22 Kasım 2024 Cuma

Dimyat ne yana düşer usta?

Ümmetçiliğe mesafeli olup Turancılığa muhabbet duymak bir çıkış değildir. Esasen kolektif hakları tanımayı-iadeyi içermeyen her adım yeni bir sorun yumağına yol açacaktır. Medya illüzyonuyla oluşturulan sanal zafer havası dağılacaktır. Adalet ve özgürlük ihtiyacı-mücadelesi olduğu yerdedir. Bunlardan kaçmak imkansız.
 

AKP-MHP’nin dış politikası duvara toslayıp dağıldı. ‘İçeride’ karıştıkları ne varsa ‘dışarıda’ hiçbirini kabul ettiremediler. Diplomasi ayağı çöktü. Arap Birliği’nden ABD’ye; bütün dünyayı karşılarına aldılar, uluslararası meşruiyet sağlayamadılar.

Arap Birliği’ne ‘tümünüzü toplasak bir Türkiye etmezsiniz’ gibi, özü-esası sınır denetimi ve müşterekleri öne çıkarmak olan diplomasi sahasında bütün kontrolü kaybettiler.

Araplara ‘nankör’le itham ederken söylenenler, esasen ‘Bir Türk dünyaya bedeldir’in çeşitlemeleriydi. Nitekim, oradan uzun zaman geçmemişken ‘ümmet’le murat edilen dünyaya karşı mesafe ve duygusal kırılma geliştirirken ‘Türk dünyası’ anlayışına biraz daha yakınlaştılar. Ümmetçilikle Turancılık arasında salınan Türk sağ siyasetini, bir büyük aldatılmışlık hissiyle ‘Turan’ yönünde kırdılar. Ancak o ‘Turan’ın kısa sürede ‘Tufan’a dönmesi de kuvvetle muhtemel çünkü, oraları Rusya’nın politik nüfuz alanına dahildir.

Başta ABD ve Rusya olmak üzere bilinen pek çok devletin Kürdistan hakikatini kabul eden, politik önderliğini meşru ve eşit bir aktör sıfatıyla tanıyan-ilişki geliştiren tutumu hiçbir zaman bugünkü kadar olmamıştı. Bunda AKP-MHP ortaklığının Kürdistan’ı ortadan kaldırma ısrarının-amansızlığının da payı büyüktür.

Elbette emperyalistlerin kendilerince bin türlü hesabı olur. Tuzakları da. Bunlar bir yana, Rojava’daki devrimci demokratik iradeye dönük blokaj kırılmıştır. Şu sorulabilir: Başka bir yolu yok muydu? Doğrudan özgürlük hareketiyle temas yoluyla meseleyi dallanıp budaklamadan hal yoluna koymak, üstelik Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan bu yönde teklifte bulunmuşken, mümkün değil miydi?

Türk siyasetinde ‘rasyonel’ kavramı bulunmadığı için buna ‘mümkün değildi’ cevabından başkasını vermek imkansız. Olanların tamamı, AKP-MHP’nin 1930’lar Kemalizminin etnisiteyi dahi reddeden tekçi ulus devlet betonarmesini sürdüreceğini, hatta buna mecbur olduğunu gösterir.

Ergenekon taifesinin coşkun desteği de bu şarta bağlı. Onlar, kendi ideallerinin AKP-MHP eliyle hayata geçirilmesinin ve bir aşamada AKP’yi devre dışı bırakmanın hesabındalar hâlâ. Askeri harekatı en çok alkışlayan, bitince ‘mutlak zafer’ diye bağıran, daha fazlasını isteyen onlar oldu. O kadar abartıldı ki devlet başkanı çıkıp “bu zafer ya da yenilgi değildir” diye kontrol altına alma ihtiyacı duydu.

AKP-MHP bir tür arabesk dış politika yürütürken, üslup ve içeriği askerileşme olan meydan okumaya yöneldi, bu nedenle iyice itici bir aktör olarak algılandı. Askeri kamuflajla poz vermek, işgal harekatında yaşananlara dönük bütün eleştirileri rutinleşmiş bir retle karşılamak bunu derinleştirdi. Bu nedenle batağa saplanan dış politika ikna ediciliğini büsbütün yitirdi.

Bu total ret tutumu şundan da kaynaklandı. Harekat, aynı zamanda, bir iç siyaset aracı olacaktı. Dağılan, eriyen, tartışılmaya başlayan AKP-MHP koalisyonu bu yolla kitlesini konsolide edecek, muhalefeti kontrpiyede bırakacaktı. Doğrusu ilk günlerde bunu başardı. Hatta sonraki günlerde HDP’ye dönük görevden alma-kayyum atama operasyonunda anlamlı bir dirençle karşılaşmadı. Trump’ın mektubunun saklanması da, yaratılmak istenen illüzyonun bozulması içindi. Ne var ki zaman AKP-MHP koalisyonunun aleyhinde işledi.

Ancak ve bu arada unutulmamalı ki dünyanın Türkiye’si bir mali ekonomik sömürgedir. Bütün bu iç ve dış böbürlenmeler gelir ve bir yerde himaye görme amacına kuvvetle bağlanır. ABD’ye dönük ‘kafa tutan’ haller şantajla karşılandı. Trump açıkça ‘senin sorunlarını çözmek için çok uğraştım’ bile dedi, daha ne desin. Ancak böyle olmasaydı bile sonuç değişmezdi. Hatta ABD ile bütün köprüler atılsa dahi himaye olmadan varlığını sürdüremezdi.

Rusya ile uluslararası alanda bir tür himaye ilişkisi arayışı oldukça belirginse bir nedeni budur. ABD’nin Kürt politikası yerden yere vurulurken Rusya’nın Kütlere yaklaşımı görmezden geliniyor veya geçiştiriliyor aynı nedenle.

Üstelik Rusya ile çatışma noktaları ABD ile olandan az değil. Örneğin sosyalistlerin IŞİD artığı katil sürüsü dediği, Ergenekoncuların ‘çete’ diye tabir ettiği ve AKP’nin ‘kuvay-i milliye’ işlevi yüklediği Suriye Milli Ordusu (SMO) Rusya için de gayrimeşrudur. Tıpkı AKP’nin İdlib’de, senelerce alttan alta yürüttüğü politika yahut Ortadoğu sathında hala terk etmediği İhvan’cı refleksler gibi onlarca başlık sayılabilir.

Emperyalistler arasındaki kâr ve hakimiyet çatışmasının sertleşmesinden kendi amacı doğrultusunda faydalanmaya çalışan AKP-MHP’nin bu amacın sınırlarına dayandığı görülebilir. İhvancı politik esintilere tahammül edilmeyecektir. Yeni Osmanlıcılık ve bu arada imparatorculuk ve Kürdistan’a dönük sömürgeci tahakküm daha fazla tepki alacaktır.

Çelişki tam burada. ABD’ye kızan, dış politikada başarısızlığını saklamaya çalışan rejim, Kürdistan’a karşı daha tahammülsüz olacaktır. Olağan şartlarda Kürt siyasetini çek etmesi, gerçeğe gözünü kapamaktan vazgeçmesi mümkündür, ancak faşizmin aynı zamanda bir motivasyona döndüğü, yönetememe krizi yaşadığı bir momentte bu imkansız görünüyor.

1930’lar Kemalizmini devralmak, onun dilini de kuşanmaktır. ‘Kürt kökenli’ ifadesi oraya bile değil, 12 Eylül’e doğrudan atıf yapan bir kalıptır. AKP, kendi içinde ‘Kürt kökenli’ler olduğunu gururla söyler örneğin. ‘Kürt’ değil, Kürt kökenli. Yani? Yanisi şu. Toplamda herkes Türk’tür. Durum, AKP’nin yola çıktığı, vaat sıraladığı ilk yıllardaki halinden çok daha dramatiktir.

Zaman ileriye akarken AKP’nin Kürt kavrayışı tersine, çok daha eskiye saplanmıştır. Üstelik tarih 21. yüzyılın ilk çeyreğidir, dünyada Kürt milyon civarında Kürt vardır, bunların önemli bir kısmı Türkiye’de yaşamaktadır ve AKP kolektif kültürel hakları dahi reddederek rejimi ebediyen payidar kılacağını sanmaktadır.

Ümmetçiliğe mesafeli olup Turancılığa muhabbet duymak bir çıkış değildir. Esasen kolektif hakları tanımayı-iadeyi içermeyen her adım yeni bir sorun yumağına yol açacaktır. Medya illüzyonuyla oluşturulan sanal zafer havası dağılacaktır. Adalet ve özgürlük ihtiyacı-mücadelesi olduğu yerdedir. Bunlardan kaçmak imkansız.

Kürdistan’ı yol etmek, sıkıştığında askeri harekatlarla milliyetçiliği kışkırtarak iktidarını sürdürmek halklar arasında mesafe ve düşmanlığa yol açar, açıyor, toplumsal dokuyu tahrip ediyor.

İç politikada ‘barış’ talebi sınıf işbirliği çizgisidir ve kabul edilemez. Kapitalistle işçi, devletle halk arasındaki bir barış imkansızdır. Bir sömürge boyunduruğunda tutulan Kürdistan başta olmak üzere Türkiye dışındaki bütün alanlardaki askeri yönelime karşı ‘barış’ çizgisini savunmak ve bunu günlük mücadele konusu haline getirmek devrimci bir tutumdur. Aksi tutumlar, hele emekçi sol saflarda olup aksi tutum geliştirenlerin önündeki en olası istikamet Perinçek’in safkan ‘nasyonal sosyalizm’idir.