GÜNCEL
'İstanbul'un anahtarı Kürtlerin elindedir'
HDK Eşsözcüsü Gülistan Kılıç Koçyiğit, 31 Mart seçimlerinde ortaya çıkan doğal ittifakın siyasi aktörlere yürünecek yolu gösterdiğini belirterek "İstanbul'un anahtarı Kürtlerin elindedir" dedi. Öcalan'la yapılan görüşmenin anlamlı ancak çözücü olmadığını vurgulayan Koçyiğit, "Tecridin kırılması an meselesidir" dedi.
Halkların Demokratik Kongresi (HDK) Eşsözcüsü Gülistan Kılıç Koçyiğit, 31 Mart yerel seçimlerinde başlayan ve sonrasında sokaklara yansıyan eylemlere, açlık grevi süreci ve Kürt halk önderi Abdullah Öcalan'la 8 yıl sonra yapılan avukat görüşüne kadar siyasal süreci ETHA'ya değerlendirdi.
31 Mart seçimleri bu ülkede bir şeye işaret etti ve bir sonuç ortaya çıkardı. Bu sonucu nasıl okuyacağız?
31 Mart'ın sonuçları birçok dengeyi derinden sarstı. Dolayısıyla bu süreci 31 Mart öncesi ve sonrası diye ayırmak mümkün. Bizim açımızdan belki de en fazla sarstığı şey, uzun süredir yerleşmiş, kanıksanmış olan "Erdoğan'ı yenemeyiz, ne de olsa yine çalacak" duygusuydu. 31 Mart seçimi, aslında Erdoğan'ın yenilebileceğini, geriletilebileceğini göstermiş oldu. Öte yandan, ikinci kez bir 16 Nisan referandum sürecine tanıklık ettik. 16 Nisan referandumunda mottomuz, "Herkesin Hayır'ı kendine" ve "Herkes kendi Hayır'ıyla sandığı gitsin" idi. Şimdi Türkiye'nin Batı'sında benzer bir durum yaşamış olduk. Herkes kendi itirazı ile sandığa gitti, kendi itirazını oy olarak sandığa attı. Bütün itirazların birleştiği nokta, AKP-MHP blokunu geriletmek, yenmekti. Bu başarıldı.
Ortaya çıkan en önemli sonuçlardan biri de, sürekli kriminalize edilen, dışlanan, hedefe konan HDP'nin ve Kürt seçmenin özgün rolüdür. HDP bu rolünü iyi oynadı ve oylarının heba olmasına izin vermedi. Bunun yanı sıra; Kürt sorunundaki çözümsüzlüğün, savaş politikasının, bu politikayı yürütenlerin ayağına dolanacağını, bu sürecin karşılıksız kalmayacağını, hesaplaşma noktası olarak sandığın önemli olduğunu ortaya koydu. Bu seçimler çok güçlü bir şekilde başkanlık sistemine olan itirazı da açığa çıkardı. Milyonlar, "Biz bu sistemi benimsemedik, bu sistem ülkeye uygun değildir, partili cumhurbaşkanlığı sistemi ucube bir sistemdir" dedi sandıkta.
31 Mart'ta halk bir araya gelerek "Hayır" dedi. İstanbul seçimlerinin iptal edilmesiyle bu sokağa yansıdı. Bu süreci nasıl okuyorsunuz, HDK'nin üzerine düşen ne?
Herkesin bir yerden AKP-MHP'ye itirazı söz konusu. Kürtler, savaşı tırmandırdığı için; kadınlar, cinsiyetçi politikalar nedeniyle; ekolojistler, doğayı talan ettiği için; işçiler, işsizlik, yoksulluk nedeniyle; emekliler, insanca yaşayamadıkları, nefes alamadıkları için; aileler, çocuklarına yönelik taciz-tecavüz riski arttığı için itirazlarını yükseltti. Bu anlamda aslında burası çok geniş bir düzlem. Ortak nokta ise sisteme itirazları.
İstanbul seçimlerinin yenilenmesi kararı, çok net bir şekilde ne meşru, ne hukuki ne de ahlakidir. Neresinden tutarsanız tutun elinizde kalıyor. Hiçbir hukukçu ya da siyasetçi bu karara mantıklı ve tutarlı bir değerlendirme yapamıyor. Muhalefetin, bu karardan rahatsız olanların tepkisini sokakta göstermiş olması çok kıymetlidir. AKP, sokağı uzun süredir kriminalize etmeye çalışıyor. Sokağa çıkanlar yoğun bir devlet şiddetiyle karşı karşıya kalıyor. Her gün anneler cezaevlerinin önünde polis şiddetine maruz kalıyor, gözaltılar, tutuklamalar yaşanıyor. AKP, bir şekilde toplumu sokaktan uzak tutmaya çalışıyor. 6 Mayıs gecesinden beri yaşanan protestolar, bu sindirme politikasının işe yaramadığını göstermiştir. Evet, korkutmak bir yere kadar işe yarayabilir, insanlar bir yere kadar korkabilir. Sağlık alanında ilaçlar için doz aşımı diye bir kavram vardır. Yeterli dozda ilaç verirseniz hastalık tedavi olur, insanlar iyileşir ama fazla dozda verilen ilaç ters etki yaparak öldürür. Türkiye de böyle bir durumda. Bu anlamda da bazı eşikler aşılmış oldu. Sokağa çıkan insanlar bize, demokrasi, eşitlik ve özgürlüğün yolunun sokaktan geçtiğini bir kez daha gösteriyor. Türkiye'nin önü açılmak isteniyorsa, demokratik bir yöne doğru evrilecekse, kalıcı bir demokratik mekanizma olacaksa, bu mutlaka sokağın demokratik gücü sayesinde olacak. Sokağın meşruluğuna inanıyoruz ve bu nedenle de eylemlerin içerisinde yer alıyoruz. AKP'nin, MHP'nin yönettiği yıllar boyunca toplumun kutuplaştırılmasına, ayrıştırılmasına tanıklık ettik. Bugün ortaya çıkan hareket bunu değiştirebilir çünkü çok çeşitli kesimlerden insanlar haksızlığa, hukuksuzluğa ve hakkının yenilmesine karşı sokakta. Bu halkanın büyütülmesi gerekir.
İstanbul seçimleri iptal edildi, vali belediye başkanı olarak atandı. Kürdistan'da uygulanan kayyum politikası burada da uygulandı yani. Hemen akabinde Kürdistan'da birçok belediyenin önüne X-Ray cihazları ve polis kulübeleri konulmak istendi. Kürdistan'dan "Cizre'yi sahiplenmek İstanbul'u sahiplenmektir" çağrısı geldi. Ama bu çağrıya güçlü bir yanıt henüz oluşmadı.
Günübirlik konjonktürel yan yana gelişler önemlidir; ama Türkiye'nin önünü açacak, ülkedeki tüm haksızlıklara, hukuksuzluklara son verecek olan yegâne şey nedir derseniz, demokrasi paydasında gerçekçi bir buluşmadır derim. Kürt sorunu bu ülkede en büyük bölen. 7 Haziran'dan beri AKP, Kürt karşıtlığı üzerinden ittifak kuruyor. Bu ittifakın ortak paydası Kürt halkını, Kürt siyasetini sınırlandırmak ve kazanımlarını yok etmek, bununla beraber yeni kazanımlarını da engellemektir. Böylesi bir ittifakı kendi "bekası" için yürüttüğü nettir. İçerisinde yer almayan güçleri/partileri dolaylı yollarla sürekli bu ittifaka eklemlemeye çalışan AKP muhalefete de sınırlar çiziyor. Örneğin "kendisinin yürüttüğü" barış süreci çok meşru olurken; savaş sürecinde ölümlere, şiddete karşı söz söyleyen muhalefeti terörize ediyor, kriminalize ediyor.
İktidar açısından çok anlaşılır bir şey; gücünü tahkim etmek, iktidarını kalıcılaştırmak istiyor. Ancak ittifakın dışındaki güçlerin/partilerin eklemlenmesine bakmak lazım. Bu durumun temel iki nedeni olduğunu düşünüyorum: Birincisi zaten buna razılar/bunu istiyorlar. Yani bu gönüllü bir birliktelik. İkincisi ise, bu meselenin aslında Türkiye'ye verdiği zararın farkındalığıyla ilgili yetersizler. Bu zararı dillendirecek kadar cesur değiller. Biz bu eleştiriyi en çok CHP'ye yapıyoruz. Savaş tezkerelerini onayladığı, dokunulmazlıkların kaldırılmasına ortak olduğu ya da 7 Haziran'dan sonra istikşafi görüşmelerin bir parçası olup 1 Kasım sürecinin yaşanmasına yol açtığı için. Cesaret edecek, cüret edecek, kendisine çizilen sınırları yıkacak bir güç, bir akıl ne yazık ki yok karşımızda. Devlet partisi olmasından tutalım da, ideolojik bakış açısına kadar bir dizi etkeni var elbette. Ama eğer, ülkenin bir kentinde, kasabasında yaşanan savaşa, şiddete ses çıkaramıyorsanız, bu sürecin dönüp size gelmesi sadece zaman meselesidir. 2016'da belediyelerimize kayyum atanacağı söylentilerinin dillendirildiği dönemde, Diyarbakır'da belediye başkanlarımızla bir toplantı yapmıştık. Ben o toplantıda "Bugün Diyarbakır'a atanan kayyum, yarın İzmir'e de kayyum atanacağının göstergesidir" demiştim. O gün İzmir CHP'nin elindeydi. Bugün İstanbul'u CHP adayı kazandı ve kayyum atandı, seçim iptal edildi. Ülkenin bir yerinde uygulanan hukuksuzluklara itiraz etmezseniz, er geç o hukuksuzluğu siz de yaşarsınız. İkinci olarak; sizin o hukuksuzlukla kurduğunuz ilişki de önemlidir. Hukuksuzluğun yanında yer alıyorsanız, faili olursunuz; karşısında yer alırsanız haksızlıkla mücadele eden olursunuz. Yaşadığımız tam da budur. Kürt sorununa duyarlı olmak, Kürdistan coğrafyasında yaşanan haksızlıklara, hukuksuzluklara duyarlı olmak, İstanbul'da, İzmir'deki hukuksuzluklara ses çıkarmanın yegâne yoludur. Bu aynı zamanda siyasetteki tutarlılığında ölçüsüdür. Mesele, başınıza gelmeden haksızlığın karşısında durmaktır.
Gündemin diğer önemli konusu açlık grevleri ve Öcalan ile 8 yıl sonra yapılan avukat görüşmesi. Bu görüşmenin içeriğini nasıl değerlendiriyorsunuz?
8 yıl sonra yapılan bu görüşmeyi anlamlı buluyoruz. Deklarasyon dışında, görüşmenin içeriğine dair basına akseden bir bölüm yok. Yansıyan yanıyla, demokratik siyaset bakımından altının çizilmesi gereken noktalar var. En temel nokta Sayın Öcalan'ın ve deklarasyona imza koyan arkadaşlarının; "2013-2015 arasındaki noktada duruyoruz" demeleridir. Bu, "Türkiye'de Kürt sorununun demokratik yollarla çözüme kavuşturulması konusunda samimiyiz, muhatabız, buradayız. Burada süreci bozan, savaşa evrilten aslında devlettir, AKP'dir" dedikleri anlamına geliyor. Hatırlayın, hendek meselesi üzerinden sürekli bir karmaşa yaratılarak çözüm sürecini PKK ya da Kürt siyasal hareketi bozmuş algısı yaratmaya çalıştılar. Oysa ki, devlet bu süreci, bilerek, isteyerek bozdu. AKP, iktidardan düşeceğini düşündüğü için dümeni savaşa ve şiddete kırdı. Deklarasyonda, "Süreci biz bozmadık, 2013-2015 yıllarında ne söylediysek hâlâ oradayız. Bu sorunun barışçıl yollarla çözülmesini istiyoruz" deniliyor. Bu söylem Türkiye demokrasi güçlerinin mücadelesini yükseltmesini ve Kürt sorunundaki çözümsüzlüğe dair daha fazla söz söylemesini gerekli kılıyor. Burada zorlanması gereken taraf da devlettir. Bu toptan tüm demokrasi güçlerinin basıncı ile olabilecek bir şey.
Deklarasyonun bir bölümü de açlık grevlerine ilişkin. Hepimizin temel amacı, hiçbir siyasi mahpusun yaşamını yitirmeden sürecin sonlanmasıdır. Fakat açlık grevi ve ölüm orucundaki eylemcilerin yaptığı açıklamadan şunu açıkça anlıyoruz: "Bu tek görüşme ile bitecek bir süreç değildir. Biz bu yola, bu direnişe iki avukat gitsin, görüşme yapsın diye başlamadık" diyorlar. Temel talep olarak da İmralı'daki mutlak tecridin kırılmasını ve bunun yasal güvenceye alınmasını ortaya koyuyorlar. Biliyorsunuz, daha önce de açlık grevleri oldu. Öcalan'ın kardeşi bir görüşme yapınca açlık grevleri bitirildi ancak hemen ardından mutlak tecrit başladı. Şimdi 190. gününe giden bu direnişi, bir saatlik bir görüşmenin ardından sonlandırmanın kabul edilemez olduğu belirtiliyor. Bu direnişçilerin kendi kararlarıdır, iradi kararlarıdır. Biz de bu karara saygı duyuyoruz.
'TECRİDİN KIRILMASI AN MESELESİ'
Evet, tecrit kırılmadı ama kırılması an meselesidir. Devlet isterse, şu anda tecridi sonlandırabilir. Ancak yapmıyor. Çünkü bir şekilde hem bizi, hem toplumu, hem de eylemcileri sınıyor. Süreci açıkça böyle okumak lazım. Sınırlarımızı görmek istiyorlar. Bu anlamda direnişçilerde en ufak bir tereddüt yok, işte bakın ölüme kadar gidiyorlar. Burada yine her birimize düşen bir görev, ölümleri engelleyecek mücadeleyi, hep birlikte dışarıda yürütmektir.
Türkiye Suriye'ye ilişkin son dönemde S-400'ler ve F-35 krizi yüzünden çok ciddi bir açmaz içerisinde. Uzun süredir Suriye coğrafyasında iki partner ile yürümeye çalışıyor. Hem Amerika ile hem de Rusya ile yol almaya gayret ediyor. Ama iki devleti aynı anda idare etme politikasının da sınırlarına dayandı artık. Özellikle Suriye'nin kuzeyinde tampon bölge oluşturulması meselesi, Türkiye'yi Amerika'yla pazarlık yapmaya zorlarken, Efrin'de kalmak, hala El-Bab'da olmak, İdlib'de çatışmayı engellemenin yolu da Rusya ile anlaşmayı gerektiriyor. Bu açmaz içerisinde sıkışan bir Türkiye gerçeği var. DSG güçlerinin yaptığı "Türkiye ile dolaylı da olsa görüşmeler yapıyoruz ve devam ettirmek istiyoruz" açıklaması var. Ama burada açıklanan kırmızı çizgi Türkiye'nin Efrin'den çekilmesidir. Sayın Öcalan'ın ifade ettiği şey de, Suriye'nin bütünlüğü içerisinde anayasal bir özerkliğin, bir statünün kazanılması için mücadele edilmesi ama bunun Türkiye'nin hassasiyetlerini de gözetecek şekilde olması yönündeydi. Bu anlamıyla da Sayın Öcalan bir kez daha demokratik ulus, demokratik cumhuriyet paradigmasının, demokratik konfederal sistemin arkasında olduğunu, bağımsız bir Kürdistan kurma hayalinin olmadığını, halklara dayalı, eşit, özgür, özerk yönetimlerden yana olduğunu ortaya koymuş oluyor.
Açılamanın ardından İstanbul seçimlerinin iptal kararı açıklandı. Bu nedenle de bazı çevrelerde "anlaşma yapıldığını" iddia eden kesimler oldu. Bir anlaşma yok ama siyasi iktidar bakımından böyle mi gerçekten? Ne hesaplanmış olabilir?
Bunun HDP'nin dışında geliştiğini söylemek gerek. Ama AKP'nin böyle bir niyeti yoktu demek isabetli olmayacaktır. Notları geç vermeleri, YSK'nın açıklamasının, Sayın Öcalan'la yapılan görüşmenin açıklamasının arkasından yapılması bakımından özel bir çaba sarf edildiğine işaret ediyor.
'KÜRTLERİN SANDIĞA GİTMEMESİNİ SAĞLAMAYA YÖNELİK PROVOKASYONLAR OLACAĞINI GÖRMELİYİZ'
AKP'nin niyetinin, oluşan muhalif bloku bölmek olduğunu biliyoruz. 7 Haziran'da yaşanan bir süreç var. O süreçte nasıl HDP'nin kriminalize edilip yalnızlaştırıldığını, baraj altında bırakılmak istendiğini biliyoruz. Tüm bu pratikler ortadayken, bizim açımızdan en kabul edilmez olan; ufacık bir şeyde bir kesimin Kürtleri AKP'ye eklemlenecek bir halk olarak, HDP'yi de gidip AKP'le masaya oturacak bir güç olarak tarif etmeleridir. Eşgenel başkanları, milletvekilleri cezaevlerinde olan, belediyelerine kayyum atanan, kentleri yerle yeksan edilen bir coğrafyanın da temsilcisi olan HDP'nin nasıl olur da hızlı bir şekilde AKP ile anlaştığını, ittifak yaptığını düşünebilirler. 31 Mart'a, hiçbir şey beklemeden, hiçbir pazarlığa girişmeden Türkiye'nin geleceği için AKP-MHP faşizminden Türkiye'yi kurtarmak adına stratejik bir oyun kurmuş olan HDP'yi çok hızlı bir şekilde yaftalamak kabul edilemez. Kendine muhalif diyen kesimler bu tutumlarıyla AKP'nin ekmeğine yağ sürdüklerini, Kürtleri de incittiklerini bilmeliler.
31 Mart seçimlerinde ve sonrasında yaşanan süreçte doğal bir ittifak ortaya çıktı. AKP, bu ittifakı bozmak için elinden geleni yapacak. Bunun için herkesin algılarını açması, siyaseti iyi takip etmesi gerekiyor. AKP'nin 7 Haziran ve 1 Kasım seçimleri arasında geçirdiği sürece iyi bakması gerekiyor. Bugün, yeniden Kürleri kriminalize etmek ve Kürt siyasetini, HDP'yi mevcut tutumundan caydırmak, Kürtleri sandığa gitmeme yönünde teşvik etmek için ciddi provokasyonlar olacağını öngörmemiz gerekiyor.
'İSTANBUL'UN ANAHTARI KÜRTLERİN ELİNDEDİR'
Bu açıklama da Kürt kitlesini "etkileme" hesabı ile yapılmış olabilir mi?
Elbette. Çok iyi biliyoruz ki İstanbul'un anahtarı Kürtlerin elindedir. Bu kadar açık ve net. Şimdi herkes bu anahtarla kendi kapısını açmak istiyor. Bu anahtarın doğru kapıyı, Türkiye toplumunun nefes alacağı kapıyı açması için de hepimizin aklı selim davranması gerekiyor. AKP'nin hamlelerini iyi okumamız gerekiyor. Onları boşa çıkaracak dayanışma örnekleri ve pratikler ortaya koymamız gerekiyor. Bu anahtar eğer bir kapıyı açacaksa o kapıdan yine hepimizin beraber geçmesi gerekiyor. Eğer, Kürtlerin açtığı kapıdan birileri geçecek ve yine Kürtler dışarıda kalacaksa bu doğru olmaz. Hep beraber o kapıdan geçmemizin yolu nedir? Bütün haksızlıklara, hukuksuzluklara ve faşizm koşullarına birlikte ses çıkarmak, 23 Haziran seçimini bir İstanbul seçimi olmaktan çıkarmak gerekiyor. Bu seçim sadece İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne Ekrem İmamoğlu'nu seçme meselesi değil. Bu bizimle faşizm arasındaki yeni bir çarpışma alanıdır. Burada üstün gelecek güç(ler)önümüzdeki dönem Türkiye siyasetinin yönünü belirleyecektir(ler).
Bu seçim demokrasi güçleri bakımından başka bir eşiği atlatabilir. Oluşan muhalefet bloku seçimi kaybetse bile cin şişeden çıkmıştır. Artık şunu daha iyi görüyoruz (bütün kurumsal bakışlara rağmen) çok daha özgüvenli, tabanda kenetlenmeye doğru giden, itirazları billurlaşmış bir muhalefet dinamiği ile karşı karşıyayız. Bu dinamiğin kendisine, doğru öncülük edilebilirse Türkiye siyasetinde iktidara yürüyecek bir muhalefet dinamiğidir.
HDK bu siyasi aktörlerden biri mi, önümüzdeki dönem nasıl bir strateji izleyecek?
Tabii ki HDK de bu aktörlerden/dinamiklerden biri. Son kongremizden sonra kendi örgütsel yapılarımızı güçlendirmek birinci önceliğimiz durumunda. Bu anlamda örgütlenme ve eğitim çalışmaları şuan en yoğun çalışma başlığını oluşturuyor. Bununla birlikte diğer dönemsel kararlarımızı hayata geçirmek ve ortak mücadele alanlarını güçlendirmek de temel gündemimiz. Bileşenlerimizle beraber bu anlamda yoğun tartışmalar yürütüyoruz. Bu zemindeki fikri tartışmayı açıkçası çok önemsiyoruz çünkü bizim bileşenlerimizin her biri Türkiye siyasetinde politik birer özne. Bu politik öznelerin yan yana geldiği mecra da Halkların Demokratik Kongresi'dir. Bu zemindeki güçlü tartışmalar ve bu tartışmalar ile açığa çıkmış demokrasi programı, geniş bir muhalefet alanına etki edecek kapasiteye sahip. Bizde yeni dönemde hangi halkadan tutmak gerektiğine dair yoğun tartışmalar yürütüyoruz. Bütün güçlerin yan yana geldiği, ortak bir payda da buluştuğu demokrasi cephesinin çok hızlı bir şekilde örülmesi ve asgari bir programının oluşturulması için çalışıyoruz. Bunu yapabilirsek açığa çıkan bu muhalefet gücünün etkinleşmesi ve siyasi dönemi evriltmesinde önemli mesafeler alınacağına inanıyoruz.
Faşizmin koyulaştığı, ana muhalefet partisinin genel başkanının linç edildiği bir ortamda sokağa çıkma iradesi göstermiş binlerin kendisi, yeni dönemde muhalefet dinamiğini oluşturuyor. Burada bu dinamiğin daha da büyütülmesi ve geliştirilmesini ve politik bir programla buluşmasını sürecin temel görevi olarak görüyoruz.