24 Kasım 2024 Pazar

Siyah Amerika'nın Avrupa için anlamı

Eğer Petts önceki yıllarda evden binlerce mil uzakta duygusal bir öykü arayışında olsaydı, kendi hükümetinin, özgürlük isyanı karşısında,  binlerce kişiye işkence yaptığı ve cinayet işlediği Kenya'ya bakabilirdi. Avrupa ile ABD arasındaki ırksal tarihler arasındaki merkezi ayrımlardan biri, nispeten yakın zamana kadar Avrupa baskısının ve direnişinin öncelikle yurtdışında gerçekleşmesidir. Bizim sivil haklar hareketimiz Jamaika, Gana, Hindistan vb. yerlerdeydi.  Sömürge sonrası dönemde, bu sorumluluğu kendi kıyılarından uzak tutma hali, söz konusu tarihi anlamaya gelince, inkâr, çarpıtma, cehalet ve incelik için önemli bir alan açtı.

Galler Llansteffan'da Eylül 1963’de John Petts adlı vitray sanatçısı, Alabama/Birmingham'daki 16. Sokak Baptist Kilisesi'ndeki pazar okulunda dört siyah kızın bombalama sırasında öldürüldüğünü duyduğunda radyo dinliyordu. 

Haber, beyaz ve İngiliz olan Petts'i derinden etkiledi. Londra'nın İmparatorluk Savaş Müzesi'nin arşivlediği bir kayıtta göre, Petts, “Doğallığında, bir baba olarak çocukların ölümünden dehşete düştüm” dedi. “Titiz bir zanaat ustası olarak, tüm bu [vitray] pencerelerin parçalanması beni dehşete düşürdü. Kendi kendime düşündüm, bu konuda ne yapabiliriz diye?”

Petts, sanatçı olarak yeteneklerini dayanışma eyleminde kullanmaya karar verdi. Çünkü “Bu konuda bir şey yapmadıkça herhangi bir fikrin anlamı olmayacaktı” ve “Eylemin izlemediği düşüncenin, yaşamda gerçek bir anlamı olamazdı.”

Galler’in önde gelen gazetesi The Western Mail'in editörünün yardımıyla kilisenin vitray penceresinin değiştirilmesi için maddi destek çağrısında bulundu. Editor Petts'e “Hiç kimseden yarıdan fazla crown [o zamanki bir kuruşa eşdeğer] vermesini istemeyeceğim. Zengin bir adamın pencerenin tamamını ödeyen bir jestte bulunmasını istemiyoruz. Galler halkı tarafından verilmesini istiyoruz” dedi.
İki yıl sonra, Alabama kilisesi, mavi bir tonla bezenmiş, başı eğik, kolları sanki bir haç üzerinde gibi açılmış siyah bir Mesih tasvirinin üzerine “Bana bunu sen yaptın” cümlesi kazınmış Petts'in penceresini monte etmişti. (İncil / Matthew 25:40: “Gerçekten, size söylüyorum, bu kardeşlerimden en az birine yaptığınız gibi, bunu bana siz yaptınız”).

Avrupa'nın, özellikle kriz, direniş ve travma dönemlerinde Siyah Amerika ile özdeşleşmesi uzun ve karmaşık bir tarihe sahiptir. Bu tarih Paul Robeson, Richard Wright ve Audre Lorde gibilerinin çoğu zaman ideolojik kaynak olarak gördükleri enternasyonalizm geleneği ve Avrupa solundaki ırkçılık karşıtlığıyla şekillenmiştir. 

1970'lerin başında Kuzey İrlanda'daki meşhur Long Kesh'da İngilizler tarafından hapsedilen Kuzey İrlandalı Katolik yazar ve senarist Ronan Bennett bana “Çok küçük yaşlardan itibaren ailem Martin Luther King'i ve sivil hakları desteklemişti. Siyah Amerikalılara içgüdüsel bir sempati duyduk. Bir çok ikonografi ve hatta 'Üstesinden Geleceğiz' gibi marşlar Siyah Amerika'dan alındı. 1971 veya '72’de, Martin Luther King'den çok daha fazla Bobby Seale ve Eldridge Cleaver ile ilgileniyordum” demişti.  

Ancak Siyah Amerika ile kendisini özdeşleştiren bu siyasi kimlik geleneği Avrupa kıtasının aşağılık kompleksi için önemli bir alan açıyor, çünkü hem sömürge geçmişini hem de mevcut kendi ırkçılığını uygun bir şekilde göz ardı eden ahlaki bir güvenle Amerika ile ilgili göreceli askeri ve ekonomik zayıflığını örtmek istiyor.

1998'de İngiliz genç Stephen Lawrence ırkçı cinayetiyle ilgili kamuoyu araştırması yapıldığı esnada Teksas, Jasper'da üç adam tarafından alıkonulan 49 yaşındaki Afrikalı-Amerikalı James Byrd'ın hazin sonlu haberi İngiltere'ye ulaştı. Ona saldırmışlardı, üzerine işemişlerdi, ayak bileklerinden kamyonetlerinin arkasına zincirlemişler ve başı kopana kadar bir milden fazla sürüklemişlerdi. O dönem çalıştığım İngiltere'nin Guardian gazetesinin editörler toplantısı sırasında meslektaşlarımdan biri Byrd’ın öldürülmesine ilişkin konuşurken “En azından burada öyle yapmıyoruz” demişti. 

O zamandan bu yana, renkli Avrupalı sayısı özellikle İngiltere, Hollanda, Fransa, Belçika, Portekiz ve İtalya’da önemli ölçüde arttı. Bunlar ya eski sömürgelerin torunları (“Biz buradayız çünkü siz oradaydınız”) ya da daha yeni olarak sığınmacılar, mülteciler veya ekonomik göçmenlerdir. Bu topluluklar da Amerika'da gerçekleşen daha görünür müdahalelerle birlikte kendi yerel ırksal adalet mücadelelerini yeşertmeye çalışıyor.
Kendi otobiyografisinde Malcolm X, “Amerikan zencisinin yüz milyonlarca diğer beyaz olmayan insanların kendisi için duyduğu endişe hakkında hiçbir fikri yok. Kendisi ve kendisi için beslediği kardeşlik duygusu hakkında hiçbir fikri yok” demişti. 

Geçtiğimiz hafta boyunca, büyük çapta kalabalıklar George Floyd'un öldürüldüğü polis vahşetine karşı ortaya çıkan isyanla dayanışmalarını ifade etmek için Avrupa genelinde bir araya geldiler. (Kadınların durumunun Atlantik'i geçmesi daha az olası. ABD protestolarında öne çıkan Breonna Taylor'ın adı burada daha az görülmekte.) Binlerce protestocu diz çöküp yumruk kaldırırken Paris merkezindeki hava duman ve göz yaşartıcı gazlarla doluydu. Gent'te Kongo'yu talan eden ve yağmalayan Belçika Kralı II. Leopold'un heykeli “Nefes Alamıyorum” atkısıyla kapatılırken kırmızı boyayla sıvandı. Kopenhag'da “adalet yoksa, barış da yok” dediler. Stockholm'de çatışmalar olurken; İngiltere’de İşçi Partisi kontrolü altındaki belediyeler dayanışma için mor renk ışık yaktılar; Milan'dan Krakow'a ABD elçilikleri ve konsoloslukları protestoların odak noktasıyken, Londra'nın Trafalgar Meydanı'ndan Lahey'e, Dublin'den Berlin'in Brandenburg Kapısı’na kadar on binlerce yürüyüşçü seslerini duyurmak için sosyal mesafe uygulamalarını ihlal ettiler.
Polis vahşeti fotoğrafları ve videoları ve buna karşılık olarak diasporalar ve ötesine geçen kitle gösterileri çok sayıda insanı hızlıca canlandırmakta ve harekete geçirebilmekte. Bir durumun ortaya çıkış ve yükseliş hızı artarken, çekiciliği de genişlemektedir...

Bunlardan bazıları sadece Amerikan gücünün bir yansımasıdır. ABD'deki siyasi gelişmelerin dünyanın geri kalanı üzerinde - ekonomik, çevresel ve askeri olarak - önemli bir etkisi var. Kültürel olarak, ABD diğer uluslardan farklı olarak bir ağırlık oluşturur ve bu etki Afrikalı Amerikalılara kadar uzanır. Otuzlu yaşlarımda, Siyah Amerika'nın edebiyatı ve tarihi hakkında, doğduğum ve büyüdüğüm Siyah Britanya'nın ya da gerçekten de ailemin geldiği Karayipler’inkinden çok daha bilgiliydim. Siyah Amerika, siyah diaspora içerisinde hegemonik bir otoriteye sahiptir, çünkü marjinalize edilmiş olmasına rağmen Amerika’nın içindedir ve başka hiçbir siyah azınlığın eşleşemeyeceği bir erişime sahiptir.

Ve böylece, Avrupa çapında Trayvon Martin, Michael Brown ve George Floyd'un isimlerini biliyoruz. Oysa Güney Afrika aparthietından kaçan, 1989'da Napoli yakınlarında ırkçılar tarafından öldürülen ve ölümüyle İtalya'da göçmenlerin statüsünü yasallaştıran ilk büyük yasanın başlamasına vesile olan Jerry Masslo, o ülke dışında neredeyse hiç bilinmemektedir. Benzer şekilde, 2001 yılında Oslo'da neo-Naziler tarafından öldürülen, büyük gösterilere ve ulusal ırkçılık karşıtı ödüllerin verilmesine neden olan on beş yaşında Norveç-Ganalı bir çocuk olan Benjamin Hermansen'ın hikayesi, Norveç'in ötesinde nadiren anlatılıyor. (Bilindik bir espriyle Michael Jackson, 2001’deki Invincible albümünü Benjamin’e adamış olsa da, en sadık hayranlarının bile bu referansı alacağından şüpheliyim.)

İlgi karşılıklı değil. Guardian toplantısında Lawrence ve Byrd arasındaki karşılaştırma garip olsa da, en azından mümkün oldu; Amerikan haber odalarının çoğunun Lawrence'ı duyması pek olası değildir. Bu duygusuz ilgisizliğin değil imparatorluğun gücünün ürünüdür. Merkeze ne kadar yakın olursanız, çevre hakkında o kadar az bilgiye ihtiyacınız olur ve bunun tersi de geçerlidir.

Amerikan iktidarını hem kızdırıp hem de hayrete düşüren bir kıtanın bakış açısından, Afrikalı-Amerikalılar birçok Avrupalı için kurtarıcı bir gücü temsil ediyor: ABD'nin iddia ettiği şey olmadığı ve hareketin bugün olduğundan çok daha büyük olabileceğinin yaşayan ispatına tanıklık ediyoruz. Bu durum Avrupa solunun tembel ve muhafazakar anti-Amerikanizm çamuruna yalan suyu taşıyor. George W. Bush'u yeren aynı liberaller Barack Obama'ya aşık oldular; Richard Nixon'ı suçlayan solcular Muhammed Ali’yi, Malcolm X’i ve Martin Luther King Jr.'ı kucakladılar. Fransızlar, Marshall Planı ile başlayan kültürel emperyalizmin “Coca-Sömürgeciliği”ni kınarken, James Baldwin ve Richard Wright'ı memnuniyetle karşıladılar. Başka bir deyişle, ABD dış politikasının ve gücünün - zaman zaman tepkili ve kaba ama nadiren tamamen haksız - reddedilmesi, Amerikan kültürünün veya potansiyelinin toptan bir şekilde reddedilmesini gerektirmemiştir.

Ve ABD yumuşak gücüne değer verdiği zamanlarda, başka bir yerde nasıl algılandığını da önemsiyordu. 1963 yılında Dışişleri Bakanı Dean Rusk, “Irk ilişkileri meselesi dış politika ilişkilerimizin ele alınışını derinden etkiliyor. Ayrımcılık sorunundan bahsediyorum… Sesimiz kesildi, dostlarımız utanıyor, düşmanlarımız neşeli… Bu yarışı bacaklarımızdan biri alçıda koşuyoruz ” diyordu. 

Şimdi, o zamanların birinde değiliz. George Floyd’un öldürülmesi, Amerika imajının Avrupa'da hiç olmadığı kadar altlarda olduğu bir anda geldi. Bağnazlığı, kadın düşmanlığı, yabancı düşmanlığı, cehaleti, kibiri, vahşiliği, alçaklık ve alıklığıyla Donald Trump, çoğu Avrupalının Amerikan gücünün en kötü yönleri olarak nefret ettiği her şeyi özetliyor. Trump’ın göreve başlamasından bir gün sonra 84 ülkede kadın yürüyüşleri yapıldı; ve bugün, Trump’un Avrupa başkentlerinin gelişi çoğu kez büyük protestolara neden oluyor. Uluslararası toplantılardaki davranışları ve bir pandeminin ortasında Dünya Sağlık Örgütü'nden çekilme kararlılığı sayesinde, dünyanın geri kalanına duyduğu saygıyı netleştirmiş oldu. Ve genel olarak da aynı “sıcaklıkla” karşılık görmektedir.

Polis cinayetleri Amerikan yaşamının sürekli, korkunç bir özelliği olmasına rağmen, birçok Avrupalı için bu özel cinayet, bu daha geniş siyasi dönemin adaletsizliklerinin teyidi olarak duruyor. Devletin gücüyle kutsanmış ve en yüksek makamdan cesaretlendirilmiş beyaz, safkancı şiddetin yeniden canlanmasını sergilemektedir. Güvenlik güçleri, kendi vatandaşlarını korkutup terörize ederken, krizde olan bir demokrasiye örnek oluyorlar. George Floyd'un öldürülmesi sadece bir cinayet olarak değil, bir metafor olarak da karşımızda durmakta.

Bu patolojiler herhangi bir yerden gelmedi. 19. yüzyıl Fransız entelektüeli Alexis de Tocqueville, “Hiçbir Afrikalı Yeni Dünya kıyılarına özgürlükle gelmedi. Her zenci doğumda torunlarına kirliliğin izlerini geçirir. Yasa köleliği ortadan kaldırabilir, ancak izlerini yalnızca Tanrı yok edebilir” diyordu. Bu “iz”, Siyah Amerika'yı bütünde değil, sadece ABD'den bakarak anlamaya çalışan bir dünyaya açılan kapıdır – eş zamanlı kültürel bir model olarak merkeze alınır ve gücünün sonuçlarından koparılır.

Bu Siyah Amerika algısı çoğu zaman tepeden inmeci ya da basitleştiricidir. Sovyetler Birliği'nin en ünlü şairi Vladimir Mayakovsky 1927'deki “Gençlerimize” adlı şiirinde “Yaşlı bir zenci olsaydım / umutsuz ve tembel olmadan / Rusça öğrenirdim / Sadece Lenin konuştuğu için” diye yazmıştı. (Lenin'e gelince, çocukken en sevdiği kitap Tom Amca'nın Kabini’ydi.)

Josephine Baker’ın kendisinin benzersiz olmasına rağmen Avrupa'nın Revue Nègre'de Baker'ı egzotikleştirmesi ilk kez olan bir şey değildi. Altmışlı yılların sonlarında, Batı Alman medyası aktivist Angela Davis'i “Afro görünümlü militan Madonna” ve “çalı saç modeline sahip siyah kadın” olarak nitelendirdi. Doğuda ise O’na şöyle dediler: “Afrika-görünüşlü geniş, kıvırcık saç stiliyle Berlinlilerin dikkatini çeken güzel, koyu tenli bir kadın. ”

Ancak bağlamdaki hayranlık, kusurlu olduğu her şeye rağmen gerçekti. Afrika kökenli Amerikalıların mücadeleleri için verimli bir zemin sağlayan Avrupa Sol geleneğinde, anti-faşizmin yanı sıra her zaman güçlü bir enternasyonalist anti-ırkçılık akımı olmuştur. 1860'larda Lancashire değirmen işçileri, pamuk arzının kurumasına yol açan konfederasyon ablukaları nedeniyle yoksullaşmalarının ardından kendi geçim kaynaklarına mal olmasına rağmen, Güney mallarının boykot edilmesinin sona erdirilmesi çağrılarına karşı direndiler. The New York, 1970'lerin başında, Angela Davis’e Özgürlük kampanyasının sadece Doğu Almanya'dan 100.000 mektup aldığını, bu mektupların açılamayacak kadar çok olduğunu belirtiyordu.

Avrupa, bir kez daha ABD'deki ayaklanmalarla ön plana çıkan Siyah Amerika ile ırkçılık karşıtı dayanışma konusunda kanıtlanmış bir yeteneğe sahipken, aynı zamanda dünyaya ırkçılık ihraç etme geçmişine de sahiptir. De Tocqueville, “Hiçbir Afrikalı Yeni Dünya'nın kıyılarına özgür gelmedi” derken haklıydı, ancak o Afrikalıları oraya getirenin “Eski Dünya” olduğunu açıkça ifade etmeyi ihmal etti. Avrupa, Amerika gibi bir ırkçılık tarihine sahiptir - aslında tarihleri iç içedir. Bu bağlamda Avrupa ve ABD arasındaki en önemli fark, basitçe Avrupa'nın en berbat anti-siyah ırkçılık (kölelik, sömürgecilik, ayrımcılık) biçimlerini kendi sınırları dışında uygulamasıdır. Amerika bunları içselleştirdi.

Petts'in Birmingham bombalama olayını duyması ve Alabama'daki vitray pencerenin kurulması arasında geçen sürede ve sonrasında altı Afrika ülkesi kendilerini İngiliz yönetiminden kurtardı, Portekiz ise 9 yıl daha kendisinin yabancı mülküne tutundu. 

Eğer Petts önceki yıllarda evden binlerce mil uzakta duygusal bir öykü arayışında olsaydı, kendi hükümetinin, özgürlük isyanı karşısında,  binlerce kişiye işkence yaptığı ve cinayet işlediği Kenya'ya bakabilirdi.
Avrupa ile ABD arasındaki ırksal tarihler arasındaki merkezi ayrımlardan biri, nispeten yakın zamana kadar Avrupa baskısının ve direnişinin öncelikle yurtdışında gerçekleşmesidir. Bizim sivil haklar hareketimiz Jamaika, Gana, Hindistan vb. yerlerdeydi.  Sömürge sonrası dönemde, bu sorumluluğu kendi kıyılarından uzak tutma hali, söz konusu tarihi anlamaya gelince, inkâr, çarpıtma, cehalet ve incelik için önemli bir alan açtı.

“İngiltere, Senin İngilteren”de George Orwell, “İngilizlerin kendi İmparatorlukları hakkında ikiyüzlü olduğu çok doğru. İşçi sınıfında bu ikiyüzlülük, İmparatorluğun var olduğunu bilmeme biçimini alır” diyor. Bu makalenin yayınlanmasından on yıl sonra, 1951'de İngiltere hükümetinin yaptığı bir sosyal araştırma, ankete katılanların yaklaşık beşte üçünün tek bir İngiliz sömürgesini bile sayamadığını ortaya koydu.
Kendi emperyal miraslarıyla ilgili bu tür seçici hafıza kaybı, kaçınılmaz olarak, birçok beyaz Avrupalı arasında ABD'ye karşı ırkçılık konusunda yanlış bir üstünlük hissine yol açmaktadır. Daha da kötüsü ise bugüne kadar bu tarihi yanlış anlamayı kirleten zehirli nostaljidir. Bu yılın Mart ayındaki YouGov anketine göre, iki Hollandalıdan biri, İngilizlerin üçte biri, dört Fransız ve Belçikalıdan biri ve beş İtalyan'dan biri, ülkelerinin eski imparatorluğunun gurur duyulacak bir şey olduğuna inanıyor. Tersine, yirmi Hollandalıdan sadece biri, yedi Fransızdan biri, beş İngiliz'den biri ve dört Belçikalı ve İtalyan'dan biri eski imparatorluklarını utanılacak bir şey olarak görüyor. Bunların hepsi ABD'deki George Floyd protestolarıyla büyük dayanışma eylemleri gösteren ülkeler.

İçerlemeleri, dünyanın geri kalan çoğunluğunun ne gördüğünü görmek için çoğu zaman yetersiz farkındalık taşıyor. Bütün samimiyetleriyle, Amerika'nın nasıl bu kadar acımasız bir yere geldiğini merak ediyorlar - benzer bir yoldan kendilerinin gittiğini kabul etmeden veya pişmanlık duymadan. Beyaz Avrupalılar arasında, kendilerini sempatik, kültürlü ve bilgili görenler de bile, ırk ve ırkçılık hakkındaki anlayış düzeyi oldukça düşük.

Rahmetli Maya Angelou, Fransa’nın kendisiyle olan ilişkisi ile kendisine benzeyen diğerleriyle olan ilişkisini karşılaştırdığında aradaki uçurumu fark etti. Bu farkındalık, 1954'te Porgy ve Bess ile turdayken, oraya yerleşen siyah sanatçıların ve müzisyenlerin bildik yolunu takip etmeme kararını vermesini sağladı. Otobiyografinin üçüncü cildi olan “Şarkı Söyleme, Sallanma ve Noel Gibi Kutlama”da “Paris bana veya oğluma göre bir yer değildi. Fransızlar benim fikirlerimle eğlendirebilirlerdi çünkü karşılıklı tarih hakkında her hangi bir suçluluk duymuyorlardı - tıpkı beyaz Amerikalıların Afrikalı, Kübalı veya Güney Amerikalı Siyahları kabul etmeyi, kendileriyle  iki yüzyıl birlikte yaşamış olan Siyahlardan daha kolay buldukları gibi. Bir önyargıyı bir başkasıyla değiştirmenin faydasını görmedim” diyordu. 

Ve bu bizi Avrupa'nın bu alandaki güvenilirliği ile ilgili diğer bir soruna getiriyor: yani bugün Avrupa'da ırkçılığın yaygınlığı. Faşizm bir kez daha kıtadaki ana akım ideolojilerden biridir ve açık ırkçı partiler iktidarda olmasalar bile tablonun merkezi bir bileşeni olarak siyaseti ve tartışmaları belirleyen konumdadırlar. Muhtemelen kendilerini kurtaracak herkese para cezası veren İtalya’ya doğru yönelirken, Akdeniz'de boğulmadan önce nefes almak için mücadele eden umutsuz mültecilerin son anlarını gösteren ve viral olan videolar göremezsiniz. Sadece üç yaşında Suriyeli bir çocuk olan Alan Kurdi’nin ölü bedeni 2015 yılında bir Türk sahiline vurduğunda, polis kurşunlamasını gösteren Amerikan videolarının yarattığı etkiye benzer bir etki gördük Avrupa'da: siyasal kültürlerimizin de benzer şekilde suç ortağı olduğu insanlıktan soyunmuşluğun acı kanıtı.

Hapislik, işsizlik, yoksunluk ve yoksulluk Siyah Avrupalılar için çok daha yüksek bir risk. Belki de sadece kıtanın ABD’deki gibi bir silah kültürü olmaması nedeniyle, buradaki ırkçılık daha az öldürücüdür. Ama başka biçimler altında yaygındır. Örneğin İngiltere'de Covid-19 ölümlerindeki ırk farklılıkları, Amerika'daki benzerliklerle karşılaştırılabilir. 2005-2015 yılları arasında Britanya, İtalya, Belçika, Fransa ve Bulgaristan'da ırk temelli ayaklanmalar ve isyanlar yaşandı. Son kapitalizmdeki siyahi yaşamın güvencesizliği, en sık ve göze batan bir şekilde orada yaşansa bile sadece Amerika'ya özgü değildir. Bu kapsamda, Black Lives Matter bir dalga olarak bir çok Avrupa şehrinde ve ötesinde kendisine yurt bulabilmektedir. 

Peki, tüm bunlar göz önüne alındığında, ırkçılık konusunda Avrupalılar Amerika'yı hangi hakla sorguya çekiyorlar? Bu, siyah Avrupalı aktivistlerin, kendi ülkelerindeki ırkçılık ile hesaplaşmaya zorlamak için Amerika'daki duruma odaklanan dikkati kullanarak sürekli nirengi yapmaya çalıştıkları bir sorundur. Elbette, bir yerde ırkçılığın var olması, birilerine başka yerde ırkçılık hakkında konuşma hakkını vermemenin gerekçesi yapılamaz. (Eğer durum böyle olsaydı Apartheid karşıtı hareket asla Batı'da ayağa kalkamazdı.) Ama bu, kişinin bunu nasıl yaptığına dikkat etmek anlamına geliyor. Burada, Amerika’nın daha büyük resmi ile Avrupa'nın daha geniş kültürel saplantısını kendi çıkarlarına çevirmeye çalışan ve kendi siyasi kurumlarını içerideki ırkçılık konusunda eğitmeye çalışan birçok siyah eylemci örneği gördüm. Bu hafta ABD'de George Floyd'un ağıtlarına karşılık veren Parisliler, 2016 yılında polis tarafından gözaltında öldürülen Mali kökenli bir vatandaş olan Adama Traoré'nin adını dillendirdiler. 

Ama bu, teşekkürsüz bir görev olabilir ancak. Deneyimlerime göre, Atlantik'in her iki tarafındaki ırkçılık arasındaki bağlantıların, sürekliliklerin ve zıtlıkların ortaya konması, birçok beyaz Avrupalı liberalde öfke ve şaşkınlık arasında bir şeye yol açıyor. Çok azı kendi ülkelerinde ırkçılığın varlığını inkar edecek ancak “burada olan, oradakinden daha iyidir”i zorla kabul ettirmek için ısrar edeceklerdir -sanki sahip olduğumuz ırkçılıktan memnun olmalıyız.

On iki yıl Chicago ve New York'ta yaşayan bir muhabir olarak 2015 yılında ABD'den ayrıldığımda, sürekli olarak ırkçılık yüzünden mi ayrıldığım sorusuyla karşılaştım. “Irkçılık İngiltere ve Amerika'da farklı şekilde işliyor” diye cevaplar verdim. “Eğer ırkçılıktan kaçmaya çalışsaydım, neden Londra'daki Hackney'e geri döneyim ki?” dediğimde, Amerika’daki ırkçılık buradakinden daha kötü demekte ısrar ettiler. 

Benim sert cevabımsa “Irkçılık her yerde kötüdür” oldu hep,  “Gerçekten ‘daha iyi’ bir tür yok.”


6 Haziran 2020’de The NewYork Review sitesinde İngilizce yayınlanan makale, Gary Young tarafından kaleme alınmıştır. Makaleyi, Tekin Göçer ETHA için çevirdi.

Makalenin orijinali için: 
https://www.nybooks.com/daily/2020/06/06/what-black-america-means-to-europe/