20 Eylül 2024 Cuma

Deniz Asîman yazdı | Erkek egemen sanata isyanın adı Jîla Huseynî

Jîla, ilk dönemde daha çok aşık olmak isteyen genç bir kızın saflığı ile şiirler yazar. Sonraki yıllarda yaşadığı tutsaklığın etkisiyle şiirlerinde erkek egemen toplumun dayattığı namus anlayışını sorgular. İtiraz ve isyan önce şiirinde oluşur, sonrasında yaşamında somutlaşır. Gelenekçi, kadını edebiyatta hiçe sayan yaklaşımlara karşı kadının dili ve duygusunu öne çıkarır, kendi etik ve estetiğini oluşturur. Şiirinde en çok da sesi duyulmayan, suskunluğa mahkum edilen kadınlara ses olur.

Yazının icadı erkek egemenliğinin inşasıyla aynı zamana rastlar. Fakat kadınların bu alandaki direniş ve var oluşu; mesela yazıyı bulan Sümerler'de hesap, bilgi, yazı tanrıçaları, Antik Yunan'da hikmet/bilgelik, zeka vb. tanrıçaları olmasından da görüldüğü gibi belirgin şekilde sürmüştür. Süreç içinde kadın, yaşamın ve yazının dışına itildikçe direnişini sesle, sözle işlemiştir. Sözlü edebiyatın ustalarıdır kadınlar. Dengbej, masal, ninni, stran, mani ve ille de ağıt kadınlarla özdeşleşmiştir.

Bunların bir ortak yanı da şiirsel olmalarıdır; belli bir ritmi, ses aralıkları, uyakları, hece ve kafiye ölçüleri vb. vardır. Kadının şiirle ilişkisi bunca eskidir. Erkek egemenliğince dört duvar arasına ve dilsizliğe hapsedilmek istenen kadının dili, sesi, kaydı, itirazı ve isyanıdır da şiir. Ancak, edebiyatın da erkek egemen bir alan olması, erkeklerin bu alanda sadece sayısal olarak çok olması değil, tüm normları, ölçüleri belirlemeleri, hegemonya ve otorite olmaları da demek olduğundan, kadın edebiyatçıları ve eserlerini yok saymak, görmezden gelmek, dışlamak, değersizleştirmekle kalmamış, "#uykularınızkaçsın" ifşa kampanyasında görüldüğü gibi taciz etmiş, varlığını ısrarla inşa eden kadınları hedef göstermiş, linç etmişlerdir. Bu nedenlerle, ilk zamanlar, birçok kadın edebiyatçı, eserlerini kendi isimleriyle değil erkek ismiyle yayınlatmak zorunda kalmıştır.

Şiir ve şair kelimeleri, Arapçada şuur ve şiar kelimeleri ile aynı kökten gelir; ideal sahibi, ilke sahibi olmayı, bilinçliliği tanımlar. Eski Yunancada ise şiir poiesistir; ki bu kelime, aynı zamanda "yaratım", şair de poietes yani "yaratıcı" demektir. Bugün artık çok net biliyoruz ki, insanlığın ilk aletleri yani ilk "yaratılar" kadınların eseridir. Ancak, cinsiyetçi rol dağıtımında, tanrısallıkla da özdeşleştirilen yaratma, akıl, bilinç gerektiren yüksek nitelikli tüm işler ve meziyetler erkeğe atfedilmiştir. Kadına ise iyi bir evlat-eş-anne ve erkeğin hakimiyetinde ve hizmetinde figüranlık verilmiştir. Erkekler gerçek hayatta nesneleştirdikleri kadından şiirlerinde bolca söz etmiş, kadını tariflemişlerdir. Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda kitabında, bu ikiyüzlülüğü özetler: "Düşsel planda kadın son derece önemlidir. Gerçek yaşamda ise tümüyle önemsiz. Şiiri bir baştan öbür başa kaplar; tarihte hiç görülmez. Kurmaca yazında kralların ve fetihlerin yaşamlarına hükmeder; gerçek yaşamda ailesinin parmağına bir yüzük geçirdiği herhangi bir oğlanın kölesidir. Kurmaca yazında en esin dolu sözler, en derin düşünceler onun dudaklarından dökülür; günlük yaşamda hemen hemen hiç okuyup yazmaz ve kocasının malıdır."

Bilinir ki erkek egemenliği asla yalnız yürümez, her türlü gericilik gibi milliyetçilikle de kol kola, omuz omuzadır. Bu nedenledir ki öteki sayılan sınıf, mezhep, ırk ve ulustan kadın edebiyatçılar da daha bir unutturulur, hatırlanmaz, yok sayılır.

Jîla, 1964 yılında Doğu Kürdistan'ın Seqiz kentinde dünyaya gelir. Güney Kürdistan sınırına yakın Seqiz, eski bir Med şehridir. Zagros dağlarının kuzey ucunda Zarinê Rud nehrinin kenarında uzanır. Ortadoğu'nun ve bütün insanlığın ilk kadın devrimine beşiklik etmiştir, bu dağlar ve topraklar. Bereket, savaş ve su tanrıçası Anahita'nın kadınları koruduğu mekanlardır. Tanrıçalarla tanrıların büyük savaşlar verdiği diyarlardır. Ama ana tanrıçanın diyarları işgal altındadır. Kadınsa esir. Elleri kolları zincirli ama ruhu değil, kalbi asla…

Ailesi aydın özelliklere sahip ve edebiyatla ilgili. Şeyh olan dedesi aynı zamanda şair ve hattat. Babası ise hakim. Jîla'nın edebiyata büyük ilgisi ilk önce babasının kütüphanesinde şekillenir, okulda da hocaları tarafından fark edilir. Babası Mehran Huseynî'nin zengin kütüphanesindeki eserler Jîla'nın özgür ruhunu çeker. Çocukluğundan itibaren her boş vaktini burada geçirir. Sararmış sayfalara dokundurarak parmak uçlarını bütün kalbi, ruhu, aklı ve benliği ile hakikati bulmaya çalışır. Burası onun için büyülü bir mekandır.

Ailesi her ne kadar aydın özelliklere sahip olsa da söz konusu olan kadınsa feodalizmin ve cinsiyetçiliğin kalıplarının ötesine geçmezler. Jîla, bu toplumsal ağ içinde bir araçtır, bir maldır, bir eşyadır. Henüz 15 yaşındayken babasının amca oğlu ile evlendirilir. Kendisine sorulmaz. O, ne de olsa irade sahibi, hayatının öznesi değildir. Karşı çıksa namus denilecek. Kaçsa ahlaksızlıkla suçlanacak. Oysa ahlaksız olan, 15 yaşındaki bir çocuğun kendisinden yaşça büyük akrabasıyla kendi istemi ve iradesi dışında evlendirilmesi, böylece mutsuzluğa ve köleci bir hayata mahkum edilmesiydi. Ahlaksız olan, henüz çocuk olan ve yolunu bulma arayışında olan Jîla'nın arayışının önüne set vurulması, geleceğinin nasıl biçim alacağına onun yerine, ona rağmen başkaları tarafından karar verilmesiydi. Oysa o babasının kütüphanesinde hakkında okuduğu tutkuyu, aşkı, özgürlüğü yaşayacaktı daha. Şimdi ise bütün bunlardan mahrum bir hayata mahkum ediliyordu. Kendisi için öngörülen eş ve ev kadını hayatına…

Evlendirildiği sene şiir yazmaya başlar. Şiir onun esaret altındaki hayatında bir sığınaktır. İtirazlarını, isyanlarını, isteklerini şiir yoluyla ifadeye kavuşturur. Evlilik, suskunluğa mahkumiyettir aynı zamanda. Bir tek edebiyat güç verir umutlarına, korkularına, duygularına. Bir de kızı Bihar Zohre. Şiir dünyasında özgürlüğünü bulur. Orada bir eş veya anne değil, sadece kadındır. Yaşamının öznesidir. Sesin sahibidir. Şiirinde örtünmek, saklanmak, gizlenmek, konuşmak için izin almak zorunda değil, yüksek sesle konuşabiliyor. Şiirinde tabu yok, özünde ahlaksızlık olan ahlak yok, namus yok. Şiirinde sadece kendisi var, kadın var, bütün duygu ve düşünceleri, umut ve hayalleriyle.

İSYANIN ETİĞİ VE ESTETİĞİ
Jîla, iradesi güçlü bir kadındır. Evliliği önleyemediyse de kendisinden yaşça büyük Vefa Huseynî ile daha fazla yaşamak istemez. 20 yaşındayken boşanmak ister. 1980'li yılların Doğu Kürdistan'ı açısından genç bir kadının, babasının amca oğlundan boşanmak istemesi, ailesi -daha doğrusu babası- tarafından kendisi için uygun görülen hayata itiraz etmesi basit bir şey değildir. Fakat Jîla, kadere teslim olmayı kabul etmeyen bir kadındır. Eşinden ayrılır.

Bu kez hayatı nasıl yaşayacağına kendisi karar verecektir. Seqiz'de kitabevlerine gider, edebiyat ve politik konuların tartışıldığı ortamlara katılır. Bu etkinliklerin birinde, 1991'de Şahrez Nusodî ile tanışır. Aşık olur ve bu kez kendi isteğiyle evlenmeye karar verir. İki çocukları olur. Erkek çocuğuna Remîn, kız çocuğuna Jîna adını verirler. Bu evliliğinde Jîla, şair olarak varlığını sürdürebilir. Şiir yazmaya devam eder. Ayrıca çocuklar için hikayeler kaleme alır.

Şiirlerinden çok etkilendiği Silêmanîli (Süleymaniye) büyük şair Şêrko Bêkes'in 1996'da Tahran'a geleceğini büyük bir heyecanla öğrenen Jîla, şairi karşılamaya karar verir. On aylık kızı Jîna'yı da yanına alarak yola çıkar. Ancak, Seqiz yakınlarında trafik kazası geçirir. Kızıyla birlikte hayatını kaybeder. Henüz 32 yaşındadır.

Jîla Huseynî ilk şiirlerini ağırlıkla Farsça yazar. İlk el yazması olan "Ber Bayê Çû"daki yazıları da Farsçadır. Bu ilk çalışmasını yayınlamak istemez. 1984-‘85'te Seqiz radyosunda "Biz ve Dinleyiciler" adlı Kürtçe bir program yapar. Bu program başladıktan sonra şiir ve öykülerini Kürtçe yazmaya başlar. Ve giderek daha fazla Kürt edebiyat ortamına girer. Bunun sonucu olarak Sinê Mewlewî Edebiyat Meclisi'nin kuruluşunda yer alır.

Jîla ilk dönemde daha çok aşık olmak isteyen genç bir kızın saflığı ile şiirler yazar. Ancak sonraki yıllarda yaşadığı tutsaklığın etkisiyle şiirlerinde erkek egemen toplumun dayattığı namus anlayışını sorgular. İtiraz ve isyan önce şiirinde oluşur, sonrasında yaşamında somutlaşır. Gelenekçi, kadını edebiyatta hiçe sayan yaklaşımlara karşı kadının dili ve duygusunu öne çıkarır, kendi etik ve estetiğini oluşturur.

"Candır/mücadele yaşamdır/itiraz edersen/yücelirsin/sessiz kalırsan/melekler gider/melekler gider."

Ölümünden bir yıl önce, ilk şiir kitabı Geşey Evîn yayınlanır. Ölümünden iki yıl sonra ikinci kitabı Qelay Raz adıyla basılır. Qelay Raz'da şiirlerinin yanı sıra bazı öyküleri de yayınlanır. Ayrıca henüz yayınlanmamış çocuk şiirleri de bulunuyor. 2006 yılında Avesta Yayınları Mirina Rojê (Güneşin Ölümü) adıyla bir seçkisini Kürtçenin Kurmancî lehçesinde basar. Ölümünden 10 yıl sonra basılan bu kitabın önsözünü yazan Şêrko Bêkes, Jîla Huseynî'yi "Ülkemin doğusunun kalbindeki mum ışığı" diye tanımlar ve şöyle der: "Jîla, şiir ile açıldı ve yazdı. Çünkü şiirde aşkı, barışı ve Kürdistan'ın çocuklarının gizlerini ve bütün dünyayı gördü. (…) Ben onu mektuplarından yakından biliyorum; şiir aşktı, Jîla da maşuktu." Bêkes ayrıca şunları ekler: "Toprak özgürlüğü, kadın özgürlüğü, sözün özgürlüğü için aşk neredeyse o da oradaydı."

ADSIZ KADINLARA ŞİİRLE SES OLMAK
Jîla Huseynî, şiirinde en çok da sesi duyulmayan, suskunluğa mahkum edilen kadınlara ses olur. En çok onların acılarını hisseder. Örneğin, "hiç kimsenin, bir kez bile mezarına gitmediği kızın hatırasına" yazdığı Gora Bê Naz (Cilvesiz Mezar) şiirinde şöyle der: "Ey aşina/Beni tanımıyor musun?/Ben de senin gibi/Ağlayış ülkesindeyim/Sevgilinin gem ve gözyaşıyım/Yalnızlık diyarından/Yüreğim sıkkın/Aklım yitik/Kara bir sevda." Mezarına bir kez olsun kimsenin uğramadığı -çünkü büyük ihtimalle geleneksel toplum tarafından ayıplanan bir ölümdür, ya "töre"ye karşı gelip ölümle cezalandırılmış ya da intiharı seçmiştir- kızın mezarında yalnızlığını, dışlanmışlığını anlatarak şiiriyle ölümsüzleştirir. Töreye karşı çıkar, onu yalnızlığından kurtarır.

Yine Sîne'de bedenini ateşe veren Meryem Ruhî adlı kadının anısına Eşqa Agir (Ateşin Aşkı) şiirini kaleme alır. Bu şiirinden de genç yaşına rağmen sahip olduğu kadın duyarlılığı anlaşılıyor. Yine bu tarz şiirleri hem estetik hem de etik açıdan yaşadığı olgunlaşmayı gözler önüne seriyor. Rojhilat kadınının yaşadıklarını derinden hisseder ve bir yanıt olmaya çalışır. İsimsiz kadınlara isim vermeye, onların çığlığına ses olmaya çalışır. Şiir yoluyla sadece kendi tepkisini ortaya koymakla yetinmez, toplumsal duyarlılık yaratmaya çalışır. "Büyük utanmazlık/O kadar fazlaydı ki/Tahammülü aşmıştı/Harman yeri bir gül koymuştu kucağına/Sıkı sıkı sarıldı/Tüm zerreleriyle/O narin yaprakları öptü/İpekli tenini/Büyük öpücükler kapladı/Coşkulu bir semaya başladılar/İnce varoluşu/Yeryüzünün çiçeklerinin/Mahsunlaştı/Bir bülbül bir türküyü/Gamla dolu söyledi/Tüm eski keder ve hüzünler/Bir anda dirildi/O zaman şiirlerimin/Yayıldığı zamanlardı."

Rojhilat'taki veya Soranîce bilen okurlar için Jîla Huseynî bilinmeyen bir isim olmayabilir. Elbette ki ölümünden 10 yıl sonra 23 şiirinden oluşan bir kitabın Kurmancî olarak basılması önemli. Aynı şekilde Doğu Kürdistanlı sinemacı Şirin Cihani'nin Jîla'nın hayatını belgesele konu etmesi de. Ancak daha fazlasına ulaşamıyor olmamız, hayatının ve eserlerinin hakkının verilmeyişi büyük kayıp. Keşke bütün şiirleri sadece Kurmancî değil, başka dillere de tercüme edilip yayımlansaydı. Keşke hayatını, yaşadığı çelişkileri, verdiği mücadeleyi, sanatını yansıtacak daha kapsamlı çalışmalar olsaydı. Çünkü Jîla da şair olarak sadece bir birey değil, aynı zamanda bir dönemin, Rojhilat kadınının sesi. Şiirinde sadece kendi hayatını değil, hemcinslerinin duygu ve düşüncelerini, acı ve sevinçlerini yansıtır. Çünkü kadın duyarlılığı ve bilincine sahiptir. Şiirleri bunu çok somut gösteriyor. Jinelojinin bir görevi de yakın tarihimizde gizli kalan bu kadın şairlerimizi yeniden keşfedip seslerini bugüne ve yarına kavuşturmanın yollarını bulmaktır. Hayat hikayelerinin hakkını ancak o zaman verebiliriz.