22 Kasım 2024 Cuma

Rejimi kazdığı çukura gömmek

Güncel olanla stratejik olanı birleştirme; işte bütün mesele bu bilinci pratik olarak uygulama yeteneğimizde. İşçi sınıfı ve emekçileri bir yandan kendi güncel sorun ve talepleri etrafında örgütlemek için harekete geçerken aynı zamanda onları kapitalist sermaye düzenine ve onun koruyucusu olan faşist rejime karşı devrimci-demokratik saflarda örgütlenmeye çağırmalı, bunun biçimlerini bulmalıyız. Umutsuz ve çaresiz olan halklarımız değil, faşist iktidar ve onun sermaye düzenidir.

Ağır toplumsal sonuçlar yaratan 2001 ekonomik krizinin en temel politik sonucu, temsil yeteneklerini yitiren dönemin geleneksel burjuva partilerinin varlık haklarını da yitirmesi, fakat yerine AKP'nin iktidar partisi olarak ikame edilmesi oldu. İktidara geldiği andan itibaren dizginsiz bir özelleştirme, piyasalaştırma saldırısına girişen AKP, neoliberal popülizmi İslamcı hayırseverlikle buluşturarak geniş bir emekçi tabana ve farklı toplumsal kesimlere seslendi. Üretim ve istihdam dışı yöntemlerle, daha çok tüketim ve ithalat ekonomisini teşvik ederek emekçiler için sürdürülebilir yoksulluk, sermaye sınıfı için de finansal büyüme zemini yarattı. Emperyalist ABD'nin Ortadoğu stratejisiyle de uyumlu bir dış politikayla birleşen bu gelişim hattının sonucu imal edilmiş "milli iradenin" ve "milletin adamının" tecellisi oldu.

Ne var ki, Erdoğan'ın ve partisinin İslamcı hayırseverlikle soslanmış neoliberal popülizmi yerini şefliğe dayalı faşist diktatörlüğe bırakalı çok oldu. Emperyalist sermayenin Türkiye üzerindeki hegemonik dönüşümünün aracı olan AKP'nin İslamcı popülizmden faşist bir partiye evrimi, rejimin yapısal krizinin çözümsüzlüğünün de doğrudan sonucu olarak yaşandı. Şimdilerde "büyüyen Türkiye" söylemi pek revaçta değil. "Milletin adamı" kamuflajının altından ise üçüncü sınıf bir diktatörün çıktığı geniş kesimlerce kabul görüyor. Büyüyen Türkiye ekonomisi tıpkı dünyadaki benzerleri gibi can çekişmekte. Dönemin özgünlüğü ise giderek şiddetlenen ve bir toplumsal krize doğru genişleyen ekonomik krizin aynı zamanda rejimin yapısal kriziyle, bir devlet kriziyle de birleşmesi oldu. Daha geniş ölçekte nasıl ki neoliberal piyasa ekonomisinin çöküşü gerçekte ideolojik, siyasal, sosyal, kültürel ve ekolojik bunalım yaşayan kapitalizmin varoluşsal krizi ise coğrafyamızda da yaşanan yalnızca bir ekonomik kriz değil, faşist, sömürgeci diktatörlüğün varoluşsal krizidir. Bu gerçekten dolayıdır ki, sermaye düzeninin koruyuculuğunu savunan tüm burjuva güçler şu ya da bu şekilde faşist şef Erdoğan'ın etrafında toplandı ve zayıflayan iktidar bloku böylece yeni kuvvetlerle tahkim edildi. CHP-İYİP gibi burjuva muhalefetin iktidar blokuna güncel eleştirileri bu durumda yanıltıcı olmamalıdır. Nihayetinde aynı gemidedir onlar. 

Burjuvazinin ekonomik krize çözümü bellidir; krizin yükünü her türlü yolla emekçi sınıfların üstüne yıkmak. AKP-MHP faşist bloku eliyle sunulan bu çözüm gerçekte bir çözümsüzlüktür. Açılan çukuru kapatmak için daha büyük bir çukur açıyorlar! Öte yandan rejimin yapısal krizine bulunan çözüm de tektir; faşist devlet terörü! Burjuvazi bir yandan krize karşı emekçilerin belindeki kemeri sıkarken diğer yandan itiraz yükseltmesin diye boğazını da sıkıyor. Açtıkları çukura mazlum halklarımızı, emekçileri göndermek istiyorlar. Bu durum bize kapitalizme karşı mücadelenin aynı zamanda faşizme karşı verilmesi gerektiğini, ekonomik krizin en temel sonuçlarıyla, yoksullukla ve işsizlikle mücadelenin politik özgürlük mücadelesiyle iç içe geçtiğini gösterir. 

Kriz günbegün derinleşiyor. İflaslar, işten atmalar, kredi borçluluk oranlarındaki yüksek düzey, tezgahına kilit vuran esnafların on binlerle ifadesi, İŞKUR kuyrukları ve işsizlik maaşı başvurularındaki geometrik artış, intiharlar, evsizlerin sokakta donarak yaşamını yitirmesi, kadına dönük şiddetin tırmanması… AKP'nin ve diktatörün uygulayıcısı olduğu "neoliberalizm rüyası" emekçilerin kabusu olarak yaşanıyor artık. Ne var ki, bir kriz durumunun ve olası patlamaların ölçüsü yalnızca bu negatif durumlar değildir. "Piyasalaştırma", "özelleştirme", "esnek üretim", "güvencesizlik" ve "örgütsüzleştirme" gibi saldırı politikalarının sonuçlarına itiraz yükselten işçiler, işten atmalara karşı gelişen irili ufaklı direnişler, seçim sandıklarına yansıyan oy oranları ve sonuçları, bireysel tepkiler, emekçi sol hareketin farklı bölüklerinin yürütegeldikleri kriz karşıtı çalışmalar ve yeni yol bulma arayışları… Tüm bunlar kriz durumuna işaret etmenin ötesinde aynı zamanda yeni bir durumun da mayalandığının göstergeleridir. 

Yığınların AKP'yle kurdukları ideolojik-siyasal bağın yanı sıra ekonomik bağ da artık zayıf. 2004'ten bu yana emekçi sınıfın en alt tabakalarının yaşamını göreli şekilde ferahlatan AKP politikaları, bugün bu sınıf ve tabakaların yaşamını felç etmiş durumda. İktidarın yalanları emekçilerin günlük yaşamındaki gerçeğe çarparak tuzla buz oluyor. "Sürdürülebilir yoksulluk" yerini "sürdürülebilir rejim" politikasına bıraktı. Faşist şefin neoliberal popülizmi çökerken iktidar blokunun kriz yönetme stratejileri de tutmaz halde. Ne pahasına olursa olsun rejimi ayakta tutmak derdindeler. Bunun bilincinde olduğu içindir ki faşist şef, yakın zamanda kentlerin güvenliğinin artık kolluk güçleriyle korunamayacağını, yeni yöntemler bulmak gerektiğini vaaz etti. Ellerinde avuçlarında kalan tek argüman savaş ve güvenlik siyaseti ile "güçlü devlet" şovenizmi. Şimdilerde bu piyasanın yeni ürünü Libya. Sınıf çelişkilerinin üzerini örtmeyi amaçlayan ve neredeyse her türlü siyasal, ideolojik, kültürel, bilimsel duruma uyarlanarak kullanılan sentetik ve homojen "millilik" söylemi de çare olmaktan çıktı. Öyle ki, "Milli otomobil" pespayeliğinin ömrü ancak bir kelebeğinki kadar oldu. 

Bu koşullar içinde ve bu gerçeğin bilinciyle hareket eden devrimci sosyalistler, 2019 sonundan bu yana "Yoksulluk kader değil. Kriz kapitalizmde çözüm sosyalizmde!" şiarı etrafında bir kampanya yürütüyorlar. Bu, bir süredir yapılagelen "kendi durumuna müdahale"yi aşan, onun deneyimini içererek yeni bir politik hamleye çevirmeye çalışan, kapitalist düzenin ve faşist şeflik rejiminin politikalarına işçi sınıfı ve ezilenler cephesinden müdahale etme halidir. Bu oldukça iddialı ve cüretli bir politik kampanyadır. Ne ki, tam da bundan dolayı süreci daha yüksek bir bilinçle ele alma, çalışma temposunu yükseltme ihtiyacı var. 

Üç aşamalı ve 1 Mayıs'ı görecek şekilde planlanan kampanya çalışması egemenlerin herhangi bir politikasına karşı rutin bir çalışma olarak örgütlenmiyor. Yalnızca söylem ve politikalarımızı yığınlara götürecek, bizi şu ya da bu kadar örgütleyecek bir politik-örgütsel yoğunlaşma çalışması olarak da planlanmadı. Böyle bir kavrayışın sığ ve iddiasız olduğu açık. Mesele, yıkılmaya yüz tutmuş, işçi sınıfı ve halklarımızın olası başkaldırısını demir bir yumrukla ezmeye hazırlanan faşist şeflik rejimine karşı yığınları savaşmaya hazırlamaktır. Mesele, yazı boyunca vurguladığımız koşullar içinde, 2001 krizinin bilinen sonucuna ve gelinen aşamadaki duruma alternatif olmaktır. Bunun ekonomik krize karşı mücadele talepleriyle, hatta yer yer en basit ve sıradan görünen ekonomik taleplerle yapılması, kampanyanın bu politik hedef ve karakterini değiştirmez. Çalışmanın stratejik amacı bu şekilde kavrandığı oranda günlük olarak yapılan her çalışmanın, yükseltilen her talebin anlamlı bir karşılığı olur. Böyle ortaya konulmadığı durumda "elektrik, su, doğalgaz, ulaşım, temel gıda maddeleri vb. ücretlerinin düşürülmesi, vergilerin kaldırılması, zamların geri çekilmesi, işten atmaların yasaklanması" gibi ekonomik taleplerin dillendirilmesi yalnızca yığınların geri bilincine seslenmekten öte bir işlev oynamaz. Kaldı ki, iktidar blokuna karşı konumlanmış farklı siyasal örgütlenmelerin tamamı kendi meşreplerince zaten bunları dillendiriyor. Devrimci sosyalistlerin derdi yalnızca yoksullukla değil, kapitalizmle ve onun faşist dikta rejimiyle mücadeledir. 

Bu ise her zamankinden daha kararlı, iddialı, sistematik ve enerjik bir politik ajitasyon-propaganda çalışmasını zorunlu kılar. Böyle bir kampanyanın başarılı olması için son derece elverişli şartlar mevcut. Her şeyden önce sosyalistlerin, devrimcilerin söylemine kulak kabartan yığınlar var. Üstelik söylenenler onların gerçek yaşamına dokunduğu oranda daha çok karşılık buluyor. Son örneği, kazanımla sonuçlanan İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin yemek kartları için ortaya koyduğu eylemli direniştir. Bu türden eylemlerin, direnişlerin çoğalacağına şüphe yoktur. Haliyle geniş yığınların bilincine en kolay ve basit yoldan dokunmanın yolu olan ajitasyon çalışmasının temposunu yükseltmek vazgeçilmez bir görev olarak kavranmalı, ajitasyon-propaganda araç ve söylemleri çeşitlendirilmelidir. 

Bir yandan kampanya boyunca kesintisiz ajitasyon-propaganda faaliyetiyle düzen teşhiri yapılır, emekçilerin talepleri dillendirilirken diğer yandan da dönemin ihtiyaç duyduğu örgütlenme formlarını bulmak, var olanları güçlendirmek ve geliştirmek göreviyle karşı karşıyayız. Üstelik yerel talepler ve formlarla kampanyayı örgütlemenin zeminin de son derece olanaklı olduğu ortadadır. Emekçilerin dayanışmasına ve kolektivizmine dayalı biçimler bulmak, söz gelimi SKM'nin çağrısını yaptığı "Takas pazarlarını" yaygınlaştırarak kitlesel buluşma ve örgütlenme alanlarına dönüştürmek, mahalle meclisleri, krize karşı platformlar/inisiyatifler, grev ve direnişlerle dayanışma komiteleri, kriz ve kadına dönük şiddete karşı yaşamak istiyoruz inisiyatifleri, dayanışma çağları, forumlar gibi envai çeşit biçimi yerellerde değerlendirmek mümkün. Rejimin faşist şefin ağzından dillendirdiği "yeni tipte savunma yöntemleri"ne karşı emekçi sol hareket ve özel olarak devrimci sosyalistler de kitlelerin ileri unsurlarının kendini bulacağı, yaşamını savunacağı öz örgütlülükler geliştirmekle yükümlüdür. Bunun aynı zamanda antifaşist birleşik mücadelemizin de görevi olduğu akılda tutulmalıdır. 

Güncel olanla stratejik olanı birleştirme; işte bütün mesele bu bilinci pratik olarak uygulama yeteneğimizde. İşçi sınıfı ve emekçileri bir yandan kendi güncel sorun ve talepleri etrafında örgütlemek için harekete geçerken aynı zamanda onları kapitalist sermaye düzenine ve onun koruyucusu olan faşist rejime karşı devrimci-demokratik saflarda örgütlenmeye çağırmalı, bunun biçimlerini bulmalıyız. Umutsuz ve çaresiz olan halklarımız değil, faşist iktidar ve onun sermaye düzenidir. İnsanlık tarihi boyunca açlığın ve haklılığın yenemediği hiçbir korku yoktur. Açlığa ve sefalete mahkum edilen, bu düzene mecbur bırakılan milyonlar bir çıkış yolu, bir umut arıyor. Umut bizde, umut devrimde ve sosyalizmde! Varsın onlar emekçileri çukurun dibine itmeye çalışsınlar. Onları o çukurun dibine yollayacak güç emekçi insanlıkta, halklarımızda ve bizde var. Çünkü kapitalizmin mezar kazıcısı bizleriz.