20 Eylül 2024 Cuma

Nehir Doğan yazdı | Adaletin cinsel, ulusal ve sınıfsal karakteri

Yargısı-polisi-medyası ile bu erkek egemen kapitalist Türk devleti, biz kadınları aynı biçimde ve aynı yol ve yöntemlerle ezmiyor. Hepimizin yani tüm kadınların sömürüldüğü soyut bir gerçek olsa da ulusal, sınıfsal ve cinsel konumumuz bu sömürünün şiddetini, yol ve yöntemlerini, içeriğini değiştiriyor. Tüm bu farklılıkları yok sayıp, "ortak ezilme" paydasında buluşma niyeti hümanist bir niyet olsa da gerçekçi olmadığı gibi adil de değil.

Hukuk ve adalet çok sık birbirinin yerine kullanılan kavramlardır. Ancak eş anlamlı kavramlar değildir. Hukuk; devletlerin ceza, hak ve yaptırım mekanizmalarını düzenleyen sistemidir. Adalet ise eşit olmayanların çıkarını gözetmek ve hak eşitliğine yönelmektir. Adaletin sağlanması için devletin ceza yasası ortak kurallar ve süreçleri tarif etse de bu hukuk sisteminin adil olduğu anlamına gelmez. Adalet ve hukuk; tıpkı devlet gibi sınıfsal, ulusal ve cinsel bir karakter taşır. Yani kimin çıkarlarını kime karşı savunduğunu belirler. Ve çoğu zaman bu cinsel, ulusal ve sınıfsal karakter iç içe geçer ve hepsi tek bir özellikte somutlaşıyor gibi görünür. Oysa bu çoğu zaman yanılgıya neden olur. Özellikle erkek egemen düzende adaletin erkek oluşu, çoğu zaman ulusal ve sınıfsal karakterini içine alır ve bu içerme hali sömürünün rengini flulaştırdığı gibi adaletin ulusal ve sınıfsal yanını da gölgelendirir.

Adaletin cinsel karakteri, yani her sınıftan ve ulustan erkeklerin çıkarlarını gözetiyor oluşu çoğu zaman her sınıftan kadının, "ortak düşman" karşısında birlikte hareket etmesinin zeminini doğuruyor gibi görünmesine neden olabiliyor. Oysa adalet her erkeğin çıkarlarını aynı derecede korumadığı gibi her kadına işlenmiş suçlara da aynı yaklaşmıyor. Çıkarlarını koruduğu ve korumadığı; kadın ve erkeklerin, LGBTİ+'ların sınıfsal ve ulusal aidiyetine de bakıyor ve "adaletin" terazisinde bu farklılıklar önemli oluyor. Hakim sınıf ve ulusun kadın ve erkeklerinin çıkarları, ezilen ulus ve sınıfın kadınları karşısında terazinin yönünü değiştiriyor.

Adaletten bahsederken, "Adalet mülkün temelidir" sözünün sınıfsal vurgusu her daim örnek verilir. Ancak eksiktir. Adalet, sadece burjuvazinin özel mülkiyetinin değil proletaryaya karşı suç işleme "özgürlüğünün" de güvencesidir. Bir işçinin ucuz iş gücü olarak sömürülmesinden iş cinayetinde yaşamını yitirmesine, patronun taciz ve cinsel saldırısından zengin bir erkeğin yoksul bir kadını katletmesine kadar geniş bir yelpazede burjuvazi lehine hareket eder. Münevver Karabulut, 2009 yılında Cem Garipoğlu tarafından vahşice katledildi. Tıpkı Muğla'nın zengin ailelerinden Metin Avcı tarafından katledilen Pınar Gültekin gibi Münevver de suçlandı, yaşamı didik didik edildi, tartışıldı. Medya-polis-yargı, Cem Garipoğlu'nun nasıl bu cinayeti işlemeye "teşvik" edildiğini anlatarak "suça sürüklenen mağdur erkek" hikayesi yazmaya koyuldu. Ancak kadın hareketinin o dönem açığa çıkardığı sahiplenme ve dayanışma ile Cem Garipoğlu ailesi mal varlığının ve sınıfsal gücüne rağmen göstermelik de olsa ceza almaktan kurtulamadı. Garipoğlu'nun o cezayı çekmeden yaşamına son verdiği duyuruldu. Bu şaibeli intiharı ve Cem Garipoğlu'nun yaşadığı veya ailesi tarafından gizlice hapishaneden çıkarıldığı iddialarını bir kenara bırakırsak somut gerçek olan başka bir olayı konuşabiliriz.

Erkek adaletin veya kadın cinayetlerinin tüm kadınları, ulusal-sınıfsal ayrım olmaksızın ortak paydada buluşturduğu varsayımı. Garipoğlu ailesi kadınlarının, Münevver'in katledilmesinde olmasa bile bedeninin vahşice parçalanmasında ve cinayetin üstünün örtülmesi için oğullarına yani katile yardım etmelerindeki rolü bilinmesine rağmen ceza almamalarının yanında her yıl dönümünde Münevver'in katledildiği koltukla aile fotoğrafı çektirmeleri yargıyı harekete geçirmiyor. Ailece işlenen bir cinayetin, hep beraber sahiplenilmesi ve yıllarca kızı katledilen aile üzerinden topluma ve ezilen işçi ve emekçi kadınlara verilen bu mesaj, adaletin sınıfsal olduğudur. Garipoğlu ailesinin kadınları, bir taraftan sınıfsal konumları nedeniyle görevi onları korumak olan yargıya mesaj verirken diğer taraftan da topluma, "adalet hala beni korumak için var" mesajını vermektedir.

Cinsel ve sınıfsal olmanın yanında adaletin ulusal karakteri ise devletin sömürgeci yüzünün esaslı bir parçasıdır. Yıllardır Kürt kadınlarına kontrgerilla, faili meçhul, doğrudan asker ve polis aracılığıyla cinsel suç işlemektedir. Gözaltında, hapishanede, köy boşaltmalarda, doğum kontrol yöntemleri gibi sistematik devlet politikaları ile ezilen ulusun kadınlarına işlenen her suç devletin cezasızlık güvencesine tabidir.

Son süreçte kamuoyunda öne çıkan 2 örnek var ki artık sömürgeciliğin karakteri olan egemen ulus "adaleti"nin kirli yüzü görünmez kılınamıyor. İpek Er'e tecavüz ederek intihara sürükleyen ve "devlet benim, bana bir şey olmaz" diyen, gerçekten de 10 yıl gibi komik bir ceza ile ödüllendirilen ve hatta İpek Er'e sahip çıkan kadınların yargılanıp ceza aldığı uzman çavuş Musa Orhan. Diğeri ise polis Enes Aydemir'in tecavüzüne maruz kalan ve adalet arayan S.S'e açılan "polise mukavemet" davası. Elbette sömürgeci Türk devletinin Kuzey Kürdistan ve Rojava'da işlediği suçların şeceresi daha geniş ama bu iki örnek oldukça çarpıcı. Devlet Kürt kadınlarına tecavüze uğradığı ve herhangi bir suça maruz kaldığı durumda direnme, adalet mücadelesi verme hakkını bile tanımıyor. Bırakalım burjuva hukuk kurallarının göstermelik uygulanmasını, bu hakkı talep etme veya insanın doğal refleksi olan şiddete direnmeyi hatta fizik kurallarının temel yasası olan etkiye tepki verme halini bile yok sayıyor ve Kürt kadınlarına işlenen suçları cezasız bırakacağının yanında olası bir karşı koyma halinde Kürt kadınlarını cezalandıracağını ilan ediyor.

Bunlar sömürgecilik tarihinde, adaletin ulusal karakterini yansıtan ve hatta egemen ulusa sınırsız suç işleme "güveni" tanıyan çok çarpıcı örnekler. Bunu sadece erkek adalet kavramı veya hukuk sisteminin haksız tahrik indirimi, İstanbul Sözleşmesi'nden çıkması, katillerin korunması ile açıklayamayız. Burada Türk devletinin sömürgeci yanıdır yüzümüze tokat gibi çarpan şey. Eğer İpek Er ve S.S. gibi kadınlar için adalet arayacaksak sadece erkek yargıya değil sömürgeciliğe karşı da mücadele etmek zorundayız.

Yargısı-polisi-medyası ile bu erkek egemen kapitalist Türk devleti, biz kadınları aynı biçimde ve aynı yol ve yöntemlerle ezmiyor. Hepimizin yani tüm kadınların sömürüldüğü soyut bir gerçek olsa da ulusal, sınıfsal ve cinsel konumumuz bu sömürünün şiddetini, yol ve yöntemlerini, içeriğini değiştiriyor. Tüm bu farklılıkları yok sayıp "ortak ezilme" paydasında buluşma niyeti hümanist bir niyet olsa da gerçekçi olmadığı gibi adil de değil. Hatta bu ezilme ve sömürülme durumunu yok edecek güce de sahip değil. Biz ancak hepimizin neden ezildiğini, nereden sömürüldüğünü görüp erkek egemen kapitalist Türk devletinin, kadın düşmanlığının ulusal, sınıfsal karakterini görüp "Cinsel, ulusal ve sınıfsal sömürüye son" sloganına uygun politik mücadele hattı örebilirsek bu özgürleşebiliriz.