22 Kasım 2024 Cuma

İki gericinin raksı: TÜSİAD ve Saray

Küresel krizin bu aşamasında, daralan kârların rahatlatılması için ihtiyaç duyulan şey serbest piyasada ve burjuva değişim programında militan bir ısrar değil, "istikrar", yani şovenist histerinin, faşizmin ve savaşın devamıdır.
Uludağ Ekonomi Zirvesi'nde konuşan TÜSİAD Başkanı Erol Bilecik, işbirlikçi-tekelci burjuvazinin siyasi iktidara yönelik mesajlarını dile getirdi. Öne çıkan ilk vurgu, dış politika ve AB'ye üyelik sürecinin geleceği için OHAL'in kaldırılması beklentisiydi. Bilecik, ayrıca burjuvazi olarak yüksek faiz, yüksek enflasyon ve yüksek kur şartlarında üretime devam edebilmelerini de ironik bir dille "mucize" olarak niteledi ve istikrara vurgu yaparak iktidardan destek istedi. TÜSİAD'ın açıklamalarında yeni bir şey yok. Siyasi iktidara eleştiri diye sunulan şeyler, gerici ittifaklarındaki koşullarına ve geleceğine dair kimi hatırlatmalardan ibaret.
 
Yüksek kur, yüksek enflasyon ve yüksek faiz üçlüsünün işbirlikçi-tekelci burjuvaziyi neden "mucizeler yaratmaya zorladığını" anlamak için emperyalist küreselleşme gerçeğini iyi okumak gerekiyor. Bilindiği üzere mali-ekonomik sömürge ülkelerin tekelci burjuvazisinin çıkarı doğrudan yabancı yatırımlar ve sıcak para akışı ile üretim hacminin büyütülmesinden, yasalar ve zor yoluyla işgücünün ucuz, güvencesiz ve örgütsüz olmasından, meta ve sermaye hareketlerinin serbestleşmesi yoluyla da küresel pazara entegre olmaktan geçer. Emperyalizmin artık dış değil, bir iç unsur haline geldiği bu sömürgeleştirme sürecinde yurt içinde üretilen artıdeğerin aslan payı uluslararası tekellere aktarılırsa da üretim ve tüketimde yaşanan ciddi artış bu eşitsiz gelişimi burjuvazi için kabul edilebilir kılar. Ancak küresel krizle birlikte uluslararası fonların akış hızı azalmaya başlayınca işler tersine döner. Kârın aslan payını alan tekeller, zararın aslan payını da mali-ekonomik sömürge burjuvazilerine tahvil ederler.
 
TÜSİAD'ın da "muzdarip" olduğu bu tahvil mekanizması şöyle işler: Küresel kriz zamanlarında fonların dünyaya akış hızının yavaşlaması demek, kurların yükselmesi demektir. Yüksek kur, yerli burjuvazinin ürünlerini ucuzlatarak küresel pazarda ona avantaj sağlasa da üretimin giderek artan ithalata bağımlı hale gelen yapısı bu avantajı sıfırlar.
 
Öte yandan, yükselen kurlar, şirketlerin giderek artan net döviz borcunu durduğu yerde katlar. Tüm bu maliyetler ister istemez fiyatlara da yansıyarak enflasyonu büyütür, talebi daraltır ve kârları baskılar. Sonuç olarak, yerli burjuvazi üretim yapmakta giderek zorlanır. Bu borç sarmalını kırmanın yolu, üretimi ithalata bağımlı yapısını kırmaktan geçer. Bu da yüksek teknolojiye dayalı ara malı ithalatının yerine aynı yüksek teknolojinin yerli üretimini gerektirir. Ancak yüksek faiz sermayenin yatırım iştahının belini kırdığı için bu atılım bir türlü sağlanamaz. Sonuç olarak yüksek faiz, yüksek kur ve yüksek enflasyon üçlüsü altında kâr oranları ve kütlesi düşmeye başlar. TÜSİAD'ın ironik bir dille "mucize yaratıyoruz" diyerek işaret ettiği, işte bu açmazlardır.
 
Ancak bu açmazlar, klasik iktisadi politikalarla çözülecek durumda değildir. Kuru baskılamanın maliyeti yüksek faiz olmakta, yüksek faiz de daha baştan yatırımları engellemektedir. Düşük faiz ise uluslararası fonların kaçışına sebep olmakta, bu da kurun yükselmesine yol açmaktadır. Bu çelişkinin bir sonucu olarak da hem kur hem de faiz aynı anda artmaktadır. Saray, kapitalist kriz koşulları içerisinde bu cendereden çıkmasının mümkün olmadığının bilincinde olarak işbirlikçi-tekelci burjuvazinin önünü açmak için düzenleyici değil, doğrudan bir rol oynamak zorunda kalmaktadır. Bu kapsamda, bir yandan işçi sınıfından sermaye kesmine vergi indirimi, teşvikler ve krediler yoluyla kaynak aktarmakta, diğer yandan da savaş aygıtı ile içeride ve dışarıda işgalci-sömürgeci bir politika güderek yerli burjuvaziye askeri-sınai kompleks üzerinden pazar yaratmaktadır.
 
Kurulan bu kaynak aktarımı ve sömürgeci işgal düzeninin temel yağı da elbetteki şovenizm ve millici histeridir. Kürt halkına ve kazanımlarına yönelik yaratılan düşmanlık ve "yeniden büyük devlet olma" safsatası, hem emekçilerin zihinlerini zehirleyerek isyanı engellemeye yaramakta hem de savaşa ve yayılmacılığa rıza üretmektedir. 2002'de burjuva değişim programı çerçevesinde AKP'yi destekleyen TÜSİAD'ın şimdi Efrîn'e yönelik işgali desteklemesini, milli birlik ve beraberlikten bahsetmeye başlamasını ve tüm hak ve özgürlüklerin katledilmesine sessiz kalmasını da bu perspektiften okumak gerekir. Küresel krizin bu aşamasında, daralan kârların rahatlatılması için ihtiyaç duyulan şey serbest piyasada ve burjuva değişim programında militan bir ısrar değil, "istikrar", yani şovenist histerinin, faşizmin ve savaşın devamıdır. Zaten TÜSİAD YİK Başkanı Tuncay Özilhan, Ocak ayında yaptığı konuşmada liberal demokrasi fikrinin başarısız olduğunun görüldüğünü ve artık güçlü liderler dönemine girildiğini söylememiş miydi?
 
Ancak bu, TÜSİAD'ın tamamen faşist diktatörlüğe biat ettiği anlamına da gelmemelidir. Zira özellikle sarayın kayyum, tekelleşme ve müdahalecilik uygulamaları hem doğrudan TÜSİAD için hem de yabancı ortakları için bir risk taşımakta, bu da ekonominin emperyalizme entegrasyonunda sorunlar yaratabilmektedir. Dolayısıyla, OHAL'in sonlandırılmasının TÜSİAD için anlamı demokratikleşme derdi değil, mümkünse demokratikleşmeye dönük herhangi bir adım atılmadan sermaye düzenini hukuken garanti altına alacak kimi adımların atılmasıdır. OHAL'e dış politika ve AB'ye üyelik hedefiyle bağlantılandırılarak karşı çıkılmasının sebebi budur.
 
Özetle, bir yandan şartları iyice olgunlaşan ekonomik krize karşı siyasi iktidardan daha fazla destek talep etmekte, diğer yandan da emperyalizme olan entegrasyonun arttırılması için mülkiyet düzeninin üzerindeki risklerin bertaraf edilmesini istemektedir. Yani, hem siyasi iktidarın emperyalizm liginde yükselme çabalarından faydalanmaya hem de siyasi iktidarın emperyalist düzen ile arasındaki bağın kopmaması için gerekli uyarıları yapmaya devam etmektedir.