22 Kasım 2024 Cuma

Olcay Çelik yazdı | TÜSİAD ve MÜSİAD'ın ortak bildirisi ne anlama geliyor?

Kriz altında çıkarları iyice çatallaşan sermaye bloklarının ortaklaşması ancak ve ancak işçi sınıfına yeni bir saldırı dalgası ile mümkün olabiliyor. "Enflasyonun düşmesi" düz anlamıyla işçi ve emekçi için iyi bir şey olacakken, kapitalist karları kurtarmanın bir aracı olarak ele alındığında bizim için tek anlamı acı ilaç, yani daha fazla işsizlik ve yoksulluk oluyor. Bu sebeple bildiri aynı zamanda toplumda "enflasyonla mücadele farkındalığının arttırılması", yani halkın bu saldırıya psikolojik ve siyasi olarak hazırlanması gerektiğini de belirtiyor.

TÜSİAD, MÜSİAD, TOBB ve TESK 26 Ocak günü ekonomide birinci önceliğin enflasyonun frenlenmesi olduğunu söyleyen ortak bir bildiri yayınladı. Bildiri, Türkiye'de yatırım ortamının iyileşmesinin, öngörülebilirliğin artmasının ve yeni teknoloji yatırımlarını çekmenin ancak bu yolla mümkün olacağını söylüyor ve bir yandan faşist şefin "reformlarına" tam destek belirtirken, diğer yandan da iktidara "kamu-özel istişare sürecinin başlaması" çağrısı yapıyor.

Bildirinin öncelikli haber değeri, kapitalist kriz koşullarında çıkarları iyice çatallaşan burjuvazinin iki farklı blokunun belki de ilk defa "bir sınıf olarak" açıklama yapmış olmasında yatıyor. İkinci önemli nokta ise bu ortaklaşmanın TÜSİAD'ın düşük enflasyon söylemi üzerinden gerçekleşmiş olması.

Acaba bu bildiri sermaye sınıfının iktidara bir ültimatomu olarak mı, yoksa bir biat belgesi olarak mı okunmalı? Bu zamana kadar hep düşük faizi savunmuş olan MÜSİAD ne oldu da önceliğini düşük enflasyona verdi? Bu, faşist şefe karşı bir tavır alış mı, yoksa sermayenin bir bütün olarak devlete işçi sınıfına saldırıyı çok daha katmerlemesi çağrısı mı?

BURJUVA SINIF İÇİ ÇELİŞKİLER VE "DENGE" DÖNEMİ
Bilindiği üzere, TÜSİAD burjuvazinin mali, sanayi ve ticaret sermayesine hakim olan blokunu temsil ediyor. Geleneksel tekelci sermaye olarak uluslararası tekeller ve mali sermaye oligarşisi ile bağları çok daha güçlü. MÜSİAD ise daha çok inşaat sermayesine, orta burjuvaziye ve giderek büyüyen savaş sanayisine hakim. Tekelci sermayeyi barındırsa da, büyüklüğü TÜSİAD ile kıyaslanabilecek ölçüde değil.

Bu durum, uluslararası mali sermaye akımlarının kesildiği kriz koşullarında iki sermaye blokunun çıkarlarının çatallaşmasına yol açıyor. Sermaye birikimi ve mali sermaye gücü yetersiz olan MÜSİAD hem üretim (finansman maliyeti), hem de tüketim (konut satışları) açısından düşük faizli bol krediye muhtaç. Mevcut koşullarda kredi genişlemesi politikası yüksek döviz kuru ve enflasyon anlamına gelse de, bu durum daha çok döviz borcunun asıl sahibi olan ve faiz karını enflasyona kaybeden TÜSİAD'ın (ve onun doğrudan işbirlikçisi olduğu uluslararası mali sermayenin) sorunuydu. Bu yüzden TÜSİAD'ın çıkarına olan şey faiz vurgunculuğuna ve döviz kurunun kontrol altında tutulmasına hizmet edecek olan yüksek faiz ortamıdır.

Faşist şef krizin ağırlaştığı son yıllarda döviz kurunu salıp, düşük faize dayalı bol kredi, ihaleler, teşvikler ve savaş yoluyla asıl olarak dolaysızca temsilcisi olduğu MÜSİAD grubunu palazlandırmayı seçmişti. Ancak Merkez Bankası rezervlerinin tükenmesi, dış borç krizinin kapıya dayanması ve enflasyonun azması bu politikayı sürdürülemez kıldı. Berat Albayrak'ın istifası ile başlayan yeni süreçte mali sermaye akımlarını çekebilmek, döviz kurunu dizginlemek ve enflasyonu düşürmek için yüksek faiz politikasına geçildi.

Elbette bu, faşist şef için bir "U-dönüşü"nden ziyade, salgının ekonomik etkileri geçene kadar bir yandan dolaylı temsilcisi olduğu sermaye blokuna ve uluslararası mali sermayeye taviz vermeye, diğer yandan da dolaysız temsilcisi olduğu burjuva blokun nemalandırılmasına devam etmeye dayanan bir dengeleme manevrasını benimsemek anlamına geliyordu.

DÜŞÜK ENFLASYONA GİDEN ÇAPRAZ YOLLAR
Krizde gelinen noktada enflasyonun düşürülmesinin artık her iki blok için de hayati bir rol oynamaya başladığı muhakkak. Artan enflasyon ve şeklen bile olsa enflasyona uydurulmaya çalışılan ücretler Türkiye kapitalizminin emperyalist pazarlarda ucuz işgücüne dayalı rekabet avantajını tehdit ediyor, makine ve hammadde maliyetlerini herkes için arttırıyor, konut talebini baltalıyor, faiz gelirlerinin erimesine yol açıyor.

Türkiye'de artan enflasyonun temel sebeplerinden biri bir mali-ekonomik sömürge ülkesi olarak üretimin ithalata bağımlı olması ve uluslararası mali sermaye akımlarının azalmasına bağlı olarak yükselen döviz kurunun üretim maliyetlerini ve dolayısıyla enflasyonu arttırıyor olmasıdır. Bunun yanında, büyümeyi düşük faizli bol kredi ile sağlamak için sürekli para basmak gerekiyor ve bu da enflasyonu arttıran bir diğer faktör oluyordu.

Bu durumdaki bir kapitalist ekonomide yüksek faizin hem kuru dizginleyici, hem talebi azaltıcı, hem de kamu harcamalarını düşürücü etkisiyle enflasyonu baskılayacağı rol oynayacağı açık. Bu zaten TÜSİAD'ın senelerdir savunduğu şey. O halde MÜSİAD da mı artık yüksek faiz istiyor? Bu, yapısal olarak imkansız. Kriz altında düşük faizli bol krediye dayalı bir büyüme yoluna gidilemediği müddetçe bu blokun iktidara sınıfsal dayanak sunmasının pek bir koşulu yok (Bunun nedenlerine Türkiye Kapitalizminin Krizinde Güncel Durum yazısında değinmeye çalışmıştım). Keza MÜSİAD Genel Başkanı Abdurrahman Kaan da bir hafta önce düşük enflasyonun "yüksek faizden değil, planlı ve sürekli bir yatırım, üretim ve ticaret senkronizasyonundan geçtiğini" söyleyerek bu gerçeği bir kez daha dile getirdi.

Demek ki MÜSİAD'ın TÜSİAD ile enflasyonun düşürülmesi hususunda ortaklaşması yüksek faizin benimsenmesi üzerine oturmuyor. O halde enflasyonun düşürülmesinden kim ne anlıyor ve burjuvazi neyde ortaklaşıyor?

Bunun için sermaye örgütlerinin bildiride talep ettikleri "kamu-özel sektör istişare sürecinden" ne beklediklerine bakmak gerekiyor: "Bu istişare süreci (...) küresel ve yerel fiyat dinamiklerinin sektörel bazda yakından izlenmesine ve ürün gruplarında görülen yapısal risklerin, maliyet dinamiklerinin ve arz-talep dengesizliklerinin tespit edilmesine katkıda bulunacak, böylece veriye dayalı politika tasarım sürecini destekleyecektir."

Tercüme edersek, patronlar faşist şeften her iki blokun hakim olduğu alanlardaki enflasyon sorunlarına ayrı ayrı çözümler getirmesini istiyorlar. Yani aslında kimse ekonomi politikasına yeni bir yön verilmesi önerisinde bulunmuyor. Burada yeni olan şey, krizin bir sınıf olarak davranmayı gerekli kıldığı mesajını vermeleri, sermaye bloklarının birbirinin ihtiyaçlarını gözetmeye hazır oldukları ve devlet aygıtını da bu hassas görevi görmeye çağırmalarıdır. Bu yönüyle bildiri sermaye sınıfının iktidara bir ültimatom ya da MÜSİAD'ın faşist şefe karşı aldığı bir tavır olarak görülemez. Hatta bu ortaklaşma muhtemelen sermayenin tüm kesimleri ile diyalog sürdürüldüğü izlenimi yaratmaya hizmet etmesi için bizzat şefin yönlendirmesi ile gerçekleşmiş olabilir. Gerçek ilişki ve çelişkilerin yanında, yeni "denge" döneminin böyle karmaşık iletişim tasarımlarına ihtiyaç duyması şaşırtıcı değildir.

ORTAKLAŞILAN NE?
Peki, sektörel olarak farklılaşacak enflasyon yönetiminin somut ekonomi politikalarına yansıması nasıl olabilir?

Merkez Bankası'nın adımları ve açıklamalarından anlaşıldığı kadarıyla bir süre daha yüksek faiz politikası ile kurun ve dolayısıyla enflasyonun baskılanması politikasına devam edilerek TÜSİAD'ın ve uluslararası sermayenin çıkarları kollanmaya devam edilecektir. Enflasyonun düşmesinden elbette ki MÜSİAD da faydalanacaktır. Öte yandan, yüksek faizin MÜSİAD'a yükleyeceği finansman yükü ve azalan konut satışlarından doğan kayıplar da bu kesime aktarılan ihale ve teşviklerin daha da arttırılmasıyla telafi edilmeye çalışılabilir. Yani MÜSİAD düşük faiz ısrarından, TÜSİAD da yandaş sermayenin beslenmesi eleştirisinden vazgeçerek bu süreçte ortaklaşmış olabilirler. Tabii faizler yükselirken devletin kendi borç çarkını çevirebilmesi ve bol keseden ihale ve teşvik dağıtmaya devam edebilmesi hem işçi ve emekçiye dönük kamu harcamalarının kısılarak faiz ödemelerine ve yandaşa aktarılması, hem de halkın üstündeki vergi yükünün daha da arttırılmasıyla mümkün hale gelecektir.

Diğer bir yol da bir IMF anlaşmasının gündeme alınması olabilir. Borç veren emperyalizm alacaklarını kurtarır, Türk burjuvazisi anlaşma ile gelen krediyi paylaşır, IMF'ye yönelik faiz ödemelerinin yükü de aynı kemer sıkma politikaları ile yine halka yıkılır.

İKİ HAZIRLIK
Görüldüğü üzere, kriz altında çıkarları iyice çatallaşan sermaye bloklarının ortaklaşması ancak ve ancak işçi sınıfına yeni bir saldırı dalgası ile mümkün olabiliyor. "Enflasyonun düşmesi" düz anlamıyla işçi ve emekçi için iyi bir şey olacakken, kapitalist karları kurtarmanın bir aracı olarak ele alındığında bizim için tek anlamı acı ilaç, yani daha fazla işsizlik ve yoksulluk oluyor. Bu sebeple bildiri aynı zamanda toplumda "enflasyonla mücadele farkındalığının arttırılması", yani halkın bu saldırıya psikolojik ve siyasi olarak hazırlanması gerektiğini de belirtiyor.

Türkiye'de enflasyon, kitlelerin tüketim çılgınlığından değil, kapitalist sınıfın yapısal açmazlarından kaynaklanıyor. Bu durumda 1140 TL ile ücretsiz izne yollanan işçinin, dükkanına kilit vurulan esnafın, işsizlikten ve yoksulluktan intiharın eşiğine gelen kitlelerin omzuna enflasyonla mücadelede herhangi bir sorumluluk yüklenmesinin hiçbir meşruiyeti elbette olamaz. Bilakis, emek-sermaye çelişkisi yüzeye çıktıkça nesnel olarak gelişecek asıl bilinç isyan bilinci olabilir. Bu yüzden "halkın hazırlanması" burjuvazi için bir iletişim stratejisinden daha çok şovenizmin, ırkçılığın ve faşist devlet terörünün misliyle arttırılmasına denk düşerken, bizim için ise isyan bilincinin öznel koşullarının, yani halkın öncü güçlerini daha hızlı örgütlemenin konusu olmalıdır.