23 Kasım 2024 Cumartesi

Deniz Boran yazdı | İngiltere'nin Ruanda'ya göçmen ihracatı inadı

Britanya göçmen-mültecilik politikasında "yeni bir burjuva" çözümün "öncülüğünü" yapıyor. Bu "öncülük" atfedilen bir sorumluluk da aynı zamanda. AB'nin sınırlayıcı yasalarından "sıyrılmış", görece özerk politik yapısı ve dünya ilişkileriyle avantajlı bir ülke Birleşik Krallık.

Britanya'nın Ruanda'yı bir göçmen nüfus bölgesi olarak işlevlendirme, "illegal yollar"la Britanya'ya ulaşıp iltica eden mültecileri "gönderme" planı, bir dönemdir gündemde. 2022'deki uygulama kararı direniş sonucunda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin müdahalesi ile rafa kaldırılmıştı. Ne var ki plan, Muhafazakar Parti'nin temel gündemi olmaya devam etti. Ruanda'nın bir çırpıda güvenli ülke ilan edilmesiyle uygulama yasası meclislerden geçti ve Kral Charles'ın imzası ile de yürürlüğe girmiş oldu.

Hatta ilk mülteci "gönüllü" olarak Ruanda'ya "uçmayı" kabul etti.

Peki bu kararda ısrarın nedeni nedir?

HÜKÜMET KRİZİ
Her şeyden önce belirtmek gerekir ki, Muhafazakar Parti hükümeti krizde. Dönem içerisinde Boris Johnson liderliğinde başlayan hükümet süreci, iki başbakan, sayısız İçişleri Bakanı ve bakan tüketti. Her biri "önceki"nin yıkımını devraldı, kabinede kapsamlı değişiklikler ile işe başladı, fakat "aynı gündemleri" aşamadığından kendisini aynı girdabın içinde buldu. Bu koşullar en son İngiliz burjuvazisinin genç gözdelerinden, önümüzdeki yıllarda işlevli olacağı öngörülen Suella Braverman'ı da istifaya zorladı, siyaseti "bırakmış" David Cameron'u yeniden kabinede göreve çağırdı.

Pandemi, kapitalizmin çelişkilerini, yapısal çıkmazlarını şiddetlendirdi. Koronavirüs krizi, emperyalist küreselleşme evresindeki bu "olağanüstü dönem", ekonomik krizler, mali krizler, ekolojik krizler, gıda krizleri, savaş krizleri, enerji krizleri, salgın krizleri, göç krizleri çeşitliliğinde, belki de kapitalizmin varoluşsal krizine özgü bir "olağanlık" başlangıcı teşkil etti.

Ukrayna savaşı da emperyalistler arası bloklaşmayı derinleştirdi. Batılı emperyalist devletler, özelde de ABD-Britanya öncülüğünde NATO, savaş kışkırtıcılığıyla öne çıktı. Batılı emperyalist devletler burjuva demokratik yasaları tırpanlamaya ve zora dayalı yönetim biçimlerine yönelmeye devam ettiler. Yeni faşist hareketler, bu koşullar altında bu "sertleşme ve kaotikleşmenin" sonucu, ama aynı zamanda etkeni olarak gelişiyor. Bilhassa Batılı kapitalist ülkelerde, yaşam standartlarındaki kayıpların faturasını göçmenlere ve mültecilere kesen, ücretlerin düşmesinin, işlerin yitirilmesinin, sokaklarda çeteleşmenin boy vermesinin sorumluluğunu yoksul göçmen ve mültecilere yükleyen ırkçı-şoven zemindeki egemen ideolojik bilinç, kolayca taban buluyor. Öyle ki, Belarus-Polonya veya Fas-İspanya sınırlarındaki, Ege veya Akdeniz'deki kitlesel kırımlardan kurtulup yollarına devam edebilen Asyalı, Afrikalı, Ortadoğulu mülteciler, Batı Avrupa ülkelerinde çok geçmeden ırkçı faşist saldırganlığın hedefi oluyorlar. Yeni faşist hareketler tipik olarak, işini kaybetme korkusundan beslenen mülteci düşmanlığıyla yelkenlerini şişiriyor.

Emperyalist devletlerin ve hükümetlerinin mülteci ve göçmenlik politikalarını şekillendiren de bu koşullardır.

"Emperyalizmin sömürgeci ve burjuvazinin ulus devletçi yapısına bağlı eşitsizlik ve ayrımcılık, göçmenlerin ebedi kaderidir. Ne var ki belli dönemlerde ayrımcılık ve eşitsizlik yerini özel saldırılara bırakır [...] Kapitalizmin yapısal krizi koşullarında burjuva devletlerin en 'demokratikleri' bile 'sosyal içeriğini' tasfiye ederek çıplak bir zor aygıtı olarak işçi sınıfı ve ezilenlerin önüne çıkarken 'kendi koydukları yasaları' çiğneyerek, insan hakları ve anayasal özgürlüklere saldırarak 'faşistleşme' eğilimine girdiler. Bu eğilim kuşkusuz eşitsiz yaşam bulur ve en gerici hükümetler ve yönetim biçimleri 'örnek' yoluyla önayak olurlar. Başta siyasi sığınmacılar olmak üzere göçmenlerin emperyalistlerin yeni sömürgelerine 'ihracatı' işte tam da böyle bir uygulamadır."*

Ruanda planı, göçmenlik ve mültecilik politikasında BM ve Birleşik Krallık bakımından daha belirleyici AB ölçütlerini "aşan" bir yasal uygulama. Bu tipten gerici uygulamalar, "mevcut kendi yasa ve yasalar sistemi, onu yönlendiren genel ölçütleri kırarak" yaşam bulabilir. Bu bakımdan sancılı süreçleri "içerir". Zira BM-AB ölçütleriyle "uyumsuzluğu" önceki dönemde AİHM'in hak ihlali kararında somutlaşmıştı.

Önceki dönem ırkçı-faşist İçişleri Bakanı Braverman'ın istifa mektubu, bu "iç sancı"yı çarpıcı biçimde göz önüne sermişti. Filistin ile dayanışma eylemlerine azgın saldırganlığı nedeniyle istifaya zorlanan Braverman, mektubunda "Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin (AİHS) ve diğer uluslararası yasal anlaşmaların İngiltere'nin sığınma kanununun kapsamı dışında tutulmasını sağlayacak mevzuatın yerine getirilmesi" koşuluyla Rishi Sunak'ın başbakanlığını desteklediğini "ifşa"lamıştı. Sunak ile başbakanlık koltuğu için yaptıkları pazarlığı açıkça belirten Suella Braverman, mektubunda Sunak'ın İngiltere'ye liderlik etmeye uygun olmadığını öne sürmekle kalmayıp onu "ihanet, ikiyüzlülük ve zayıflıkla" suçladı. Anlaşılacağı üzere burjuvazi, Britanya örneğinde olduğu gibi her zamankinden çok "kendi çocuklarını yiyor", burjuva politikacı "tüketiyor". Ve önümüzdeki genel seçimlerde Muhafazakar Parti'nin 2010 yılından bu yana en ağır yenilgisi bekleniyor.

Hükümet dönemi boyunca, üç başbakanı ve kabineleri de belirleyen politik çizgi sürekliliğinin ifadesi Ruanda planı oldu. En geç Ocak 2025'de düzenlenecek genel seçimlerden önce planı uygulamak hem bir burjuva prestij sorunu olarak Muhafazakar Parti hükümetinin gündeminde, hem de genel seçimler öncesi parti kitlesinin konsolidasyonu, kitlelerin sağcı mobilizasyonu bakımından "hayati".

İnadı politik ve hükümet krizinin aşılması bakımından stratejik.

RUANDA MODELİ: GÖÇMEN İHRACATI
Salt Muhafazakar Parti'nin krizi bakımından değil, emperyalist küreselleşme kapitalizminin yapısal bir çıkmazına dönüşen göçmen-mülteci krizinin aşılması bakımından da "göçmen ihracatı"nın yolunun açılması genel bir eğilim olarak öne çıkıyor.

Britanya göçmen-mültecilik politikasında "yeni bir burjuva" çözümün "öncülüğünü" yapıyor bu bakımdan. Bu "öncülük" atfedilen bir sorumluluk da aynı zamanda. AB'nin sınırlayıcı yasalarından "sıyrılmış", görece özerk politik yapısı ve dünya ilişkileriyle avantajlı bir ülke Birleşik Krallık.

Emperyalist küreselleşme kapitalizmiyle yapısallaşan kitlesel göç hareketleri, salt AB gibi bölgesel entegrasyonların sınır savunmaları ile Türkiye ve Kuzey Afrika ülkeleri gibi "çevre ülkelerin" göçmen nüfus bölgeleri olarak işlevlendirilmeleri ile önlenemiyor. "Kale"yi aşıp hedefledikleri ülkeye ulaşan mülteciler bu yolla o ülkenin uygun gördüğü bir "üçüncü güvenli ülke"ye gönderilip iltica süreci orada tamamlanacak. Hatta iltica talebi kabul edildiği durumda da "geri getirilmeyecek", orada "yaşamını kuracak". Emperyalistler, kendi işgücü ihtiyacına bağlı olarak "getireceği" mültecileri seçebilecek.

Derinleşen emperyalist bloklaşma ve yeniden paylaşım koşullarında bu model ve ilişki, aynı zamanda yeni sömürgeleştirmeyi de derinleştirecek, doğrudan bağımlılığı katmerleştirecek "yeni tipten koloni" rolü oynayacak.*

DİRENİŞ
Ve yasa uygulamaya girdi: Bir mülteci Ruanda'ya gitmeyi 3 bin Pound karşılığında kabul etti ve "uçağı kalktı". 

İngiliz burjuvazisinin yönetme deneyimi ve kültürü güçlü bir tarihsel birikime dayanır ve eğilim olarak "uzlaştırıcı"dır. Gönüllü "gidiş"le yolu açma, direnişi kırmayı öne çekmiş görünüyor Sunak kabinesi. Fakat "ilk gözaltılar" ve bekletme kamplarına yerleştirmeler ile "sopayı da gösteriyor".

Bu tipten gerici bir politikanın "gönüllülük" temelinde genelleşemeyeceği ortada. Dolayısıyla her şeyden önce "ilk uçuş" şokunu "gönüllüler" ile atlatma, alıştırma, daha sonrasında "zor" ile de uygulamayı genelleştirmesi temel olası taktik plan.

Göçmenlik-mültecilik politikalarında büyük bir "geriye sıçrama" ve yeni faşist dalganın önemli bir halkası işlevini görecek Ruanda modelinin yenilgiye uğratılması, genelleşip "normalleşmesi"nin engellenilmesi mülteci ve göçmenlerin haklarının, siyasi sığınma hakkının savunulmasının öncelikli görevidir.

Bütün koşullar ve Batılı burjuva devletlerin politikaları göçmen ve mültecileri devlet-halk çelişkisinin önemli bir toplumsal dinamiği yapıyor ve politik bakımdan da mülteci-göçmen düşmanı burjuva devletlere karşı saflaştırıyor. "Her şeyini geride bırakmış" ve kaygıları dışında kaybedecek hiçbir şeyi kalmayan mülteci ve göçmen emekçilerin yaşam hakları için giriştiği ve girişeceği bu mücadele ancak bütün toplumsal mücadele odaklarının, Britanya proletaryası ve ezilenlerinin, farklı uluslardan göçmenlerin birleşik mücadelesi sonucu, fiili meşru yolla kazanılabilir.

Bu birleşik direnişin burjuvazinin saflarında oluşturacağı "çıkışsızlık" Batı'da, Britanya'da ezilenler saflarında büyük bir "ileriye sıçrayışın" koşullarını yaratır.

*Ruanda Planı'nın arka planı, Britanya-Ruanda ilişkileri ışığında Ruanda modelinin içeriği için bkz. Deniz Boran, Göçmen ihracatı ve göçmen nüfus bölgeleri