Despentes: César'lar; artık kalkıp gidiyoruz, haykırıyoruz, canınız cehenneme
Fark, erkeklerle kadınlar arasında değil. Fark, ezilenlerle ezenler arasında, fark söze zorla el koyan ve kendi kararını zorla kabul ettirmek isteyenlerle kalkıp haykırarak gidenler arasında. Politikalarınıza verilecek tek mümkün cevap bu. Bir sorun olduğunda, fazla ileri gittiğinizde; kalkıyoruz, gidiyoruz, haykırıyoruz ve size hakaret ediyoruz ve biz aşağıdakiler olsak da, boktan iktidarlarınızın tokadını yesek de, sizi aşağılıyoruz ve size sövüyoruz.
Fransız oyuncu Adèle Haenel, Roman Polanski'nin En İyi Yönetmen ödülünü kazanmasının ardından 45. César ödül törenini terk etti. Haenal, Çocuklara yönelik cinsel istismarda bulunan yönetmen Roman Polanski'nin ödül almasını "Pedofiliye tebrikler" sözleriyle tepki gösterdi.
Yazar, romancı, film yapımcısı Virginie Despentes, 3 Mart 2020'de Liberation gazetesinde "Césars: "Désormais on se lève et on se barre" başlığıyla bir yazı kaleme aldı. Despentes, "César Akademisi'nin Roman Polanski'yi 2020'nin en iyi yönetmeni seçmesinde şaşılacak bir taraf yok. Bu grotesk, aşağılayıcı, rezil bir durum, ama şaşırtıcı değil. Bir herife televizyon filmi çekmesi için 25 milyon verdiğinde, mesaj zaten o bütçede gizlidir" diye yazdı.
"Mağdurlardan sessizlik talep etmek: Sizin politikanız tam da bu" diyen Despentes, "Bu sizin iktidar alanınızın bir parçası ve bu mesajı bizde korku uyandıracak şekilde iletmekte beis görmüyorsunuz. Sapkın zevkiniz her şeyden önce geliyor. Etrafınızda yalnızca uysal uşaklara tahammül ediyorsunuz. Polanski'yi taçlandırmanızda şaşılacak hiçbir şey yok: Törenlerde kutlanan şey hep para olmuştur" sözleriyle tepkisine devam etti.
Esin İleri tarafından çevrilen Virginie Despentes'in bianet.org'ta yer alan yazısının tamamı şöyle:
ARTIK KALKIP GİDİYORUZ, HAYKIRIYORUZ, CANINIZ CEHENNEME
Söze şöyle başlayacağım: İçiniz ferah olsun, ey patronlar, şefler, kravatlılar: Zorumuza gidiyor. Her ne kadar gerçeği bilsek de, her ne kadar sizi tanısak da, her ne kadar o büyük iktidarlarınızın tokadını onlarca kez suratımızın ortasına yemiş olsak da, hâlâ zorumuza gidiyor.
Hafta sonu boyunca ağlayıp zırladınız: Yasalarınızı geçirmek için 49.3'ü (Çevirenin notu: Fransa'da, başbakanın bir yasayı parlamentoda oylanmadan geçirmesine olanak tanıyan anayasa maddesi. Yazıda, Fransız hükümetinin "emeklilik reformu" için bu maddeyi kullanacak olmasına atıfta bulunuluyor.) kullanmak zorunda kalmaktan yakınmanızı dinledik; Polanski'yi rahat rahat kutlamanıza izin vermeyip eğlencenize çomak sokmamızdan sızlanmanızı dinledik.
Ama hiç şüpheniz olmasın, bu feryadınızın altında yatan mesajı aldık: Asıl patron, gerçek kodaman sizsiniz ve buna içten içe seviniyorsunuz: Bu rıza mevhumu var ya, ondan vazgeçmeye pek niyetiniz yok. Egemenliğinizin altındakilerin rızasını kale almak gerekecekse güçlülerin kulübüne üye olmanın eğlencesi nerede kalır?
Bu güzel güç gösterinizden beri öfkeden ve güçsüzlükten ağlamak isteyen tek kişi olmadığıma eminim, ve şuna da kesinlikle eminim ki cezasızlık orijininizin gösterisi tarafından kirletilmiş olduğunu hisseden tek kişi de yine ben değilim.
César Akademisi'nin Roman Polanski'yi 2020'nin en iyi yönetmeni seçmesinde şaşılacak bir taraf yok. Bu grotesk, aşağılayıcı, rezil bir durum, ama şaşırtıcı değil. Bir herife televizyon filmi çekmesi için 25 milyon verdiğinde, mesaj zaten o bütçede gizlidir.
Antisemitizmin yükselişiyle mücadele Fransız sinemasının ilgisini çekseydi, bunu zaten görürdük. Buna karşın, yaşadıkları zulmü anlatan ezilenlerin sesinden size gına gelmiş, onu anladık.
Dolayısıyla, üç film salonunun önünde toplaşan yüz kadar feministin protestosuyla karşılaşan bir yönetmenin sorunsalıyla geçtiğimiz yüzyılın sonunda Fransız antisemitizminin kurbanı Dreyfus karşılaştırmasını duyunca hemen bu fırsatın üzerine atladınız.
Bu paralellik için yirmi beş milyon, ha? Harika. Yatırımcıları alkışlıyoruz, çünkü böyle bir bütçeyi toparlamak için herkes elini taşın altına koymuş: Gaumont dağıtım şirketi, vergi indirimleri, France 2, France 3, OCS, Canal +, RAI kanalları…
Hepsi elini cebine atmış ve cömert davranmış, bir kerecik olsun. Safları sıklaştırıyorsunuz, birbirinizi koruyorsunuz. En güçlü olanlar imtiyazlarını korumaya niyetli: Bu sizin zarafetinizin bir parçası, stilinizi oluşturan şey tecavüzün ta kendisi.
Yasa sizi koruyor, mahkemeler sizin otlağınız, medya size ait. Ve o büyük servetleriniz tam da buna yarıyor: Madun ilan edilen bedenleri kontrol altında tutmak. Susan ve hikâyeyi kendi bakış açısından anlatmayan bedenler.
Artık zenginlerin birbirlerine şu mesajı iletmesinin zamanı geldi: Bizden bekledikleri saygı, bundan böyle kanla lekelenmiş sikleri ve tecavüz ettikleri çocukların boklarını hatırlatır olacak.
Millet meclisinde ya da kültür alanında olsun – saklanmaktan, rahatsız gibi görünmekten bıktık. Eksiksiz ve daimi bir saygı bekliyorsunuz. Tecavüz için de öyle, polisin görevini kötüye kullanması için de öyle, César'lar için de öyle, emeklilik reformunuz için de öyle.
Mağdurlardan sessizlik talep etmek: Sizin politikanız tam da bu. Bu sizin iktidar alanınızın bir parçası ve bu mesajı bizde korku uyandıracak şekilde iletmekte beis görmüyorsunuz.
Sapkın zevkiniz her şeyden önce geliyor. Etrafınızda yalnızca uysal uşaklara tahammül ediyorsunuz. Polanski'yi taçlandırmanızda şaşılacak hiçbir şey yok: Törenlerde kutlanan şey hep para olmuştur, sinema kimin umurunda. İzleyici kimin umurunda.
Siz kendi parasal gücünüzü övmeye geliyorsunuz. Selam durduğunuz şey desteğinizin bir nişanesi olarak tahsis ettiğiniz koca ödeneğin ta kendisi -onun aracılığıyla asıl saygı duymamız gereken şey sizin gücünüz.
Bu tören üzerine yazılan bir yorumda cis kadın bedenleriyle cis erkek bedenlerini ayırmak gereksiz ve yersiz olur. Burada bir davranış farkı görmüyorum. Anlaşılıyor ki, büyük ödüller erkeklere mahsus olmaya devam ediyor çünkü verilen asıl mesaj şu: Hiçbir şey değişmemeli.
Düzenin bu hali zaten gayet iyi. Forresti eğlenceyi terk edip "iğrendiğini" açıkladığında, bunu bir kadın olarak yapmıyor, - bunu iş alanında düşman edinme riskini alan bir birey olarak yapıyor. O bunu, sinema endüstrisine tamamıyla boyun eğmeyen bir birey olarak yapıyor, çünkü sahne aldığı salonları boşaltamaya gücünüzün yetmeyeceğini biliyor.
O, odanın ortasındaki fille ilgili espri yapmayı göze alan tek kişi, başka kimse suya sabuna dokunmaya cesaret etmeyecektir. Ne Polanski ne de Adèle Haenel hakkında tek söz yok. Birlikte akşam yemeği yiyoruz, bu ortamın düsturu belli: Halkın bir kesiminin ses çıkarması sizi aylardır gıcık ediyor ve aylardır Adèle Haenel'in söz alıp bir çocuk oyuncu olarak başından geçenleri kendi gözünden anlatması size dert oldu.
O gece oturan tüm bedenler tek bir amaç için oraya çağrıldı: Güçlülerin mutlak iktidarını onaylamak. Ve güçlüler tecavüzcüleri sever. Yani, onlara benzeyenleri, muktedirleri severler. Onlar tecavüze rağmen ve yetenek sahibi oldukları için seviliyor değiller.
Tecavüzcü oldukları için yetenek ve stil sahibi oldukları düşünülüyor. Onlar bu nedenle seviliyor. Onlar zevklerinin, dermansız ve ötekini yok eden, aslında dokundukları her şeyi yok eden sistematik dürtülerinin sapıklığını itiraf etme cesareti gösterdikleri için seviliyorlar.
Zevkinizin kökeninde avcılık var, bu sizin yegâne üslup anlayışınız. Polanski'yi savunduğunuzda tam olarak ne yaptığınızı gayet iyi biliyorsunuz: Size, suçluluğunuza kadar hayran olmamızı talep ediyorsunuz.
Tören sırasında tüm bedenleri aynı sessizlik yasasına tabi kılan da bu taleptir. Sanki bu omerta birkaç günlük bir şeymiş gibi ve sanki feministlerin suçuymuş gibi politik doğruculuk ve toplumsal ağlar itham ediliyor, ama aslında bu düzen on yıllardır böyle devam ediyor: Fransız sinemasının törenlerinde patronların hassasiyetleriyle asla dalga geçilmiyor.
Herkes susuyor, herkes gülümsüyor.
Çocuk tecavüzcü temizlikçi olsaydı asla gözünün yaşına bakılmazdı: Polis, hapishane, esip gürlemeler, mağdurun savunulması ve umumi kınama.
Fakat tecavüzcü muktedir ise: Saygı ve dayanışma. Oyuncu seçimlerinde, hazırlık safhasında, sette ya da tanıtım sırasında neler olup bittiği hakkında asla kamuya açık yerlerde konuşulmaz. Ama anlatılır, bilinir. Herkes biliyor. Hâkim olan her zaman sessizlik yasasıdır. Çalışanlar bu talimata uygunluklarına göre seçilir.
Bütün bunları yıllardır bilsek de, gerçek şu ki, güç zehirlenmesi bizi hâlâ şaşkına çeviriyor. Güzel olan şey de bu, her defasında işe yarıyor, o iğrençliğiniz. Ödül alanları açıklamak ya da ödül almak için olsun, birbiri ardına sahneye çıkan katılımcıları görmek hâlâ aşağılayıcı.
İster istemez özdeşleşiyoruz – Bu yalnızca o zümrenin ister istemez bir parçası olan benim için değil, töreni izleyen herkes için geçerli; özdeşleşiyoruz ve temsilen aşağılanıyoruz. Bu denli sessizlik, bu denli boyun eğme, esarette bu denli ısrarcılık.
Birbirimizi takdir ediyoruz. Ölmek istiyoruz. Çünkü önünde sonunda, hepimizin bu büyük boktanlığın çalışanları olduğumuzu biliyoruz. Ve sonunda Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi'ne büyük ödüllerden hiçbiri verilmediğinde, bunun tek nedeninin Adèle Haenel'in konuşması olduğunu ve bunun başka mağdurlar başlarına gelenleri anlatarak sessizlik yasasını çiğnemeyi düşünmesinler diye bir uyarı olduğunu bilmelerine rağmen sustuklarında, biz temsilen aşağılanıyoruz.
Daha önce en iyi yönetmen ödülünü hiç almayan ve muhtemelen asla almayacak olan iki kadın yönetmeni, söz konusu ödülü Roman lanet olası Polanski'ye, sunmak için çağırmaya cesaret ettiğinizde, biz temsilen aşağılandık. Bizzat kendisi. Ta ağzımızın içinde. Kesinlikle hiçbir şeyden utanmıyorsunuz. Yirmi beş milyon, yani Sefiller'in bütçesinin on dört katından fazla harcandı, ve adam filmini yılın en çok izlenen beş filmi arasına sokmayı bile beceremedi.
Ve siz onu ödüllendiriyorsunuz. Ve ne yaptığınızı da çok iyi biliyorsunuz. Mesajı gayet iyi anlayan bir kısım izleyicinin maruz kaldığı aşağılanma bir sonraki ödülle, Sefiller'inkiyle devam ettiğinde, salondaki en savunmasız bedenleri, en ufak bir polis kontrolünden geçmenin bile kendilerini riske atmak olduğunu bildiğimiz kişileri sahneye çağırdığınızda da ne yaptığınızı çok iyi biliyorsunuz.
Aralarında kadınlar eksik olsa da, zekâlarının eksik olmadığını görüyoruz ve o akşam övülen tecavüzcünün cezasızlığı ile yaşadıkları mahallelerdeki durum arasındaki doğrudan bağlantının farkında olduklarını biliyoruz.
Cezasızlığınızın ödülünü takdim eden kadın yönetmenler, aldıkları ödül namussuzluğunuz tarafından lekelenen erkek yönetmenler – hepsi aynı. Film endüstrisindeki çalışanlar olarak, yarın çalışmak istiyorlarsa sessiz kalmak zorunda olduklarını hepsi biliyor. Ne bir şaka, ne bir iğneleme. César töreni tam da bu işte.
Ve tesadüf bu ya, verilen mesaj tüm cephelerde geçerli: İstemediğimiz için üç aydır grev yaptığımız bir emeklilik reformunu zorla geçireceksiniz. Aynı çevreden gelen, aynı insanlara yönelik, tek bir mesaj var: "Kapa çeneni, kes sesini, rızanı kıçına sok ve benimle karşılaştığında gülümse çünkü ben güçlüyüm, çünkü paranın sahibi benim, çünkü patron benim."
Yani Adèle Haenel yerinden kalktığında, onların gözünde başlı başına yürüyen bir küfre dönüştü. Herkesin gözü önünde üzerine çamur sıçratıldığında kendini gülümsemeye zorlamayan, kendi aşağılanmasının gösterisine alkış tutmayan sabıkalı bir çalışan.
Adèle ayağa kalktı; daha önce, yönetmen ve genç oyuncu hikâyesi hakkında ben böyle düşünüyorum, ben bu olayı şu şekilde yaşadım, bakın nasıl taşıyorum, nasıl derime yapıştı, demek için nasıl ayağa kalktıysa yine öyle. "İnsan ve sanatçı arasında fark vardır" safsatanız var ya - istediğiniz kadar itiraz edin, ama tecavüz edilen beden ile yaratıcı beden arasında mucizevi bir ayrım olmadığını tüm sanatçı tecavüzü mağdurları bilir. Neysek oyuz ve hepsi de bu.
Tecavüze uğrayan kızı ofis kapımın dışında bırakıp yazı yazmaya nasıl oturacağım, gelin bana bunu anlatın, sizi soytarı sürüsü.
Adèle ayağa kalktı ve oradan gitti. O 28 Şubat akşamı güzel Fransız sinema endüstrisiyle ilgili bilmediğimiz pek bir şey öğrenmedik, buna karşın gece elbisesi nasıl taşınır onu öğrendik. Bir savaşçı gibi. Yüksek topuklularla yürür gibi: Bütün binayı yıkacakmışız gibi, nasıl sırtımız dik, boynumuz öfkeden tutulmuşçasına gergin ve omuzlarımız geniş ilerliyorsak öyle işte.
Törenin kırk beş yıllık tarihindeki en güzel görüntü – oradan çıkmak için merdivenlerden inen ve sizi alkışlayan Adèle Haenel. Ve böylece hepimiz, kalkıp giden ve size söven biri nasıl oluyor onu görmüş olduk.
Bu görüntü için, bu ders için feminist kitaplığımın yüzde 80'ini veririm. Adèle seni male gaze'liyor muyum yoksa female gaze'liyor muyum bilmiyorum ama o gece için seni telefonumdan arka arkaya love gaze'liyorum.
Bedenin, gözlerin, sırtın, sesin, hareketlerin her şeyi söylüyordu: Evet kaltaklar biziz, aşağılananlar biziz, evet çenemizi kapatalım, köteğinizi yiyip oturalım istiyorsunuz, patron sizsiniz, güç ve onla beraber gelen kibir de sizde var ama biz hiçbir şey söylemeden öylece oturmayacağız.
Size saygı duymayacağız. Biz gidiyoruz. Kendi aranızda saçmalamaya devam edin. Kendi kendinizi kutlayın, birbirinizi rezil edin, öldürün, tecavüz edin, sömürün, düzebildiğinizi düzün. Biz kalkıp gidiyoruz. Bu muhtemelen gelecek günlerinin alâmeti.
Fark, erkeklerle kadınlar arasında değil. Fark, ezilenlerle ezenler arasında, fark söze zorla el koyan ve kendi kararını zorla kabul ettirmek isteyenlerle kalkıp haykırarak gidenler arasında. Politikalarınıza verilecek tek mümkün cevap bu. Bir sorun olduğunda, fazla ileri gittiğinizde; kalkıyoruz, gidiyoruz, haykırıyoruz ve size hakaret ediyoruz ve biz aşağıdakiler olsak da, boktan iktidarlarınızın tokadını yesek de, sizi aşağılıyoruz ve size sövüyoruz.
Saygınlık taslamanız bizde hiç saygı uyandırmıyor. İğrenç bir dünyanız var. En güçlüye duyduğunuz sevgi sapkınca.
Gücünüz meşum bir güç.
Uğursuz ahmaklar sürüsü sizi.
Kendiniz çalıp oynayasınız diye bir dünya kurdunuz ve orada nefes almak mümkün değil. Kalkıyoruz ve gidiyoruz.
Bitti.
Kalkıyoruz. Gidiyoruz. Haykırıyoruz. Canınız cehenneme.