22 Kasım 2024 Cuma

Kobanê-Kumpas Davası'nda tutsaklığımızın iki yılı

Tüm dostlarımıza, buradan bir çağrı yapmak isterim. Bu davanın etrafına örülen korku duvarlarını yıkmak, aleyhimizde yürütülen medya terörizmini yenmek için, toplumsal dayanışmayı yükseltme çağrısı olacak bu. Zira kumpas davaları siyasal özgürlüğün sınırlarını çizer

25 Eylül 2020 sabahında, Türkiye halkları karanlık bir güne uyandı. Altı yıl önce gerçekleşen 6-8 Ekim olayı bahane edilerek, Halkların Demokratik Partisi Merkez Yürütme Kurulu üyelerinin de aralarında olduğu pek çok yurttaş sözüm ona "şiddet olaylarının azmettiricisi olmak" iddiasıyla gözaltına alınıyordu. Bir haftalık gözaltı süresince bu hukuksuzluğa karşı toplumdan yükselen gür itiraz, ortaya çıkan dayanışma umut verici olsa da, yine de tutuklandık. 2 Ekim günü sabah saatlerinde, hapishanelere gönderildik. Şahsımızda HDP'ye karşı yeni bir yargısal darbe ve medya linçi kampanyası başlatılmıştı.

Ekim, Kasım, Aralık ayları boyunca, kesintisiz biçimde tüm ana-akım televizyon kanallarında sözde "tartışma programlarında" Halkların Demokratik Partisi bizim tutuklanmamız üzerinden linç edildi. HDP Merkez Yürütme Kurulu'nun "şiddetin odağı olduğu", dolayısıyla "HDP'nin kapatılması gerektiği" hep aynı konuşmacılarca bıktırırcasına yinelenirken, sözde daha ılıman gözüken diğerleri ise HDP'ye "şiddetle arasına mesafe koymayı" telkin ediyorlardı. Sanki HDP'nin siyaset felsefesi her türlü şiddeti dışlamıyormuş gibi! Bu programların bir diğer ortak özelliği ise, HDP'den hiçbir konuşmacıya söz verilmemesiydi. Aslında ortada bir tartışma yoktu. HDP hakkında hüküm verilmiş, iş ekranlardan bunun halka propaganda edilmesine kalmıştı. Maaşlı propagandacılar ise işlerini yapıyorlardı. Bizler dört duvar arasına konulmuş vaziyette, adeta bir kum torbası gibi her gün medya terörizmine maruz kalırken, kendimizi savunmamıza asla imkân tanınmıyordu.

Bu vahşi kampanyanın doruğuna vardığı Aralık ayında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Büyük Dairesi'nin Selahattin Demirtaş (no.2) kararı, bu kampanyanın hukuk dışı bir linçten ibaret olduğunu ortaya koydu. Karar, tutuklamaların siyasi amaçlı bir araç olarak kullanıldığını belirterek AİHD 18. Maddesinden ihlal kararı vermekle kalmıyor, Kobanê-Kumpas Davası'nın aynı fiille ilgili olarak açılan önceli davaların bir replikası olduğunu ve amacın Selahattin Demirtaş'ın hukuksuz tutukluluğunu uzatmak olduğunu saptayarak derhal tahliyesine hükmetmişti. AİHM Büyük Dairesi, iki yıldır tutsak edilmemize bahane edilen 6 Ekim tarihli MYK çağrı tweet'iyle ilgili olarak da çok somut bir hüküm içeriyordu: "327. Diyarbakır 2. Sulh Ceza Mahkemesi, başvuranın tutukluluğunu, ilk olarak, HDP'nin Twitter hesabından atılan tweet'lere atıfta bulunarak gerekçelendirmiştir. Söz konusu üç tweet'te, HDP o sırada silahlı terör örgütü DAEŞ mensupları tarafından başlatılan askeri saldırıyla karşı karşıya olan Kobani halkıyla dayanışma çağrısında bulunmuştur. … Bununla birlikte, Mahkeme, söz konusu çağrıların bir şiddet çağrısı olarak yorumlanamayacağı için siyasi söylem sınırları içerisinde kaldığı kanaatindedir. 6-8 Ekim 2014 tarihleri arasında meydana gelen şiddet eylemleri, her ne kadar üzücü olsa da, söz konusu tweet'lerin doğrudan bir sonucu olarak görülemez ve söz konusu suçlara istinaden başvuranın tutukluluğunu haklı gösteremez."

Bu kararın önemi çok büyüktü. Zira hem iddianamenin MYK çağrısına atfettiği "devleti bölme" amacının doğru olmadığını, tweet'in amacının IŞİD'e karşı Kobanê halkıyla dayanışma olduğunu ortaya koyuyordu hem de 7-8 Ekim tarihlerindeki şiddet vakalarıyla HDP'nin çağrısı arasında bir illiyet bağı bulunmadığını hukuken tescil ediyordu. Dahası, bu tweet'in tutukluluk gerekçesi yapılamayacağını da belirtiyordu.

Ancak 25 Aralık 2020 tarihli bu kararla birlikte, her birimizin tutukluluğuna son verilmesi gerekirken, tam tersine, bu karar, siyasi iktidarın bu davayı açma sürecini hızlandırdı. AİHM kararına karşı "hamlemizi yapar işi bitiririz" anlayışı çerçevesinde hareket eden soruşturma savcısı Ahmet Altun, alelacele biçiminde natamam bir iddianameyi 22. Ağır Ceza Mahkemesi'ne 30 Aralık günü sundu. Heyet ise rekor bir hızla, iddianamenin hukuken taşıması gereken hiçbir özelliği taşımayan bu evrakı 7 Ocak tarihinde kabul etti. Bahtiyar Çolak başkanlığındaki 7 Ocak tensip toplantısının zaptı ile AİHM kararının uygulanmayacağı da yazılı bir biçimde ilan edilmiş oldu. AİHM kararı açık ve net biçimde, bu Twitter çağrısının tutukluluğa gerekçe gösterilemeyeceğini söylemesine rağmen işte 2 yıldır tam da bu gerekçeyle tutukluyuz.

HDP aleyhindeki linç kampanyası, tam da MHP'nin büyük kongresinden bir gün önce, 17 Mart'ta yine alelacele hazırlanmış, her yanında dökülen bir iddianameyle Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın Anayasa Mahkemesi'nde kapatma davası açmasıyla doruk noktasına vardı. Ancak bu iddianame hukuki teknik gerekçelerle iade edildi. Hemen arkasından, 26 Nisan'da, Süleyman Soylu, Fahrettin Altun gibi iktidar figürlerinin "Katiller için hesap vakti", "HDPKK için hesap vakti" gibi açıkça masumiyet karinesini çiğneyen medya linçi fiilleriyle birlikte Kobanê-Kumpas Davası'nın ilk duruşmaı geldi. Haziran ayındaki duruşmalar esnasında İzmir HDP İl Binası'na gözü dönmüş bir katil tarafından yapılan saldırı ile parti çalışanı Deniz Poyraz'ın katledilmesi ise gerçek katillerin nerede aranması gerektiğini bir kez daha tüm kamuoyuna anımsattı.

Savcının klasör içinde unutmasıyla haberdar olduğumuz, TEM Şube Müdürlüğü'nün 26 Ekim 2018 tarihli andıç metninde soruşturma savcısına talimat verildiği üzere, Kobanê-Kumpas Davası'nın HDP'ye yönelik kapatma davasının altyapısını hazırlamak üzere açıldığı net biçimde ortaya çıkmıştır. Bu iki dava iç içe geçip kaynaşarak, Türkiye'de siyaset yapma özgürlüğünün, sokakta demokratik gösteri yapma hakkının, düşünce ve ifade özgürlüğünün, IŞİD soykırımcılığına karşı mücadele görevinin medya ve yargı baskısıyla yok edilmek istendiği bir sürecin kapılarını açmıştır.

Yine, Kobanê kumpas davasının tam da TEM Şube Müdürlüğü'nün bahse konu andıcında savcılığa verdiği talimatta yazıl olduğu gibi; TCK 214/3 ve 220/5 maddelerinden açılmış olması, bu davanın siyasi otoritenin bir muhalefet partisi aleyhinde yargıyı silah olarak kullanma suçunu oluşturduğunun en net delillerinden birisini ortaya koymaktadır. Emniyet Müdürlüğü'nün ayrıca bu davada müdahil taraf olarak da tüm duruşmaları izlemesi ve amirleri olan Süleyman Soylu'ya rapor etmeleri ise bu davanın bir diğer orijinal yanını oluşturmaktadır. Bir bütün olarak kamuyu zaten temsil eden savcının varlığına rağmen, MTİ'ten Et ve Süt Kurumu'na neredeyse tüm devlet kurumlarının ayrıca müşteki sıfatıyla davayı izlemesi, mahkeme heyeti üzerinde kurulan baskının da bir ifadesidir.

Böylece iki yıldır tümüyle siyasi iktidarın siyaseti dizayn etme amaçlarına bağlı olarak, dört duvarın ardından tutuklu bulunmaktayız. Aradan geçen zamanda, bizler bu mahkeme kürsüsünden haklılığımızı, meşruluğumuzu savunduk. Kumpasa karşı hakikat mücadelesi verdik. 6-8 Ekim 2014'te gerçekte neler yaşandığını anlatmak ve tarih önünde kayda geçirmek için bu davayı saydık. AİHM kararını baypas etmek amacıyla 7 Ocak tarihli tensip zaptında ortaya konulan ve sonraki tüm tutukluluk gerekçelerinde yinelenen sahte gerekçeleri bir bir çürüttük. İddia sahipleri iddialarını ispatlamak adına hiçbir zahmete girmezken, bizler bu iddiaları çürütmek için uğraşmak durumunda bırakıldık. MYK tweet'inin "örgüt talimatı sonucu atıldığı" veya "MYK toplantısına KCK Türkiye Sözcülüğü adına birilerinin katıldığı" gibi saçma sapan ve hiçbir delile dayanmaksızın söylenen dedikodu-rivayet düzeyindeki tanık beyanlarını tümüyle boşa çıkarttık ve çürüttük.

Dahası, HDP MYK çağrısının uluslararası ve ulusal hukuk bakımından meşruluğunu tartışmasız biçimde ortaya koyduk. Örneğin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin 15 Ağustos 2014 tarihli ve 2170 sayılı kararını dosyaya sunduk. IŞİD'in Şengal'de yaptığı Ezidi Soykırımı'nın ardından alınan bu kararda, şu ifadeler yer alıyordu: "BM Güvenlik Konseyi IŞİD, El Nusra Cephesi ve El Kaide ile bağlantılı tüm diğer bireyler, gruplar, oluşumlar ve girişimleri sivillerin ve diğer kurbanların ölümlerine, mülklerin ve kültürel ve dini mekânların yok edilmesine, istikrarın büyük oranda ortadan kaldırılmasına yol açan süregiden çoklu kriminal terörist eylemleri en güçlü biçimde kınar. Tüm tarafları, IŞİD'in vahşi eylemlerinden etkilenen sivil nüfusu, özellikle de kadınları ve çocukları, IŞİD, El Nusra Cephesi ve El Kaide ile bağlantılı tüm diğer bireyler, gruplar, oluşumlar ve girişimleri vahşi faaliyetlerinden, özellikle de cinsel şiddetten korumak için harekete geçmeye çağırır."

3. Herhangi sivil nüfusa yönelik, etnik veya politik arka planlarından kaynaklanan yaygın veya sistematik saldırıların insanlığa karşı bir suç oluşturabileceğini anımsatarak, IŞİD, El Nusra Cephesi ve El Kaide bağlantılı tüm diğer bireyler, gruplar, oluşumlar ve girişimleri insan hakları ihlallerinden ve uluslararası insani hukuk ihlallerinden sorumlu tutulması gerekliliğini ve keza tüm tarafları böylesi ihlalleri ve suiistimalleri engellemek için harekete geçmeye çağırır."

HDP MYK'nin 6 Ekim'de yaptığı çağrı da, BM çağrısının paralelinde, IŞİD soykırımı tehdidi altındaki Kobanê halkıyla dayanışma amacıyla harekete geçme çağrısından ibarettir.

Yine mahkemeye sunduğumuz, TBMM'nin 2 Ekim 2014 tarihli Suriye tezkeresi, BM Güvenlik Konseyi'nin bahse konu 2170 sayılı kararını iç hukuka teşmil ederek, IŞİD'i bir terör örgütü olarak tanımlıyor ve Suriye'deki IŞİD tehdidine karşı mücadeleyi ulusal bir görev olarak tanımlıyordu: "Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, 2170 (2014) ve 2178 (2014) sayılı kararlarıyla, Irak ve Suriye'deki … terör faaliyetleri kınanmış, IŞİD ve benzeri terör örgütlerinin faaliyetlerine karşı Birleşmiş Milletler üyesi tüm ülkelere 1373 (2001) sayılı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararı ve uluslararası hukuk çerçevesindeki sorumluluklarına uygun şekilde gerekli tedbirleri alma çağrısında bulunmuştur. Bütün bu faktörler göz önüne alındığında, … yeni unsurların da devreye girmiş olması dolayısıyla Irak ve Suriye'deki güvenlik boşluğundan kaynaklanan tehdit ve tehlikelere karşı ilave tedbirler almamız, ulusal güvenliğimizin olduğu kadar uluslararası hukuktan kaynaklanan bir yükümlülüğümüz haline de gelmiştir."

2 Ekim tezkeresi böylece IŞİD terörüne karşı mücadeleyi hem ulusal güvenliğin hem de uluslararası hukuktan kaynaklanan yükümlülüklerin bir gereği ilan etmektedir. Ancak o dönemin HDP MYK üyeleri tam da Birleşmiş Milletler ve TBMM'ce saptanan bu görevin gereğini yerine getirmekten dolayı bugün, "ülkenin bütünlüğü ve devletin birliğini bozmaktan" yargılanmaktadır! Üstelik IŞİD'in Türkiye halkları açısından ne büyük bir tehdit olduğunu ortaya koyan Suruç, 10 Ekim Ankara Gar, İstanbul Havalimanı, Antep düğün bombalaması, Reina baskını gibi pek çok katliama rağmen. O gün için Kobanê önlerinde durdurulamamış olsa idi, IŞİD'in Türkiye bakımından arz edeceği tehdidin de çok daha büyük olacağı değerlendirilmelidir. Oysa tam tersine, IŞİD'e karşı yapılan bir sosyal medya çağrısı "suç" kabul edilerek TCK'deki en ağır maddelerden cezalandırılmamız istenmektedir.

Hukuki açıdan haklılığımız tartışmasıdır. Ancak Saray oligarşisi ve MHP Genel Merkezi tarafından Kobanê Davası'nın etrafına örülen korku duvarlarını henüz eritemedik. Bu iki yıl boyunca, buzdan duvarları nefesimizle eritmeye çalıştık. Nefesimiz yettiğince kumpası ortaya koyduk, yalanları deşifre ettik. Sesimiz hiçbir büyük medya organında yer bulmasa da, yargı erki tümüyle iktidarın ellerinde bulunsa da hakikat mücadelesinden vazgeçmedik.

Bu vesileyle bir kez daha belirtmek gerekir ki; bu bir cinayet davası değildir. Bu bir ifade özgürlüğü ve siyaset yapma davasıdır. Burada yargılanan fiil ise tweet atmaktır, yasal bir partinin MYK üyesi olmaktır, MYK toplantısına katılmaktır.

Bu ikinci yıldönümü vesilesiyle tüm dostlarımıza, buradan bir çağrı yapmak isterim. Bu davanın etrafına örülen korku duvarlarını yıkmak, aleyhimizde yürütülen medya terörizmini yenmek için, toplumsal dayanışmayı yükseltme çağrısı olacak bu. Zira kumpas davaları siyasal özgürlüğün sınırlarını çizer. Örneğin bu davada sokağa çağrı yapmak başlıca bir suç haline getirilmek istenmektedir. IŞİD'e karşı mücadele ettiğimiz için bizlere bedel ödetilmektedir.

Ne zaman dayanışma ile bu davalara ilişkin gerçekler topluma mal edilirse, ne zaman tutsaklara yapıştırılan yaftalar sökülüp atılabilirse, işte o zaman kumpas davalarının siyasi ömrü de dolar. Özgürlüğün kapıları ancak o zaman açılabilir. Kuşkusuz ki burada söz konusu olan sadece bizlerin tutukluluğunun sona erdirilmesi değil, siyasal özgürlüğün kazanılmasıdır.