22 Kasım 2024 Cuma

Merkel, Gümrük Birliği ve Erdoğan'ın kamyonu

Erdoğan, bölgesel avantajını ve faşizmde kararlılığını kullanıp, sürtüşmeli bir hattan ilerleyerek kendini asli bir oyuncu olarak taraflara kabul ettirmek dışında bir yol bulamamaktadır. Bu çerçeveden baktığımızda, ekonomik alandaki bağımlılık ilişkisine ters düşüyor gözüken kimi siyasi hamlelerin antiemperyalist bir yönelimden değil uzun vadede iktidarını güvenceye almak ve emperyalist ekonomi içerisinde daha avantajlı bir pozisyon elde etmek niyetiyle yapıldığı anlaşılabilir.
YPG'ye yönelik istihbarat sağlama sorunu, askeri üslerin kapatılması, Alman vatandaşı gazetecilerin tutuklanması ve son olarak "terörle iltisaklı" olduğu söylenen şirketlerin listesinin Almanya'ya iletilmesi iki ülke arasında ciddi bir siyasi krizin doğmasına yol açtı. Krizin gelinen aşamasında Merkel, Türkiye ile Gümrük Birliği anlaşmasını yenilememe yaptırımında bulunacağını açık bir şekilde iki kere ifade etti. Erdoğan ise Gümrük Birliği'nin "iki tarafın da kazandığı" bir anlaşma olduğunu belirtti ve böyle bir durum halinde Almanya'da yaşayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının Merkel'e oy vermemesi gerektiği telkininde bulunarak tansiyonu tırmandırdı. Siyasi kriz henüz aşılabilmiş değil. Peki, Gümrük Birliği Türk burjuvazisi için ne anlam ifade ediyor ve Erdoğan gerçekten Gümrük Birliği'nden çıkarılmayı göze alabilir mi?
 
BİR EMPERYALİZM PROGRAMI OLARAK GÜMRÜK BİRLİĞİ
 
Kapitalistler bir yandan birbirleriyle rekabete devam ederken, diğer yandan da çeşitli düzeyde ittifaka giderek diğer kapitalist bloklarla rekabette üstünlük kazanmaya çalışırlar. Örneğin, ulus-devletler o ulusun kapitalistlerinin siyasi düzlemdeki ittifakının ifadeleridirler. Bu devletlerin amaçlarından biri de gümrük duvarları yoluyla kendi pazarlarını görece daha ucuza üretim yapan diğer ülke kapitalistlerinden korumaktır. Ancak kar oranlarının sıkışması, iç pazarların gelişimlerini tamamlaması ve yeni pazar olanaklarının doğması bazı ülkeleri işgücü, meta ve sermaye dolaşımı yoluyla ulusal pazarlarını birbirleri ile entegre etmeye ve korumacılık sınırının "çapını" arttırmaya iter. Örneğin, revizyonist blokun çözülüşü akabinde kurulan AB'nin amaçlarından biri de yeni dünya düzeni oluşurken ABD'ye karşı bu temelde ekonomik bir birlik oluşturmaktır.
 
Gümrük Birliği de AB üyeleri arasında gümrük duvarlarını kaldırarak meta ve sermaye dolaşımını serbest, yani vergi, kota ve tarifeden muaf hale getirirken, birlik dışındaki ülkelere karşı ortak bir gümrük tarifesi uygulayarak iç pazarı (özellikle ABD'den) koruyan bir emperyalizm programıdır. Türkiye AB üyesi olmamasına rağmen 1995 yılında Gümrük Birliği üyesi olmuştur. Türkiye'nin bu "değişik" statüsü, onun karar alma sürecine hiçbir şekilde katılamadan AB'nin bütün kararlarını uygulamayı koşulsuz kabul etmiş olması anlamına gelecek olsa da, bunun, -aynı oranda olmasa da- Türk burjuvazisinin de fayda göreceği bir anlaşma olacağı öngörülmüştür.
 
Buna göre, Türkiye'nin Gümrük Birliği'ne katılması ile AB sermayesi öncelikle orta ve düşük teknolojili üretiminin bir kısmını işgücü maliyeti düşük olan Türkiye'ye kaydırarak hem üretim maliyetini düşürecektir hem de içeride kendi kaynaklarını yüksek teknolojili üretime kaydırabilme noktasında avantaj sağlayacaktır. Bunun yanında yeni bir pazar ve talan sahası kazanacak, mali sermayesine de yeni borçlandırma imkanları yaratacaktır. Buna karşılık Türk burjuvazisi de artan doğrudan yabancı yatırım imkanlarının sinerjisi ile üretimini ileri taşıyacak, Ar-Ge ile tanışıp sanayisini geliştirecek, rekabet gücü kazanacak, böylece sadece AB pazarına değil, tüm dünyaya olan ihracatını artırabilecektir. Niyet buydu, peki, akıbet ne oldu?
 
SÖMÜRGELEŞTİREN BÜYÜME
 
Gümrük Birliği anlaşması akabinde, uluslararası tekellerin programını uygulama görevini üstlenen AKP'nin 2002'de iktidara gelip piyasaların neoliberalizasyonu sağlamasıyla ülkeye gelen doğrudan yabancı sermaye, geçtiğimiz 14 yılda Türk burjuvazisi ile kurduğu ortaklıklarla sanayide öncelikle gıda ve tütün gibi düşük teknolojili sektörlere ve daha çok yüksek teknolojili ithal girdi kullanımına ve montaja dayalı kimya ve otomobil sektörlerine odaklandı. Bunlar üretken bir ulusal sanayi inşasına hizmet eden yatırımlar değildi.
 
Bu süreçte Türk burjuvazisi de kendi kaynaklarıyla sanayileşmede üretkenliği ileri taşıyacak bir hamle yapamadı. AB sermayesinin bankacılık-finans sektörüne yaptığı büyük yatırımlar ve buna ek olarak 2000'lerin başında küresel piyasalarda yaşanan dolar bolluğunun da etkisinde ülkeye giren spekülatif sermaye sonucu kurlar düştü. Düşük kur ile gelen ucuz ithalat şansı ile ağzı sulanan Türk burjuvazisi de kendi sanayi üretiminin tüm ara süreçlerini ithal girdi ile donattı. Planlı, ithal ikamesine yönelik teknolojik üretim hedefi, hızlı ve kısa dönemde düşük maliyetli bir üretim artışı sağlama gayesine kurban edildi. Doğal olarak bu da yerli üretim sürecinin dikey bağlantılarını kopardı, cari açık giderek büyüdü, ihracat artışı ve büyüme ithalat artışına giderek daha bağımlı hale geldi. Sanayi üretimi, aldığından daha fazlasını üretmekte gittikçe daha da zorlanan, verimsiz bir ekonomiye dönüştü. İç tasarruflar yetersiz olduğu için bu açık, dış borç ve sıcak para ile finanse edildi, özel sektörün borç stokları da giderek şişti. Borç döngüsü devam ettiği müddetçe bu bağımlılığın bir zararı olmadığı düşünüldü, ancak yeni bir kapitalist kriz devresinin ve siyasi krizlerin de etkisiyle yükselen döviz kurları bu borçları durduğu yerde yarıya katladı ve yeni borcun maliyeti de yükselmeye başladı. Kısacası, uluslararası pazara entegrasyon hülyasıyla yola çıkıp, kapitalizmin eşitsiz gelişim yasası gereği, emperyalist mali sömürge ekonomisine daha fazla bağımlı hale gelindi.
 
ERDOĞAN EKONOMİSİ: FRENİ PATLAMIŞ KAMYON
 
Bu tabloya bakıp, Gümrük Birliği'den çıkmanın Erdoğan'ın da işine geleceğini düşünmek elbette ki yanlış olacaktır. Zaten geçtiğimiz haftalarda Almanya'ya iletilen ve "terörle iltisaklı" oldukları söylenen şirketlerin listesi akabinde gelişen siyasi krizin Erdoğan ve ekibini paniğe sevk etmesi, "Bir hata olmuş, bir daha olmayacak!" denmesi, şirket CEO'ları ile toplanılması ve Erdoğan'ın ağızdan "Alman sermayesinin teminatı biziz!" açıklaması yapılması da bu ilişkiyi bitirmeye ne kadar gönülsüz olduğunu somut olarak ortaya koymakta. Tabii, ihracatının ve ülkedeki doğrudan yabancı sermayenin yarısını oluşturan AB sermayesi ile kurulan ekonomik ilişkileri kesintiye uğratmanın rakamsal riskini yüklenemeyecek olması bir kenara, kapitalist üretim tarzı ile hiçbir sorunu olmayan, hatta iktidarını uyguladığı neoliberal programla sağlayan Erdoğan'ın asıl derdi, mevcut ekonomik ilişkiler içerisinde rekabet üstünlüğü kazanıp, emperyalizm ligi içerisindeki pozisyonunu ileri taşımaktır.
 
Ancak ranta ve kısa dönem kara dayalı bir ekonomi inşa eden Erdoğan'ın bunu sağlamak için üretken bir sanayi hamlesine ayıracak kadar uzun bir zamanı da gücü de yoktur. Erdoğan içinde şekillendiği emperyalist siyasi, ekonomik ve askeri bağımlılık ağının dayattığı nesnel zorunluluklarla iktidarını korumak için gittikçe artan oranda daha başına buyruk ve yayılmacı, saldırgan bir siyaset izleme zorunluluğu arasında kontrolünü yitirmektedir. Geriye, içeride faşist rejimi kuvvetlendirip sermaye kontrolünü arttırmak, birikim ve kaynak sağlamak ve başka coğrafyalara, en azından tahakküm kurabileceği pazarlara açılmak kalmaktadır. Bu coğrafya da Ortadoğu'dur. Henüz herhangi bir tahakküm kuramadığı halde sadece mülteci anlaşması, ucuz işgücü, petrol geliri ve savaş ekonomisi sayesinde bile içinden geçilmekte olan krizin etkilerini hafifletebildiği düşünüldüğünde, Erdoğan'ın Ortadoğu pazarı için gözünü daha da karartabileceği düşünülebilir. Erdoğan, bölgesel avantajını ve faşizmde kararlılığını kullanıp, sürtüşmeli bir hattan ilerleyerek kendini asli bir oyuncu olarak taraflara kabul ettirmek dışında bir yol bulamamaktadır. Bu çerçeveden baktığımızda, ekonomik alandaki bağımlılık ilişkisine ters düşüyor gibi gözüken kimi siyasi hamlelerin antiemperyalist bir yönelimden değil, uzun vadede iktidarını güvenceye almak ve emperyalist ekonomi içerisinde daha avantajlı bir pozisyon elde etmek niyetiyle yapıldığı anlaşılabilir.
 
Almanya ile son dönemde yaşanan siyasi krizi de bu perspektiften okuyabiliriz. Almanya nezdinde AB emperyalizmi Erdoğan'ın Ortadoğu politikalarını onaylamıyor, onunla işbirliğine gitmeyi kabul etmiyor. Bunun yanında içerideki faşist düzenin mülkiyet rejimini de etkileyecek noktaya ilerleme riskinin güncel olması, AB'yi tedirgin ediyor. Tüm bunlar Türkiye'nin AB ihracatındaki yüzde 4'lük payının azalmasını önemsiz kılıyor ve Erdoğan'a yapılacak yaptırımları koşulluyor.
 
Erdoğan ise Gümrük Birliği'nden mahrum kalmak istemiyor ancak bunun ciddi bir ihtimal olduğunun çok da farkında gibi gözükmüyor ki, Almanya seçimleri hakkında kamuoyunu yönlendirmeye varacak kadar ileri gidiyor. Ancak seçimler için yarışan Merkel ve Schulz'un açık oturumdaki tartışmalarında konunun "Kimin Türkiye'ye daha büyük yaptırımlar uygulayacağı" noktasına kadar ilerlediği düşünüldüğünde, Erdoğan'ı yakın dönemde yeni krizlerin beklediğini söylemek abartı olmaz. Bu açıdan Erdoğan freni patlamış kamyonu ile trafiği birbirine katan trafik canavarını andırmaktadır. Ve öyle ya da böyle bir yere çarpması şaşırtıcı olmayacaktır.