24 Kasım 2024 Pazar

Elif Bayburt yazdı | Seneler: Hem bir kadının hem Fransa'nın hikayesi

Ernaux, bir noktada "yazmasaydı delireceğine inandığı" hikayesini anlatırken, olabildiğine yalın ve iddiasız, yer yer kendimize itiraf etmeye dahi çekindiğimiz düşüncelerimizi dile getirerek, soluk almamızı sağlıyor. Kadınlarla başkahraman arasında sadece bizim bildiğimiz, sadece bizim anlayabileceğimiz bir tür sırdaşlık, bir yoldaşlık geliştiriyor.

"Büyülü bir şekilde gelen ilhamla belirecek kelimelerle gün yüzüne çıkarılacak, tanımlanamaz bir dünya yoktu, dolayısıyla yazacaksa, onu isyan ettiren şeye karşı eyleme geçmek için güvendiği tek araç olan dille, herkesin dili olan, kendi diliyle yazacaktı. Demek ki yazılacak kitap, bir mücadele aracı rolü üstlenecekti. Bu gayeden hiç vazgeçmedi ama şimdi her şeyden çok istediği, artık bir daha göremeyeceğimiz yüzlere vuran ışığı yakalamak, yok olmuş yiyeceklerle dolu sofralara vuran, çocukluğunun pazar anlatılarında orada olan, yaşanmış şeylerin üzerine her daim vurmaya devam eden o ışığı, kadim ışığı yakalamak. Kurtarmak."

2022 Nobel Edebiyat Ödülü kazananı Annie Ernaux'un "magnus opus"u, onun niyet ettiği ve tanımladığı şekliyle "total roman"ı Seneler; aynı anda neredeyse ‘70 yıllık bir tarihin tanıklığı. Bu tarihin içerisinde kendini var etmeye çalışan bir kadının arzularının, hasretlerinin, zaaflarının, çelişkilerinin yer yer tokat çarpıcılığında çıplak bir itirafı. Çokçaları, "iç içe geçmiş özel ve kolektif bir hafıza" olarak nitelenen roman; "özel" olanı üçüncü şahısta, kolektif olanı ise birinci çoğul şahısta anlatan Ernaux, fotoğraf kareleriyle kabaca ayrılmış sekanslarla karşılıyor bizi.

Bir fotoğrafın ve fotoğraftaki sırasıyla kız çocuğunun, genç kadının, annenin, orta yaşlı öğretmenin ve emekli yazarın yüz ifadesinden, etrafını saranlardan açtığı pencereyle, fotoğraftaki kadının iç dünyasına ve Fransa'nın toplumsal hafızasına bizi buyur eden Ernaux; tarihini 1941'de, savaş yıllarının Fransa'sında başlatıyor. Kurulan yemek sofralarında aile büyüklerinin anlatılarıyla dönemin koşullarına ve bir çocuk olmanın umarsızlığıyla aile ve toplumun yansıttığı ahlaki sorumlulukların arasında yaşanan çatışmaya işaret eden ediyor. Büyüdükçe ve bir birey ve bir kadın olarak kendisini keşfettikçe gelişen, dünyanın her yerinde her kadın için çok farklı biçimlerde "gerçeğe" dönüşen ama özünde aynı hissettiren o makas açıklığını bütün somutluğuyla anlatıyor.

Cinsel arzunun konuşulamazlığından, "iyi bir koca bulmanın" baskısına, kürtaj yasağına, hemcinslerin arasında popüler olma ve gıpta edilme arzusundan buna erişememenin sınıfsallığına, aşık olmaya, kalp kırıklığına, ahlaklı bir genç kadın olma zorunluluğuna ve taşrada yaşama dair, koşullar hepimiz için ne kadar değişirse değişsin kadınlar olarak erkek egemen kapitalist sistemin boyunduruğunda kendimizi gerçekleştirme mücadelemizin bütün girift yanlarını ele alan Ernaux; bunu yaparken paragraflar, kesitler halinde, ama yine de akıcı, elinize aldıktan sonra bırakamadığımız, hepimizin bildiği o evrensel kadınlık hikayesini anlatıyor. Elbette hepimizin hikayesinin farklı koşulları, göz ardı edilemez, tek tek deneyimlerimiz de belirli soyutlamalara indirgenemez. Ama Ernaux, bir noktada "yazmasaydı delireceğine inandığı" hikayesini anlatırken, olabildiğine yalın ve iddiasız, yer yer kendimize itiraf etmeye dahi çekindiğimiz düşüncelerimizi dile getirerek, soluk almamızı sağlıyor. Kadınlarla başkahraman arasında sadece bizim bildiğimiz, sadece bizim anlayabileceğimiz bir tür sırdaşlık, bir yoldaşlık geliştiriyor.

Öte yandan, kitap sadece kadınlık hikayemiz için değil, bir bütün olarak Fransa'nın toplumsal yaşamı için de eşine az rastlanır bir tanıklık. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı'ndan Cezayir Bağımsızlık Savaşı'na, Cezayir'den yaşanan göçle Fransız toplumunda yükselen ırkçılığa, Sartre ve Beauvoir'a, teknolojinin gelişimiyle artan tüketime, reklamlara, taşradan kente göçe, seçimlere, Berlin Duvarı'nın yıkılmasına, kürtaj yasağına karşı mücadeleye, işçi grevlerine, 20. yüzyılda Fransa'nın tarihine dair tarih kitaplarında pek de yazmayan, bütün bu gelişmelerin topluma etkisi üzerine aleni, somut gözlem ve analizlerle bize içeriden bir perspektifle durumu inceleme fırsatı sunuyor. "Şeylerin bolluğu, fikirlerin kıtlığı ve inançların aşınmasını gizliyordu" diyor, bir "tüketim toplumu"na dönüşen Fransa toplumu için.

Kitapta ve karakterimizin yaşamında da çok özel bir yer tutan, sonrasında yaşanan her gelişmede dönüp tekrar baktığı, kıyasladığı nokta ise elbette, Mayıs 1968. O süreçte 20'li yaşlarının ortasında olan, yeni evli ve sabit bir işe sahip kahramanımız, "Bizler aslında iş hayatına hiç gerçekten asılmamış, satın aldığımız şeyleri sahiden istememiştik, polise kaldırım taşı fırlatan neredeyse akran olduğumuz öğrencilerde kendimizi görüyorduk. Sansür ve baskı yıllarının, Cezayir savaşı karşıtı gösterilerin şiddetle bastırılışının, ırkçı saldırıların, Rahibe'nin yasaklanmasının ve resmi, siyah Citroen DS'lerin hesabını iktidardan bizim yerimize soruyorlardı. Ergenlik çağımızdaki eli kolu bağlı halimizin, amfilerdeki o hürmetkar suskunluğumuzun, erkek arkadaşlarımızı gizlice yurda almanın verdiği utancın öcünü alıyorlardı bizim için. Gönlümüzün alevler içindeki Paris gecelerinde olmasının kökleri hiçe sayılmış arzulara, boyun eğmişliğin dermansızlığına uzanıyordu" diyerek, eylemlerin daha aktif bir parçası olmadığına, daha erken tanışmadığına hayıflanıyor ve 68'in ateşini her daim içinde bir kor olarak taşıyor.

Seneler'de tekrar tekrar gördüğümüz, kendini dayatan arzu ise hem kahramanımızın kendi hikayesini hem de bir parçası olduğu toplumsal gerçekliği kayıt altına almak, unutulmaktan kurtarmak. Bu fazlasıyla insani, hepimizin içinde bir yerlerde taşıdığı arzunun böylesine ilham verici bir şekilde Ernaux'yla hayat bulduğunu görmek, Ernaux'un yazar masasında kendine yaptığı tanıklığın parçası olmak ise, kitabı okumaya başlayana kadar ihtiyaç duyduğunuzu bilmediğiniz, başladıktan sonra vazgeçemeyeceğiniz bir deneyim.