DÜNYA
Rojava ve 68'in Mirası
Rojava, 1968 başkaldırısıyla çok fazla ortak nokta paylaşıyor. O dönemin radikal kuşağı, ilham alma adına yüzünü küresel düzeyde en ilerici ve dogmatik olmayan devrimcilere çevirmişti.
1 Mayıs, dünya işçi sınıfının milyonlar olup sokakları doldurduğu bir gündür. Ezilenlerin ve hor görülenlerin küresel bayramı olduğu kadar, hak ettiğimiz bir dünya düzeni için mücadele günü de demektir. Bu anlamda kolektif gücümüzün yıllık bir hatırlatıcısı, toplumu örgütlemenin alternatif bir biçimini hayal etme şansının sunulduğu bir gün olarak her 1 Mayıs, aynı zamanda özgürlükçü potansiyelimizin de tümüyle açığa çıktığı bir takvim anlamını taşır.
'68'DE SOKAKLAR YANIYORDU
Bu yılki 1 Mayıs'ın, yani Uluslararası İşçi Bayramı'nın özel bir anlamı daha vardı. 50 yıl önce 2 Mayıs 1968'de, haftalar sürecek ayaklanmanın ateşi Paris'ten yükselmeye başlamıştı. Paris komününün güncel bir versiyonu olarak nitelik kazanmaya başlayan ayaklanmalar, Fransız devleti için ise yüzyıl öncesini hatırlatan bir kriz haline ulaşmıştı. Öğrenciler, işçiler ve kadınlar, kendi yaşamları üzerinde söz sahibi olmak ve aynı zamanda iflasın eşiğindeki kapitalist sisteme bir son vermek istediler. İşgaller ve genel grevler ülkeyi fiilen durma noktasına getirdi. Onların bu hamlesi tüm Batı Avrupa'ya yayıldı ve nihayetinde siyasal bir devrimle sonuçlanmamış olsa da '68'de yaşananlar Fransızların bilincinde çok önemli parça olarak yerini aldı.
'68'de olan bitenin aynı zamanda önemli bir uluslararası boyutu vardı. Zira '68, ezilenlerin dünya çapındaki sömürge karşıtı ve anti-emperyalizm mücadeleleriyle karakterize olduğu bir dönemdi. Aylar öncesinde, Ernesto Che Guavera Bolivya'da CIA'in emriyle suikasta uğramıştı. Che'nin Asya, Latin Amerika ve Afrika'daki kitleleri ayaklandırmaya dönük çağrısı; "iki, üç, daha fazla Vietnam!" idi. Çin'de kültür devrimi tüm hızıyla sürüyordu ve bu durum gençliğin büyük bir kısmı için artık kemikleşmiş ve bürokratik olarak görülen Sovyetler'deki sosyalist projenin yenilenmiş, daha radikal bir örneğini sunuyordu.
UMUT ETMEKTEN, YENİLENMEYE KARŞI TEPKİSELLİĞE
'68'de, dünyanın bir devrimin eşiğinde olduğunu veya kapitalizmin yakında tarihin çöp sepetine atılacağını düşünmekten dolayı kolaylıkla mazur görülebilirdiniz. Ne var ki bu eşikten hemen sonrasını bir gericilik dönemi takip edecekti. Zira 1980'ler, Margaret Thatcher ve Ronald Reagan gibileri tarafından uygulanan 'süzülme' (trickle down) politikalarıyla sosyalist projenin düşüşüne sahne oldu. Sovyetler Birliği'nin ve doğu blokunun çöküşü ve aynı zamanda Soğuk Savaşın sona ermesi antikomünistleri sözde temize çıkarmış gibi göründü. Ancak gerçekte olan, işçilerin adil toplumsal politikalar isteğine dönük "verilen tavizler" olarak ifadesini bulan refah devletinin geriye doğru sarılması ve neoliberalizmin batı toplumunu silip süpürmesinden başka bir şey değildi.
Bugün, 'tarihin sonu'nun sonuçları gayet açık. Eşitsizlik absürd seviyelere ulaştı. Sosyalizm, bir kez daha gündeme geri taşınmış oldu ve "radikal politika" gençliğin literatüründe yeniden bir yer kazandı. İlk adımları Jeremy Corbyn gibi 'radikal' sosyal demokratlar aracılığıyla atılmış olsa da ana akım içerisinde de bu fikirlerin yeniden ifade edilmeye başlandığından bahsedebiliriz. Evet, yeni nesil deneyim biriktiriyor ve kendisini hem seçim sandıklarında hem de sokaklarda ortaya koyuyor.
İlham için nereye bakmalı?
Kilit bir soru, kurtuluş projeleri için hevesle bir örnek arayışı içerisinde olan yeni neslin ilhamını nereden alacağı sorunsalıdır. 68 kuşağı için başlıca örneklerin Lenin, Che ve Mao olduğunu varsayarsak, görünen o ki ortada bugün için gerçekten de doldurulması gereken devasa bir boşluk var.
Birkaç yıl önce bu mesele üzerine gerçekleşen bir sohbette, yaşamı boyunca Marksist bir aktivist olan biri, o dönem genç devrimci kuşağı arasında Das Kapital'in 3 cildinin ve Lenin'in Toplu Eserler'inin okunup tartışılmasının ne kadar da yaygın olduğunu hatırlatmıştı. Yine o dönemki tartışmalar arasında, Mao Zedung'un yayınlanan her cildi de aynı şekilde esas kabul edilmekteydi. Bugün, bu üç düşünürün yazdıklarıyla o kadar derinden bir kavrayış ilişkisi kuran genç devrimcileri bulmak için oldukça efor sarf etmek gerekiyor. Onun yerine bugün bu boşluk, bilimsel sosyalist düşünceyi zora sokmakla birlikte (backburner) kimlik siyaseti ile doldurulmuş oluyor.
'68 kuşağına en büyük enternasyonal örneklerin Çin Kültür Devrimi veya Küba Devrimi olduğunu varsayarsak, bizler bugün yüzümüzü nereye dönmeliyiz? 2000'lerin başlarında, Latin Amerika'yı saran bir sol saflaşma mevcuttu. Venezuela, Bolivya, Ekvador ve ayrıca çok uzun yıllar ABD'nin arka bahçesi olarak görülmüş başkaca ülkelerde ilerici ve anti-emperyalist hükümetler iktidara geldi. Bu radikal sosyal demokrat projeler en azından umudun tekrar hatırlanmasını sağladı, her ne kadar günümüzde bu eğilim Brezilya'daki darbe ve Arjantin'de neoliberal bir hükümetin yeniden kurulmasıyla birlikte ciddi bir tehlike altında olsa da.
RADİKAL BİR ALTERNATİF ARAYIŞI
Geçen on yılda, böylesi bir ilhamın ve devrimci bir yenilenmenin arayışıyla dünyayı dolaştım. Bu süreçte 'yanlış bir dönem'de doğmuş olduğum duygusunu sıklıkla hissettim. Ancak diğer taraftan, kapitalizmin krizine ve onu aşma kabiliyetimize bir cevap arayışı içinde radikal projeler bulmak için yerküreyi gezme şansı bulduğum için şanslıydım diyebilirim.
2013'de Hugo Chavez'in cenazesine katıldığımda Venezuela'daki komün yapısına tanık oldum. Yarım asırdır ABD'nin ablukası altında olmasına rağmen halkı için onurlu bir yaşam sunabilen modern Küba'nın kazanımlarını ve zorluklarını gördüm. Ana akım batılı anlatım üzerinden oluşan önyargılarımın sarsıldığı Kuzey Kore toplumuna kısa bir bakış fırsatı yakaladım. ABD'de, Britanya'da ve Almanya'daki politik mücadelelere katıldım, hem imparatorların savaşlarına karşı protestolara hem de Occupy Wall Street hareketi içerisinde yer aldım. Türkiye'ye, Gezi protestolarının da dahil olduğu sayısız ziyarette bulundum, askeri darbe sancıları içindeki Mısır'ı gördüm, Ukrayna'nın Rusya ve ABD arasındaki bir vekalet savaşı alanına dönüşmesine şahit oldum. Bu çağı sarsan olaylara tanıklık ettiğim için kendimi inanılmaz şanslı hissediyorum. Özellikle de dünyayı sadece teori yoluyla değil pratik aracılığıyla da anlamamda sağladığı açıklığı bana sunduğu için.
YENİLEYİCİ BİR PROJE OLARAK ROJAVA
Geçen yıl, Kuzey Suriye'nin Kürt ağırlıklı bölgesi Rojava'ya seyahat etme imkanı buldum. Orada geçirdiğim zamana ait izlenimleri çoktan okumuş olanlar, burada tekrarlayacaklarım için beni şimdiden bağışlasın. Öncesinde bu deneyimden, onun radikal ruhuma ne kadar da gençleştirici bir katkı yaptığından sık sık söz sarf etmiştim. Ancak yine de Rojava'nın şu ana kadar yaşadığım en ilham verici deneyim olduğunu kuvvetle ve de tereddütsüz bir şekilde tekrar ifade etmemin önemli olduğuna inanıyorum.
Bu kadar sürükleyici bir yeni toplum vizyonunu ortaya koymak, 21. yüzyılın en acımasız iç savaşının ortasında bir kadın devrimini ve çoklu etnik yapıya sahip radikal demokratik bir projeyi gerçekleştirmek, bu devrimci dönüşümün arkasındaki güçlere haklı bir takdirin verilmesini gerektiriyor. Komünler, kooperatifler, kadın örgütleri ve demokratik taban organları yeni toplumsal düzenin temel çalışmasını oluşturuyor ve tüm bunları gözlemlemiş olmamın bende yarattığı etki, sadece bir meraktan veya saygıdan çok daha fazla bir anlam taşıyor.
Şüphesiz ki, bu süreç kendi içerisinde çelişkiler de barındırıyor. Bu inanılmaz derecede karmaşık ve çok katmanlı bir devrim. Her devrimci gelişme gibi başarılı olup olmayacağı veya nihayetinde dejenere olup olmayacağı belli değil. Bu anlamda elbette ki Lenin'in bir zamanlar altını çizerek sarf ettiği, "'Saf' bir toplumsal devrim görmek isteyenler bunu asla göremeyecekler" sözünü hatırlamak önemli. Rojava devrimine katılanlar için en saygı duyulası olan şey bu açıklıktır; gerçeği eğip bükmenin veya süreci gerçekte olduğundan daha sancısız göstermeye çalışmanın bir yolu yok. Eleştiri ve özeleştiri, devrime katılanlar için bir kanun niteliğindeydi ve öyle de olmaya devam ediyor.
ROJAVA VE 1968 DÖNEMİ
Rojava, 1968 başkaldırısıyla çok fazla ortak nokta paylaşıyor. O dönemin radikal kuşağı, ilham alma adına yüzünü küresel düzeyde en ilerici ve dogmatik olmayan devrimcilere çevirmişti.
Mao'nun kültür devrimi, Sovyetler tarafından Leninizm'e ve partiye bir ihanet olarak görüldü, ancak yine de o, kapitalist restorasyonunun yapıtaşlarının ortaya serilmesini ve bürokrasinin kontrolü ele almasının engellenmesi ile devrim içinde bir yenilenmenin başarılmasını hedefliyordu. Bu halk iktidarı örneği, Sovyetleri ve ona bağlı partileri giderek uluslararası komünist hareketin içinde muhafazakâr bir eğilimin temsilcileri olarak gören Fransız gençliğinde ve Avrupa çapında yankı buldu.
Bugün Rojava, ilham olma adına yüzümüzü döneceğimiz, dogmatik olmayan bir devrimci sürecin örneğini sunuyor. Bu, onu körü körüne inanalım veya eleştirmeksizin destekleyelim anlamına gelmiyor. Abdullah Öcalan'ın ortaya koyduğu demokratik konfederalist modelin, gerçekçi bir biçimde erişilebilir olduğuna inanma adına oldukça zorlandığım yönleri var. Devrimciler için bugün kilit olan şey, bu sürece katılma meselesidir. Bugün Rojava, farklı çizgilere sahip komünistler, anarşistler, sosyalistler için kendi dogmalarının ve ideolojik zincirlerinin sınandığı bir alan olma niteliği taşıyor. Bu sürecin bu kadar önemli olmasının bir nedeni de bu gerçekliktir. Rojava nihayetinde tamamen başarısız olsa bile -ki başarısız olmaması için hepimizin ayağa kalkma sorumluluğu var- hayal etme cesaretinin gücünü; temel fikirlere bağlı olacak şekilde yaratıcı ve esnek olmayı bizlere gösteriyor.
Geçtiğimiz bahar, kısa bir dönem için Rojava'daki enternasyonal komünün eğitim programına katıldım ve o süreçte en çok ilgimi çeken ders konularından biri enternasyonalizm tarihi oldu. İşlenen konular, Karl Marx'ın Birinci Enternasyonalinden Filistin Ulusal Kurtuluş Mücadelesine kadar uzanıyordu. Ancak bununla birlikte '68 hareketine de ciddi bir önem veriliyordu.
Bugünün Kürt Özgürlük Hareketi de bazı yönlerden o dönemin bir ürünüdür. Küresel sömürge karşıtı ve sosyalist eğilimler, zamanında Kürt sorunu karşısında giderek şovenist bir pozisyon alan Türk solundan ayrışan Abdullah Öcalan gibi bir çok düşünüre ilham kaynağı olmuşlardı. Bu anlamda Öcalan, Kürdistan'ın bir sömürge olduğunu ve ulusal bir kurtuluş mücadelesinin gerekli olduğunu ortaya koydu ve bu anlayış Kürdistan İşçi Partisi'nin (PKK) silahlı mücadeleyi kurmasının ardındaki temel kavram olarak yerini aldı.
Bugün Kürt Özgürlük Hareketi mücadelesini bölge özelindeki ulus devlet anlayışının ötesine taşıyor. Hareket kendi radikal politik karakterini korumakla birlikte aynı zamanda bir sürekliği ve de kopuşu ifade ediyor ve bazıları tarafından pratikte öyle olmadığı öne sürülse de teorik olarak Leninizmden koptukları bir gerçek. Ancak devrim modeli etrafında dönen tartışmalar her halükarda önemini koruyor ve bu tartışmalar, yeni paradigmasını gündelik yaşamda sınayan Kürt hareketi tarafından merkezi ve öncelikli bir biçimde vurgulanmaya devam ediyor.
Dünya, 68'in yerküreyi sarsan etkilerini işaret ederken bizlere düşen, hayalgücüne, düş kurmaya, eleştiriye ve radikalleşmeye doğru yönelmektir. Kendisini küresel bir ilişkiselliğin parçası kılmaya çalışan güçlerle, onların yapmaya çalıştığı gibi bir bağ kuralım. Onları destekleyelim ve bizi sınamalarına fırsat verelim. Ve eleştirilerimizi onlara sunarak ödeşelim ki, mücadelelerini kendi mücadelemiz olarak gördüğümüz gerçeği ortaya çıksın.
68'in sloganı haline dönüşen Che'nin söylediği gibi: Gerçekçi olalım, imkansızı isteyelim.
*International Journal of Socialist Renewal'den çeviren: Ivana Benario