Efe Dağlı yazdı | Tafra siyaseti
Kendisini, hatta varını yoğunu anti-Erdoğancılığa bağlayan burjuva muhalefetin bütün derdi devlete serdümenlik etmek. Onun haricinde içeriksiz bir vaat listeleri var. Üstelik halkçı-sol-demokratik önerilere de kategorik olarak kapalılar. Sözkonusu kapalılığı mesela İstanbul Büyükşehir Belediyesi başta olmak üzere CHP belediyelerinin halkçı-demokratik iş görme biçimlerine devasa uzaklığıdır. Döviz spekülatörlüğünü savunma, Amerikancılık gibi adımlardan sonra, şimdilerde, ulaşım zammını protesto edenlere karşı İstanbul Belediyesi'nin zamlarını savunma konumu, bu zihin yarışının ne denli tehlikeli olduğunu, uygun koşullarda Erdoğan'a rahmet okutacak despotluğu üretebileceğini gösteriyor.
İktidar bloku safları sıklaştırma siyasetini doludizgin sürdürüyor.
AKP Ethem Sancak'ı şutladı.
MHP hayat pahalılığı ve enflasyon oranları hakkında konuşan bir milletvekilini ihraç amacıyla disipline yolladı.
Gözdağı sadece dışa karşı değil. Hatta dışarıdan yapılan eleştiri ve isyan çok önemli de değil. Bu gibi akım ve hareketlerde yıkıcı olan iç eleştiridir.
Tafra sürüyor. Seçimlere kadar, olabilecek en uç biçimlerde sürdürülmesi muhtemel. Bu bir strateji. Oy kaybı ciddi. Yoksulluk yaygın. Halk öfkeli ve memnuniyetsiz.
Bu şartlar altında iktidar partilerinin önünde iki yol oluyor: Asgari burjuva demokrasisi ölçülerini biçimsel olarak uygulayarak mantıksal sonuçlarını uygulamak.
Akla ilk gelen Kürt sorunu. Ancak artık iyice tükenmiş bir yol bu. 20 yıldır sadece vaatle yüründü. İlk yıllarda kimi kesimlerde beklenti de yarattı. Ancak AKP hiçbir aşamada devlet kararına dönüşmeyen tek bir adım atmadı. Dolayısıyla devletin kırımcı kodları AKP'nin de davranış çizgisidir. Sonucu mu? Tipik bir faşist olan ve bugün Gelecek Partisi başkanlığı yapan Ahmet Davutoğlu'nun TV'ye çıkıp ‘ölürlerse ölsünler' edasıyla hasta politik tutuklu-hükümlülerin tahliyesini engellediğini söylemesidir ki sonuçlarını art arda gelen ölüm haberleriyle yaşıyoruz.
Dolayısıyla Kürt meselesinde somut, gözlemlenebilir, şarta bağlanmamış adımlar atmak dışında bir seçenek yok. Ona da iktidar blokunun mecali yok. Niyeti mi? O hiç yok. Ancak ve sadece yıkım korkusuyla adım atmak dışında iktidarı cenahı, meseleyi sürdürülebilir-yönetilebilir bir gerilim sınırlarında tutmaya odaklanmış durumda.
Peki bu durumda elde ne kalıyor?
Safları sıkıştırma, kitle iletişim araçlarının mutlak kontrolü, halkın günlük ekonomik meselesini sıcak para akışıyla hafifletme stratejisini öne çıkarma.
İhvancılığı açık olan Cemal Kaşıkçı davasının Suudi Arabistan'a paslanması hem ihvancılığa alenen sahip çıkma tutumundan dönüş hem sıcak para bulma arayışı. AKP 10 yıl önce tüm bölgede ihvancılığı iktidara taşımaya çalışıyordu. Şimdi, kendi iktidarını ayakta tutabilmek için bütün siyasal kodlarından vazgeçiyor, hepsini birer ikişer elden çıkarıyor.
Mısır-Sisi ilişkisi, BAE ile ilişki, İsrail ile ilişki siyasetin sıkışması bertaraf etme amacı kadar yaşamsal ihtiyaç olan sıcak para akışını sağlama rüyası. Görüldüğü kadarıyla Erdoğan'a bu konuda kimi vaatler verilmiş. Yine muhtemelen bir sıcak para akışı yaşanacak.
Süreğen, kalıcı, halkçı iktisadi önlemlere dönük olmayan bu akışın öncelikli amacı seçimleri kazanmak. Üstelik burjuva-faşizan muhalefet bloku bütünüyle ekonomi-yoksulluk odaklı faaliyet yürüttüğü için birdenbire boşa düşme ihtimali onlar bakımından güncel bir olasılıktır.
Macaristan travması burjuva muhalefeti tedirginliğe sürükleyince, ilk anda, artık neredeyse genel kabul gören Kemal Kılıçdaroğlu yerine, tekrar belediye başkanları formülüne döndüler. Orban'ın zaferini, kendisini neden ilgilendiriyorsa ve sanki Orban tarzı ile özdeşleşmeye yol açmayacakmış gibi sevinçle karşılayan AKP'nin Macaristan taklidi kimi adımlar atacağı konuşulurken ibre yeniden Kılıçdaroğlu'na döndü.
Kendisini, hatta varını yoğunu anti-Erdoğancılığa bağlayan burjuva muhalefetin bütün derdi devlete serdümenlik etmek. Onun haricinde içeriksiz bir vaat listeleri var. Üstelik halkçı-sol-demokratik önerilere de kategorik olarak kapalılar. Sözkonusu kapalılığı mesela İstanbul Büyükşehir Belediyesi başta olmak üzere CHP belediyelerinin halkçı-demokratik iş görme biçimlerine devasa uzaklığıdır.
Döviz spekülatörlüğünü savunma, Amerikancılık gibi adımlardan sonra, şimdilerde, ulaşım zammını protesto edenlere karşı İstanbul Belediyesi'nin zamlarını savunma konumu, bu zihin yarışının ne denli tehlikeli olduğunu, uygun koşullarda Erdoğan'a rahmet okutacak despotluğu üretebileceğini gösteriyor.
Kaldı ki bu tutum, ona Türkiye siyasi coğrafyasının bütün sosyalist-demokratik birikim içerilemediği ve bunlar kuvvetli bir seçenek olarak ortaya çıkamadığında taraftar kitlesinde çürümeye yol açacaktır.
CHP'nin, kendi solundaki toplumsal nüfus üzerinde söylem üstünlüğü bu gibi sessizliklerde kuruluyor. Sokağa uzaklık, dahası sokağı provokasyon sayan zihin dünyası, açlık-işsizlik nedeniyle bedenini ateşe verenlerin olduğu bir ortamda kayıtsızlık biçiminde tartışılıyor.
Meselenin esası sol-sosyalist güçlerinin sözünün olmaması değil. Belirleyici olan bu sözü eş değerde yol ve yöntemlerle topluma duyurmakta. Dar grup dünyasına veya toplamda geleneksel bir siyasal gettoya hapsolan, sesi-öfkesi-vaadi o duvarlar arasına sıkışan politika tarzı sonuç alma kapasitesini çoktan yitirdi.
Sosyalistlere halk kitlelerinin dayanışmasından evvel bütün emekçi sol-sosyalist dünyanın iş-güç birliği temelinde olanaklarını bir araya getirmek dayanışması ihtiyacı var. Eski usul ideolojik hegemonya arayışları yerine, bir araya gelebilecek herkesin ortaklaşmasıdır acil ve öncelikli olan.
Aksi durumda şu tahterevalli siyaseti sürer. Kimin iktidar olduğuna bağlı biçimde despotluklar el değiştirir, hepsinin çıkar grupları, onlarla semiyotik ilişkiler geliştiren zümreleri olur. Sosyalist halkçı bakış açısını milyonlara anlatmak en acil iş sayılıp hayata geçirilirse tahterevalli siyaseti ve bütün tafra darmadağın edilir.