrimciler açısından. Adanmış bir ömrün sahibi artık bir yol, bir yapı insanıdır. Bugün buradaysa yarın oradadır.

Yazın gün ışığına dalar gibi/ hayatın içine dalmak,/ niçin dünyaya geldim/ niçin yaşıyorumun/ karşılığını bulmak/ genç kalmak gelen günler gibi/ genç kalmak gelen günlerle beraber/ genç kalmak,/ bir toprak yeşil/ bir bayrak kızıl/ bir güvercin ak/ Lenin'le aynı türküden,/ aynı ırmaktan,/ aynı siperden, aynı yapı yerinden olmak... (Nazım Hikmet)

Genç bir "Yıldız"dan mektup aldım dün. Juan Jimenez'in o güzelim Gece İlahisi şiirini anımsadım birden: "Bir yıldız ve bir damla gözyaşım/ değdiler birbirlerine ve birden/ bir tek damla oldular/ tek bir yıldız./ Kör olup kaldım sevda ile/ ve sevdayla kör olup kaldı gökyüzü/ Bütün evrendi -ne fazla eksik-/ yıldızın kaygısı, gözyaşının ışığı" diyor İspanya'nın köylü ozanı. Yıldızın kaygısını ve gözyaşının ışığını duydum o an, ne eksik ne fazla...

Devrimci olmanın en güzel yanı, dünyanın her kilometre karesinde bir kere bile selamlaşmadığımız, elini tutmadığımız, yüzünü görmediğimiz dostlarımız olduğunu bilmenin o çoğaltan sevincidir. Dün gece yıldızlara bakıp şiirler okudum. Ve istedim ki, uykusuz yıldızlar fısıldaşırken gökyüzüne her bakışlarında onları düşündüğümü hissetsin yapıcılardan her biri. Ve onu düşündüğümü anımsasın o küçük 'Yıldız'...

"Bu gece konuğum ol" demiş genç arkadaşım. Ben bu gece konuğum yıldızlara. "Sanırım en çok kitapları konuşurduk ve şiiri. Şiir okurdum sana, hep yarısını ezberleyebildiğim şiirler. Yoldaşları sıkıştırıyorum bazen şiir okumaları için, ezberleyin diyorum. Onlar benden beter. Sanırım senden şiir okumanı isterdim. (Şimdilerde senin yazılarındaki şiirleri defterime not etmeye başladım). Seninle görüşme şansına sahip yoldaşları biraz da kıskanıyorum onun için. Bazen yazılarında anlatıyorsun onlarla sohbetlerini. Orada sizinle olabilmeyi ve seninle sohbet etme şansına sahip olabilmeyi istiyorum ben de. Çok öfkeleniyorum bizi dostlarımızın sohbetlerinden bile mahrum bırakanlara, daha bir hırsla sarılıyorum yine de düşlerimize, hasretimiz erken bitsin diye. Bir taraftan da düşünüyorum, başaramıyorlar ne yapsalar da bak yüzünü görmediğimiz canlarımıza özlemimizi engelleyemiyorlar, bir yolunu bulup ulaşıyoruz birbirimize, mektupla, bir selamla ya da bir kitabın temasında, bir şiirde... O büyük utkunun yolcularıyız, uzakta olsak da kol kolayız, nefeslerimizin sıcaklığını hissedecek kadar yakınız. 'Ömrümüz ayrılıklar toplamına' dönüşse de hep beraber olacağımız günlere umudumuzu büyütmekteyiz hiç durmadan" diye yazmış bana.

Madem ki bir yıldıza konuğum bu gece, öyleyse ona bir şiir okumalıyım. Ona öğrendiklerimden söz etmeliyim. Şöyle diyor şiir; Öğrendiklerimi anımsıyorum hiç durmadan/En tutkulu sevdamdı direnmek/Ve umuda sözler yazmaktı yaşamak/Korkusuz masmavi sulara dalmaktı sevmek/Düşleri çoğaltmaktı yarınlara yürümek/Paylaşmanın en güzeliydi kavgayı bölüşmek/Öğrendiklerimi anımsıyorum hiç durmadan/Direndim, paylaştım ve sevdim/Öyleyse mutlu yaşadım diyebilirim/Ve aynı büyük umutla usulca ölebilirim. Yalnız sığ ırmaklar gürültülüdür derler. Yaşamaya gürültüsüz akmalı insan. Usulca dövüşmeli, usulca yürümeli, usulca sevmeli ve usulca ölmeli. Ama sesi gür, düşüncesi net, duruşu ikirciksiz olmalı. Ve birbirine karışmalı sesimiz, en iyi ayrılıkların adını bilsek, en iyi hasretleri büyütsek de.

Başucumda Clara Zetkin'in yaşamını anlatan bir kitap duruyor. Kitabın kapağında Clara'nın bir gençlik resmi var. Yaşamında; "Yapamıyorum diye bir şey yoktur" sözünü düstur edinmiş Clara. Yazarken sık sık Clara'nın resmine bakıyorum. Ve bana yazdıklarından genç arkadaşımın Clara'nın sözünün anlamını bildiğini düşünüyorum. Günümüzde yakınmak devrimciler arasında bir moda sanki. Düzenden şikayet edenler ondan kopmayı bilmelidir. Koşullardan şikayet edenler onu değiştirmenin yollarını bulmalıdır. Sorunları ortaya koyanlar ona çözümler bulmalıdır. Aslolan dünyayı açıklamak değildir devrimci için. Aslolan dünyayı değiştirmektir. Koşullara bakmak, sonra işin zorluklarını sayıp dökmek, nerede durduğumuzu söylemek değildir bizim işimiz. O koşullara uygun çatışma yöntemleri geliştirmek, asla yılgınlığa düşmemektir. Acıyı öfkeye, öfkeyi yaratıcı güce dönüştürmeyi bilmektir. Kısaca laf tüketmek yerine düşünce üretmektir. Düşlere sarılıp yürümek de budur zaten.

Bu gece bir yıldızın konuğuyum ben, nerede olduğunu bilmediğim bir yıldızın; belki yollardadır, belki bir kentte, belki bir gece yürüyüşünde. Yağmur suyu topladım sana/Bütün yoldakilerin adına/Yağmur suyu topladım, bilesin diye/Kekik kokusu burnunun direğinde/Arkadaşım var o dağlarda yaşayan/O yolları yürüyen, o damlara düşen/O sulardan geçen, o sularda yatan/O suları içen; bilesin diye/Nasıl damıtılır su, nasıl hakedilir/Nasıl umut kapısı olunur/gece yürüyüşünde diyor şiir. Öncü bir yürüyüşün insanı olanlar kendilerini kavgada damıtırlar. Bu, aynı zamanda özgürlüğe doğru bir yürüyüş ama bir özgürleşme sürecidir de.

Özgürleşmek, düzenin ilişkilerinden kurtulmak demektir. Bu, devrimcinin ileri yürüyüşünü engelleyecek tüm bağları koparması, onu düzene bağlayan tüm değerleri reddetmesi anlamına gelir. Özgürleşmek, düşünsel olarak yenilenmeyi gerektirir. Ret, inkardır. Eskiyi yadsımakla başlar devrimcilik. Mülkiyet dünyasına ait değerlerin inkarı yeni bir değerler sistemi yaratmayı, yeni bir yaşama biçimine bağlanmayı öngörür. Bu "ben" merkezli yaşamaktan, adanmış bir yaşamaya geçmektir öncü devrimciler açısından. Adanmış bir ömrün sahibi artık bir yol, bir yapı insanıdır. Bugün buradaysa yarın oradadır. Tam da şairin dediği gibi; bazı mısra gibi dudaklardadır, bazı kimsin diye soran bulunmaz. Kahramanlığın sıradanlaştığı, yaşamanın bir yürek işçiliğine dönüştüğü bir konumdur artık sözünü ettiğimiz.

Böylesi yaşamak, yalnız düzenle bağların kopması anlamında bir dış özgürlüğün kazanılmasını değil, duygular dünyasında da bir özgürleşmeyi gerektirir. Kişiyi düzene bağlayan maddi bağları koparmak nispeten daha kolaydır. Ancak yüreğin bağları daha tehlikelidir. Sevgiden, duygulardan alışkanlıklardan, gözyaşlarından örülüdür çünkü. Devrimci yaşama girmek, hemen daima geride bırakılanların gözyaşlarından oluşan bir zincirle karşılanır. İlk kırılan zincirdir bu. Ama devrimci yaşamda da başka zincirler bekler bizi. Bu düzende yaşayanlar açısından hemen her ilişkide ve özellikle duygusal ilişkilerde bir egemen ve bir de tabi olan vardır mutlaka. "Bizim demokratik bir ilişkimiz var" sözünü duyarım çoğu kez. Eh, her demokraside, en tam olanı bile bir diktatörlük biçimidir sonuçta. Güç sahibi olan erk sahibidir de ve ilişkiler bir egemenlik sistemi yaratır. Eğer, sevgi kavgaya denk düşüyorsa, sevginin tarafları kavgayla birlikte yürüyorsa, bu ilişkinin bir tabiiyet biçimi olarak görülmesi zordur. Çelişkiler, yürüyüşün ahengi bozulduğunda çıplak gözle görülür hale gelir.

Devrimciler ve özellikle de yapıcılar açısından ilişkileri demokratikçe değil, sosyalistçe kurmak esas alınmalıdır. 'Biz' olmalıdır devrimci evet, ama karşısındaki 'ben'i yok sayan, onu silikleştiren bir biz anlayışı olmamalıdır bu. Birlikte geliştiren, birlikte çoğaltan ve üreten bir "biz"dir sözünü ettiğimiz. Sevgi de bundan başka bir şey değildir zaten. Sevgi ilerlemeye engel olduğunda, sevda yürüyüşe ayak bağı haline geldiğinde, kişisel gelişmeyi frenlediğinde, o ilişki fırlatıp atılmalıdır. Yanlış terk edilmelidir. Devrimciler arasında "serbesti" eğilimleri kadar, "tutuculuk" da yaygındır. "Yanlış, daha baştan yanlış/bir şiir bu, biliyorum/Ve belki ömrümüzün yakın geçmişi/bu kadar doğruydu ancak, kimbilir/Kalbim unut bu şiiri" diyor şair, asıl yenilgi yanlışta ısrar etmektedir. Ve asıl ahlaksızlık, bitmiş ve en başından yanlış bir ilişkiyi sürüklemeye çalışmaktır. Sonuçta bireysel olarak ahlaklı davranmasını beceremeyen biri, kolektif ahlakın bir unsuru olamaz asla. Kolektif temizliğin turnusol kağıdı gündelik ilişkiler ve özellikle de tensel ilişkilerdir bu nedenle.

Hızlı bir dünyada yaşadığımız kesin. Günlük dile bile yansıyan bir durum bu. Eskiden "akşamı şerifleriniz hayır olsun" diyecek vakti vardı insanların, şimdi yalnızca "selam" demeleri dilin yozlaşmasının olduğu kadar zamansızlığın bir belirtisidir de. İnsani ilişkiler de bu hıza ayak uydurmuş durumda. Her şeyi günübirlik yaşamak düzenin bir hali gibi. Sosyalist devrimciler de bu günübirlik yaşamadan payını alıyor her zaman. Gündelik yaşamak; derine bakmayı bilmemek demektir. Oysa devrimcilik bir bakıştır. Yüzeydekine değil, derine; geçicinin içinde kalıcı olana; kaymağa değil, altındakine bakmayı bilmelidir devrimci. Yüzeyselliğe, geçiciliğe tepkisi olmalıdır devrimcinin. Özel yaşamlardaki günübirlikçilik bir ideolojik göstergedir. Kolektif yaşamda da karşılığını bulur mutlaka.

Günlük yaşamak, yalnız somuta bakmaya neden olur çünkü. Oysa devrimcinin işi somutun zenginliğinde soyutu aramaktır. Soyutlama yapmayı bilmeyen hayata devrimci bakamayandır. Böyle birinin hayatın hiçbir alanında kalıcı değerler üretmesi mümkün değildir. Yaşamının hiçbir aşamasında kalıcı değerler yaratmayı beceremeyen biri ise geleceğe yürüyemez besbelli. Gündelik yaşayanların en büyük zaafı da burada ortaya çıkar işte. Onların tüm ilişkileri gibi devrimcilikleri de gelip geçmeye mahkumdur eninde sonunda.

Ancak devrimcilikle bağdaşmayan bir diğer özellik de tutuculuk, alışkanlıklara kölece bağlılıktır. Kendini yenileyen biri olmalıdır, gerçeğin yüzüne dimdik bakmayı bilmelidir devrimci. Ne kadar acıtıp kanatsa da yeniden başlayabilme cesaretini göstermelidir. Başkalarına karşı radikal olmak ama kendi ilişkilerini gerekçelendirmek bizim coğrafyanın devrimcilerinin bir özelliği. Doğru tespitler yapan, doğru çıkarsamalarda bulunan pek çok devrimci kendi ilişkileri söz konusu olduğunda kuzuya döner. "Amalar.... belkiler... düşünemedimler..." birer kişisel kelepçe olur çıkar böylesi anlarda. Yüreği ve kafası tutsak olanın kelepçeleri bırakmaz ki zeybek oynayabilsin. Geçmişini yargılamayı bilip de bugününe cesaretle bakmayı beceremeyenler, dünün yanlışlarını bugünün yanlışlarına bir özür bulabilmek için düzeltenler için de geçerlidir bu tutsaklık hali. Tutuculuk, tutsaklıkla birleştiğinde tehlikeli bir duruş ortaya çıkar. Öncülük eden yapı işçisinin kelepçeleri olmamalıdır oysa. Çünkü bir özgürlük savaşçısıdır sonuçta o. Kendisi özgür olmayan biri, nasıl bir özgürlük yürüyüşünün insanı olabilir ki? Kaçaklığın her türlüsü ayıptır, ahlaksızcadır. Çünkü ahlak, eylemde davranış ilkelerinden başka bir şey değildir. Kendini acıtmayı bilmeden, kendiyle hesaplaşmadan yürümeye kalkmak sonuçta kötürümleştirir insanı, ahlakını bozar. Böyle birinin kendine inancı ikiyüzlücedir aslında. Kendine inanmayan, inandırıcı da olamaz sonuç olarak. Günlük yaşam, devrimciye tutulan bir aynadır kısaca. Bu yüzden çürümenin ilk belirtileri, günlük hayatın en karakteristik halinde; duygusal ve cinsel yaşamda ortaya çıkar hemen her zaman. Devrimci duruşun ilk ve en çıplak sınav yeridir günlük ilişkiler. Bir devrimcinin nereye kadar yürüyüp yürüyemeyeceğini sınamış oluruz bu alanda. Söz değil eylemdir gözlediğimiz her durumda çünkü. İnancı bilgiyle beslememiz gerektiğini tespit eden genç arkadaşıma, inancın en çok günlük pratikte sınandığını anımsatmak için yazdım tüm bunları. Ve günlük pratikte deyim uygunsa "yamulan" birinin toplumsal ve kolektif pratikten dimdik çıkmasının imkansız olduğunu bir kez daha söylemek istedim bu vesileyle. "Ders çıkarmak için kafamızı bir yerlere çarpmamız, her tarafımızı kanatmamız gerekiyor sanki. Oysa ne çok deneye sahibiz, ne çok yazıp konuşuyoruz bunları" diye yazmış yıldız devrimci, mektubunun sonunda. Eh, Goethe'den esinlenerek "teori gridir dostlarım ama hayat ağacı yeşildir" diyen büyük devrimci, her zamanki gibi haklı demek ki! Hayat ağacına çarpınca da kanamadan olmuyor. Ağacın bunca yeşil olması bu yüzden belki de.

Bir de şu var; sanırım biz Türkiyeli devrimcilerin tipik özelliklerinden biri, sıra kendimize geldiğinde kendimizi yazılanların, çizilenlerin dışında saymak. Eleştirileri dışsal bir olgu olarak görmek. Teoriyi ilk önce kendimizde sınamamak. Bir özelliğimiz de düşünce üretmeyle aramızdaki mesafe değil mi zaten. Dar pratikçiliğimize sürekli gündelik bahaneler bulmaz mıyız? Bu konuda gelişmiş bir bahane pratiğimiz yok mu? Çarpmaların bir nedeni, eleştiriyi içselleştirememekse, diğeri üretkenlikten uzak olmak gibi gelir bana.

Bu gece bir genç yıldızın, komünarlardan birinin konuğuyum ben. Konukluk günlük bir iş. Günlük işlerden konuştuk bu nedenle. İyi bilinir; biz gücümüzü tarihin o durdurulmaz akışından alırız. Ama hülyamız da gönlümüzü yakar tutuşturur. İnancımız, tarihin o durdurulmaz akışı kadar hız verir, güç katar bize. O inanca işleyecek, o zırhı delecek kurşunun henüz icat edilmemiş olduğunu iddia ederiz bundan ötürü. Bu işin sırrı da; "Lenin'le aynı türküden, aynı ırmaktan, aynı yapı yerinden, aynı siperden" olmaktır aslında. Bir uzak yıldızla bizi aynı nefeste, aynı sıcaklıkta, aynı dokunuşta buluşturan da budur işte. Aynı kitabın çocuklarıyız biz, hangi yaşta olursak olalım. Ve ol kitabı okudukça, kitap üzre yürüdükçe gençleşir, yürüdükçe gün ışığı gibi hayatın içine karışırız hep birlikte.

Bu coğrafyanın dört bir yanında ışıklı yıldızlarımız var bizim. Gecenin böyle güzelleşmesi bu yüzden değil mi zaten? Ve 'ışık'lar da onlarla çoğalmıyor mu eğer varsalar. Kavgayla kazanılacak baharların sahibi direnen, savaşan, adressiz yaşayan bu yıldızlardır çoğu kez. Işığın hayata yürümesi de böylece mümkün olur ancak.