GÜNCEL
Kemer sıkma saldırısında faşizme karşı emeği örgütlemek
Kemer sıkma saldırısı, anti-faşist cepheye büyük olanaklar sunmaktadır. Üretememe krizi yönetememe krizini beslemekte, bir yandan toplumu yönetmek için sağ popülizme, ayrıştırmaya ve düşmanlaştırmaya çok daha fazla ihtiyaç duyulmakta, ancak öte yandan da tüm ezilenlerin toplumsal tabanı ise proletaryanın içine erimektedir.
24 Haziran seçimleri, sonuçları, kazanımları ve kayıpları çok tartışılıyor, tartışılmaya da devam edecek. Ancak yeni dönemde emekçi halkları çok daha dolaysız olarak bekleyen bir tehlike var: IMF-benzeri bir kemer sıkma saldırısı kapıda, hatta evin içerisine girmiş durumda.
NEREDE KALMIŞTIK?
Mali-ekonomik sömürge olmanın kaçınılmaz sonucu olan üretim ve borç krizi, batık şirketlerin devlet eliyle yüzdürülmesi ile ertelenmeye çalışılmış, özel şirketlerin borç yükü Kredi Garanti Fonu gibi araçlarla işçi ve emekçilerin omzuna yıkılmıştı. Ancak, küresel kriz ve rejim krizinin çakışmasından kaynaklı olarak yükselen kurlar bu tedbirleri de anlamsız bırakmış, yüksek kurlarla bütçe açığının doğal bir sonucu olarak artan enflasyon, faizlerin de artmasına yol açmıştı. Özetle, ekonomik yıkımı ertelemek siyasi iktidara yüksek faiz, yüksek kur, yüksek enflasyon ve yüksek işsizliğe mal olmuş, koca koca holdingler borçlarını ödeyemez duruma gelmiş, iflas riskleri birikmişti.
Yerli burjuvazi dış kaynak girişine bağımlıdır. Ancak dış kaynağın gelmesi de ekonominin yabancı yatırımcının kârlarını sürdürebilecekleri "sağlık" kriterlerine sahip olması gerekir. Bunun anlamı, yapay bir şekilde ısıtıldığı için çökme noktasına gelen ekonominin "yumuşak iniş" ile durağanlaştırılması yani şirketlerin iflas risklerinin düşürülmesidir.
İktidar, emperyalist merkezlere bu garantiyi Londra Mutabakatı'nı imzalayarak vermiş, seçimler sonrasında IMF-benzeri bir kemer sıkma politikasının uygulanacağını ilan etmişti. Zaten seçimin hemen ertesi günü emperyalist merkezlerin "hatırlatmaları" da peş peşe gelmiş, işbirlikçi-tekelci sermayenin sınıf örgütü TÜSİAD da iktidarın önüne 8 maddelik bir program koyarak kemer sıkma programının bir an önce yerine getirilmesini istemişti. İktidarın kucağında şimdi bu kemer sıkma programının uygulanması gibi bir dert var.
NE OLACAK?
Kemer sıkma programı iki temel önleme dayanıyor: 1) "Mali disiplinin sağlanması", yani enflasyonu dizginlemek için kamu harcamalarının ve iç talebin düşürülerek kitlelerin yoksullaştırılması, 2) "Verginin tabana yayılması", yani işçi ve emekçilere yeni vergiler çıkarılması.
Dolayısıyla, bu kemer sıkma programı basitçe "krizin aşılması için gerekli önlemler ya da reformlar paketi" olarak tariflenemez. Programın tek anlamı vardır, o da şirketlerin borç yükünün işçi ve emekçi halkların omzuna yüklenmesidir. Türkçesi, sağlık, eğitim, sosyal güvenlik ve sosyal yardım harcamaları kısılacak, üretim küçülmesi ile işsizlik arttırılacak, üstüne üstlük iğneden ipliğe yeni vergiler ve zamlar gelecektir. Isınan şirket kârları iken, durağanlaştırılan işçi ve emekçilerin gelirleri olacaktır. Şirketlerin borç yükü, böylece "tabana yayılacaktır."
ELDE NE VAR?
SSCB'nin kapitalist restorasyonu ertesinde dağılmasıyla gelen inanç yitimi, kronik kitlesel işsizliğin yarattığı baskı, sendikasızlaştırma ve örgütsüzleştirme saldırısının getirdiği bilinç kırılması ve taşeron sistemi ile işçilerin ortak eylemliliğinin nesnel zemininin sarsılması işçi hareketini geriletmiş ancak kitlelerde sınıfsal isyanın ezilen kimlikler zemininde patlamasına yol açmıştı. Bir onur ve özgürlük isyanı olarak Gezi bu anlamda sonuna kadar sınıfsal temelli ancak radikal demokrasi talepli bir isyandı. Gezi ile birlikte Kürt halkının özgürlük mücadelesinin de yükselmesi, Rojava Devrimi ile ezilenlerin somut kazanıma kavuşması rejim krizini derinleştirmiş, faşizmi daha da saldırgan hale getirmişti.
Demokrasi ve özgürlük sorunlarının ön planda olduğu bu dönemin temel görevi işçileri, emekçileri, kadınları, gençleri, Alevileri ve Kürt halkını burjuva-faşist rejime karşı demokrasi ve özgürlük talebi ile ezilenlerin birleşik demokratik cephesi olan HDP'de birleştirmekti. Bu önemli oranda başarıldı, maya tuttu. Faşizmin yoğun saldırılarına karşı sayısız bedel ödeyen HDP tüm bu saldırılardan dimdik çıktı ve 12 Eylül barajını üçüncü kez darmadağın edebildi, ittifaklarını genişleterek anti-faşist cephenin nesnel zeminini sağladı.
NE YAPACAĞIZ?
IMF ya da IMF-benzeri bir kemer sıkma saldırısı ile bugüne kadar yaşanandan çok daha büyük bir mülksüzleştirme dalgası ile karşı karşıya olduğumuz bu dönemde, devlet-halk çelişkisi daha fazla ekonomik nitelik kazanacaktır. Dolayısıyla, faşizme karşı birleşik bir cephenin inşasına hız verirken, bu cephenin özgürlük siyasetinden asla ve asla taviz vermeden emeğin örgütlenmesi ve hakları mücadelesine de yoğunlaşması, sınıf siyasetini daha yüksek bir düzeye çıkarması kaçınılmaz gözüküyor.
Anti-faşist cephenin bu varoluşu her şeyden önce yereli, fiili meşru mücadeleye dayalı militan kitle direnişini temel almalıdır. Aksi halde ne işçi sınıfının geniş miliyetçi-muhafazakar kitleleri karşı-devrim saflarından kopartılabilir ne de faşizmin kitle tabanı karşısında üstünlük sağlanabilir.
Benzer şekilde, bu yoğunlaşma asla ve asla özgürlük cephesindeki kazanımlar ve HDP’nin önemsizleştirilmesi pahasına gerçekleşmemelidir. Ekonomizmle, sendikalizmle mâlul, özünde ezen ulus kibrini, şovenizmi, Kemalizmi ve erkek egemenliğini taşıyan hareketlere asla prim verilmemelidir. Mevcut çelişki hala devlet-halk çelişkisi, görevimiz faşizme karşı özgürlüğün kazanılmasıdır. Dolayısıyla HDP, bu mücadelenin temel ayaklarından biri olacaktır.
EMEĞİ ÖRGÜTLEME GÖREVİ
Peki, toplu iş sözleşmesine sahip işçi oranının yüzde 5 olduğu, taşeron zulmünün ortak işçi eylemliliğinin nesnel zeminini yardığı, sendikaların üzerlerine düşen ilerici rolleri oynamaktan imtina ettiği bu dönemde, emeğin örgütlenmesi ve hakları mücadelesi hangi araç ve biçimlerle yükseltilebilir?
Bu konuda elimizde sihirli bir formül olmasa da, bir perspektifimizin olduğu söylenebilir. Örneğin, yeni dönemde anti-faşist cephenin, özelde de sosyalistlerin, emeği örgütleme görevi muhtemelen işyerlerindeki ekonomik-sendikal mücadelelerin yükseltilmesi temelinde değil, daha çok mevcut direnişlerle daha yakından ilişkilenerek, işçi ve emekçilere politik sınıf bilincinin çok daha dolaysız götürülmesi yolundan gerçekleşecektir.
Öte yandan, emek hareketini diğer mücadelelerden yalıtık olarak ele almayan bir hatta ihtiyacımız var. Daha çok Gezi'den sonra çok daha fazla gündemimize giren ve sovyet iktidarının da temel ögesi olarak tanımlanmış olan semt ve mahalle temelli halk meclisleri perspektifi ile birleştiren bir örgütlenme tarzı elzem görünüyor. Bu, organize sanayi ve serbest bölgelerin bulunduğu emekçi havzalarında gerçekleşebileceği gibi, kent merkezlerinde de gerçekleştirilebilir. Örneğin, şehrin göbeğinde yer alan, sınıfın politik bilinci en yüksek olan ve örgütlü olmasalar da birbirleri ile ulusal-kültürel bağlantıları en kuvvetli kesimlerinden olan inşaat işçileri ve yine şehrin içinde olan, sınıfın yarısından fazlasını oluşturan, en genç ve isyana en meyilli ancak en örgütsüz kesimi olan hizmet sektörü çalışanlarının (AVM, yeme-içme sektörü işçileri, kuryeler, vb.) örgütlenmenin temel hedeflerinden olması gerektiği söylenebilir.
Ezilenlerin birleşik demokratik cephesi HDP'nin de politik anlamda sosyal-adaletçi düzlemden sınıfsal düzleme daha çok geçmesinin, rejimin her iki kanadının (iktidar ve muhalefet) burjuva niteliğini çok daha fazla teşhir etmesinin, sınıf örgütleri ile yereller üzerinden daha organik bir ilişki kurmasının ve meclisteki varlığını işçi direnişlerine ve emeğin yeni örgütlenme araçlarına destek amacıyla kullanmaya odaklanmasının önünde hiçbir engel yok. HDP'nin programı zaten anti-kapitalist bir programdır. 24 Haziran sürecinde genişleyen sosyalist ittifaklarının varlığı da bu atılıma destek olacak niteliktedir.
Kemer sıkma saldırısı, anti-faşist cepheye büyük olanaklar sunmaktadır. Üretememe krizi yönetememe krizini beslemekte, bir yandan toplumu yönetmek için sağ popülizme, ayrıştırmaya ve düşmanlaştırmaya çok daha fazla ihtiyaç duyulmakta, ancak öte yandan da tüm ezilenlerin toplumsal tabanı ise proletaryanın içine erimektedir. Ezilen kimliklerin özgürlük ve demokrasi taleplerini yok saymadan, ikincilleştirmeden ya da ertelemeden onlara sınıfsal bir içerik kazandırmayı öncelemek günün en yakıcı ihtiyacını oluşturmaktadır. Burada da en büyük rolün, anti-şovenist ve anti-revizyonist sosyalistlere düşmekte olduğu da açıktır.