GÜNCEL
Bülent Şık Mutfaktaki Kimyacı, gıda, iklim, ekoloji ve kapitalizm
"Dünyada bir yıl içinde üretilen gıda miktarı 10 milyar insanı beslemeye yetiyor. Ama bu yıllardır dile getirilen bir tespit ve dünyadaki açlık sorununu bu üretilen gıdayı dağıtarak çözemeyeceğimiz de aşikâr. Kim dağıtacak, nasıl dağıtacak gibi sorunlardan öte; dünyadaki kapitalist gıda sistemi üretim miktarı için olduğu kadar tüketilen gıda miktarı için de sürekli eşitsizlik yaratılmasına bağlı. Sadece ülkeler arası bir eşitsizlik değil aynı ülke içinde de gözlenebilecek bir eşitsizlik bu. Gıdayı bir meta olarak gören, insanların kendine yeterliliğini tahrip ederek gıda üretim-tüketim süreçlerini şirketlerin kontrolüne alan bir sistem bu."
Bülent Şık, 2015 7 Haziran seçimleri sonrası "çözüm süreci"nin rafa kaldırılması ile başlayan savaş ve saldırı sürecine karşı Sur Cizre gibi yerlerde yaşanan katliamların durdurulmasını isteyen ve devleti yeniden barış masasına dönmeye çağıran "bu suça ortak olmayacağız" adıyla yayınlanan, barış çağrısının imzacılarından biri olduğu için KHK ile ihraç edildi. Gastronomi ve Mutfak Sanatları Bölümünde öğretim üyeliği yaparken Akdeniz üniversitesindeki görevinden ihraç edilen Yrd. Doç. Dr. Bülent Şık'a, Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan "Türkiye'yi kanser eden ürünleri devlet gizledi, biz açıklıyoruz! İşte zehir listesi" başlıklı yazı dizisi nedeniyle soruşturma açıldı. Son aylarda gıda güvenliği, halk sağlığı ile ilişkisi tartışılan konu başlıklarından biri oldu. Gıda güvenliği ile ilgili "Mutfaktaki Kimyacı" kitabının yazarı Bülent Şık'la kitabı vesilesiyle gıda güvenliği, gıdada yaşanan sorunları ve neler yapılabileceğini konuştuk.
"Bilgi çağı"ndayız güya ama pek çok konuda en temel sorun bilgiye erişim. Gıdada da öyle. Her gün tükettiğimiz gıdalar ne kadar insan/doğa sağlığına uygun özellikler taşıyor, ne kadar besleyici bilmiyoruz. Etiketlerde yazılanlara da güvenmiyoruz. Her gün herhangi bir gıdadaki zararlı kimyasal kullanımı ile ilgili bir haberle karşılaşabiliyoruz. Öyle ki, en temel gıda ürünlerinin de ilaçlar gibi prospektüsle satılmasını gerektiren bir durum sözkonusu. Gerçekten böyle mi, biz mi evham ediyoruz? Türkiye'de gıda güvenliği ne durumda?
İçinde olduğumuz politik atmosfer bu soruya olumlu bir yanıt vermeyi mümkün kılmıyor. Gıda güvenliği konusu zaten geçmişte de pek öyle önemsenen bir konu değildi. Ama hiç bu kadar kötü bir noktaya da gerilememiştik. Ülkemizde az buçuk işleyen hukuk düzeni öyle ağır bir şekilde tahrip oldu ki geçtim gıda güvenliğini sağlamaktan bir toplum olarak uzun vadede ayakta kalabilecek miyiz ondan bile emin değilim. Kamu yararına, halk sağlığına, doğal hayata yönelik 1980'li yıllardan başlayan ve AKP iktidarı ile derinleşen, yaygınlaşan öyle güçlü bir saldırı var ki bu toplumun, içindeki bütün bileşenleri ile bir arada yaşamasını mümkün kılan varoluş zemini ne yazık ki çok aşındırıldı. Doğal hayattan, ormanlara, su varlıklarından tarımsal üretim kapasitesine gıda ve beslenme ile ilgili güvenceyi ve yeterliliği sağlayan ekolojik zemin çok zarar gördü. Gıda güvencesi ve güvenliği ile ilgili asli sorunların önümüzdeki zaman diliminde daha da derinleşeceğini göreceğiz; derinleşecek çünkü yapılması gerekenler bilinmesine rağmen bunları yapacak bir siyasal ortam yok Türkiye'de. Sadece iktidar bloğu da değil; muhalefet de bunca yıkımdan sonra ne yapılması, nereden başlanması gerektiğini bilemez halde. Dahası bu yıkımda muhalefetin de bir payı olduğunu düşünenlerdenim.
Sadece sorunları dile getiren biri olmak istemem. Gıda güvencesi ve güvenliğini sağlamak mümkündür; içinde olduğumuz şartlarda zor bir iştir ama yapılabilir. İşin aslı iklim krizi nedeniyle öyle ağır sorunlarla yüz yüze kalacağız ki ya gıda ve beslenme ile ilgili sorunları kamusal bir perspektifle tekrar ele alıp, geçtiğimiz 30-40 yıllık tahribatı onaracağız ya da bu toplum darmadağın olacak. İç çatışmalarını çözmüş, hukuk düzenini adil bir çerçeveye kavuşturmuş, kamusal bir bakış açısıyla kurumlarını işler kılmış bir toplumsal hayatı yeniden oluşturmaya çabalamaktan başka bir şansımız yok. Bu değişimi sağlamadan gıda zehirlenmelerinden şarbon salgınına, gıdalardaki zehirli kimyasal madde kalıntılarından bir çığ gibi büyüyen obezite sorununa kadar gıda güvencesi ve güvenliği ile ilgili sorunlara çözüm bulmamız olanaksızdır. Ama dediğim gibi çözülebilir sorunlar bunlar.
Bir de sizin de mutlaka fark ettiğiniz gibi insanlar sağlıklı gıda ve beslenme konusunda inisiyatifler almaya, kendi ihtiyaçlarını karşılamak için işbirlikleri oluşturmaya çok hevesliler. Gıda toplulukları, kooperatifler, ekolojik tarımı destekleyici alımlar yapan çeşitli tüketici grupları, topluluk destekli tarım oluşumları, tohum takas ağları vs. gibi resmi bir statüsü olmayan, irili ufaklı pek çok yapı var. Bu faaliyetler politika yapmak olarak görülmeyebiliyor üstelik ama gündelik hayatta yüz yüze olduğumuz sorunlara ekolojik ve kamucu bir bakış açısıyla oluşturulan böylesi her girişimi politik bir imkan, bir umut ışığı olarak görüyorum.
Worldometers'ten1 dünyada bir milyara yakın aç insanın buna karşılık iki milyardan fazla da aşırı kilolu ve obez insanın yaşadığını öğreniyoruz. Açlık da obezite de –tek başına olmasa da- gıda sorunu/krizi ile ilgili. Dünyadaki açlık, gerçekten de yeterli üretimin olmamasından mı kaynaklanıyor? Yeterli gıdaya ulaşmak bir sorun, ulaşılan gıdanın "temiz" olması başka bir sorun mu?
Dünyada bir yıl içinde üretilen gıda miktarı 10 milyar insanı beslemeye yetiyor. Ama bu yıllardır dile getirilen bir tespit ve dünyadaki açlık sorununu bu üretilen gıdayı dağıtarak çözemeyeceğimiz de aşikâr. Kim dağıtacak, nasıl dağıtacak gibi sorunlardan öte; dünyadaki kapitalist gıda sistemi üretim miktarı için olduğu kadar tüketilen gıda miktarı için de sürekli eşitsizlik yaratılmasına bağlı. Sadece ülkeler arası bir eşitsizlik değil aynı ülke içinde de gözlenebilecek bir eşitsizlik bu. Gıdayı bir meta olarak gören, insanların kendine yeterliliğini tahrip ederek gıda üretim-tüketim süreçlerini şirketlerin kontrolüne alan bir sistem bu. Elbette böyle net bir şekilde fotoğrafını çekip gösterebileceğimiz ve "işte bu" diyebileceğimiz bir sistem yok ortada. Daha çok çeşitli ülkelerde gözlenen tarımsal üretim, gıda imalatı ve beslenme gibi hayati alanları piyasa sisteminin içine alan, insanı üretici yetenek ve becerilerinden çok bir tüketici olarak tanımlayan, şirketlerle devletlerin birlikte iş gördüğü bir yapı var karşımızda. Ülkeden ülkeye çeşitli farklılıklar var tabi.
Yeterli gıdaya ulaşmak bir sorun, ulaşılan gıdanın "temiz" olması başka bir sorun mu? diye sormuşsunuz. Yeterli gıda üretebilmek gıda güvencesinin sağlanabilmiş olduğuna temiz gıda ise gıda güvenliğinin sağlanmış olduğuna işaret eder ve bu iki konu birbirinden ayrılamaz; gıda güvencesini sağlayamadığımız durumda gıda güvenliği sorunları da artacaktır. Örneğin bir ülkenin gıda güvencesi dışarıdan ithal gıdalar yoluyla da karşılanabilir ama uzak mesafelerden gıda maddeleri getirmek ilaveten çeşitli gıda güvenliği sorunları yaratır. Açlık sorunu ile obezite sorunu da bir madalyonun iki yüzüdür aslında. Her iki sorun da en temelde üretici yetenekleri, becerileri kısıtlanmış bir toplumsal hayata işaret eder. Ama her iki meselenin de pek çok nedeni var toplumdan topluma farklılaşabilen. Örneğin açlığı bir kıtlık, afet ya da ekosistemdeki bir çöküşe bağlı olarak düşünme eğilimindeyiz ama yoksul ülkelerde yıllardır süregelen ince sömürü, kamusal hayatın yokluğu ya da tahribi, yolsuzluk ve talana dayalı bir devlet organizasyonu gibi ekosistemle ilgili yetersizlik ya da yıkımdan çok toplumsal hayatın nasıl organize olduğuna bağlı olarak da ortaya çıkan açlık sorunları da var. Örneğin Tanzanya'da milyonlarca insan açlık ve kötü beslenme çekerken her gün 2 milyon porsiyon levrek filetosu Avrupa'ya ihraç edilebiliyor. Sonra o ihracat gelirleri ile yabancı ortaklıklarla kurulmuş şirketlerin nasıl büyütüleceği, nasıl daha fazla kapasiteye sahip soğuk hava tesisleri kurulacağı, yeni yollar ve havaalanları inşa edilerek fileto ihracatının artırılabileceği planlanabiliyor. Amerika Birleşik Devletleri gıda israfının ve kayıplarının en kötü olduğu ülkelerden biridir ama on milyonlarca insan da yetersiz beslenme sorunu ile yüz yüzedir.
Kapitalizmin insan/doğada yarattığı yıkım geliştikçe, "doğal/geleneksel" ile "yapay/teknolojik" arasındaki ikilem de artıyor. Bugünkü kültürde hem köylülük, kırsallık, tarım ülkesi olmak, geleneksel üretim vb. gerikalmışlık, hijyenik olmama gibi olumsuz yargılarla kodlanırken, "el değmeden", "teknoloji" sayesinde gerçekleşen endüstriyel üretim ve ürünleri güvenilirlik, hijyeniklik gibi olumlu yargılarla kodlanıyor. Teknoloji ya da endüstriyel üretim olmazsa açlığın önüne geçilemeyeceği söyleniyor. GDO kullanılmasını savunanlar da, dünyada hızla artan nüfusun başka türlü doyurulamayacağını gerekçe gösteriyorlar. İnsanın aklına şöyle bir soru geliyor; ya bu kadar yemek işleriyle uğraşacağımıza, şöyle filmlerdeki gibi haplar yapsa bilim ve öğünlerde o hapları yutsak ve işimize baksak! Kimya bizi doyurmaz mı? Bu bir ütopya mı yoksa distopya mı?
Binlerce yıl boyunca, deneye yanıla oluşturduğumuz bir gıda üretimi ve mutfak kültürü var. Ve gıdaları nasıl üretiriz, nasıl muhafaza ederiz, nasıl pişirirsek içindeki zehirli bileşikleri etkisiz kılarız, ne ile ne yenir ya da yenmez vs. gibi hemen her toplumun yaşadığı coğrafyada yenilebilir bitkiler ve hayvanlar üzerinden belli yanıtlar verdiği, gelenekler oluşturduğu bir konu bu. Doğada pek çok bitki zehirli bileşikler içermesine rağmen her toplum o zehirli bitkileri uygun hazırlama ve pişirme teknikleri ile yemenin bir yolunu bulmuştur. Üzerinde biraz çalıştığınızda büyüleyici bulabileceğiniz bir konudur bu. Yani her şeyden önce gıda maddeleri üretmek ve pişirmek bir zanaattır. Dolayısıyla köylülük, basit ve hijyenik olmayan tekniklerle gıda maddesi üretmek, yemek yapmak bir geri kalmışlık olarak yorumlanamaz; yorumlanmamalıdır. Doğrusu çok boşboğazlık, kendini bilmezlik olur böyle bir yorumda bulunmak. Bu kesin. Tam aksini savunacağım ve gıda maddeleri üretiminde teknik ve hijyenik bakış açısını öne çıkarıp, robotik, el değmeden gıda maddesi üretmenin ne kadar da avantajlı olduğunu vurgulayan söylemlerin gıda güvenliği sorunlarını daha çok büyüttüğünü belirteceğim. Teknoloji kullanımı insanlık tarihi ile birlikte süregelen bir şey. Ama nasıl bir teknoloji? Nelere yol açıyor? Kimlere fayda üretiyor? Gibi soruları sorduğumuzda iş değişir. Aşırı enerji kullanımına dayalı, büyük kapasiteli, çok fazla miktarda gıda hammaddesi işleyerek ulusal ve uluslararası pazarlara işlenmiş gıda sunan sözüm ona örnek alınası dev şirketlerin ekolojik yıkım ve kimyasal kirlenme sorunlarında ciddi payları olduğunu söyleyeceğim. Örneğin üretim- tüketim süreçlerine entropi kavramı üzerinden yani bir teknolojik sürecin doğal hayatta yarattığı geri dönüşsüz yıkım ve artık kullanılamaz hale dönüştürdüğü enerji miktarı açısından bakıldığında çok başarılı, robotik, el değmemiş, hijyenik vs. diye büyülü kılınan teknolojik proseslerin ne kadar boş ve gereksiz olduğu da gösterilebilir. Aradaki bağlantıyı göstermek çok kolay değil; ama bakış açımızı tek bir tesisin ne kadar çok gıda maddesi ürettiğine değil de o üretimi gerçekleştirirken ne miktarda enerji kullanıldığı, ne kadar atık çıkarıldığı, çıkarılan atıklara ne olduğu, üretim için gereken malzemeler ile hammaddelerin hangi ülkelerden ve ne pahasına sağlandığı ve üretilen gıdaların besleyici niteliklerinin ne olduğu gibi sorulara çevirirsek aradaki bağları görmek mümkün. Tabi bunu görmekte geç bile kalmış olabiliriz. Örneğin ben öğrenci iken falanca ya da filanca ülkedeki tek bir süt tesisinin diyelim Antalya'daki 40 tane mandıradan daha fazla üretim yaptığı dile getirilirdi övünçle. Sonra aradan yıllar geçti ve şimdi teknolojik kapasite büyüklüğünün iklim krizi, yoksul ülkelerdeki hammadde ve emek sömürüsü açısından başlı başına bir sorun olduğu, yerel ölçekte üretim yapan emek yoğun küçük işletmelerin ne kadar önemli olduğu dile getiriliyor daha çok. Ama arada geçen 30-40 yıl içinde Antalya'daki 40 mandıra sayısı ise 2-3 taneye düştü…
Gıda üretim ve tüketim süreçlerini yerel ölçekte, küçük kapasiteli ve emek yoğun işletmelerle gerçekleştirmeliyiz. İnsanların kendi başlarına gıda maddesi üretebilme yetenek ve becerilerini hem muhafaza etmeli ve hem de yaygın kılmanın yollarını bulmalıyız. Gıda üretiminde teknoloji kullanımının söz konusu olduğu durumlarda minimum teknik müdahale ilkesini baz almalıyız. Yani bir gıda maddesi olabildiği kadar az teknolojik işleme tabi tutulmalı. Sadece ekolojik değil, gıdaların besleyici öğelerini koruma açısından da işe yarayacak bir ilkedir bu.
Bir gün bir hap çıkacak ve her gün o tek bir hapla bütün beslenme ihtiyacımız giderebileceğiz şeklindeki düşünme biçimine kapı aralayan sorunuz ise yeni değil. 1960'lı yıllarda uzay programlarının, uzaya insanlı seyahat, Ay üstünde ya da bir başka gezegende koloni kurma düşüncelerinin yeşerdiği zamanlarda çokça dile getirildiğini tespit etmek mümkün. Ben çocukken meşhur Uzay Yolu dizisi izlenirdi ve o zaman büyüklerin ağzından çok duyduğum bir şeydi bu. Zahmetsiz yemek, bir hapla beslenmek ne hoş olurdu değil mi? Ama böyle bir şey olanaklı değil. Kesin olarak değil. İnsanın biyolojik yapısı, beslenme düzeni ve sindirim sistemi dış dünyaya adapte olmuştur. Hapla beslenme düşüncesi milyonlarca yıldır süregelen evrimi çok küçümsemek olur. Tek bir örnek vereceğim: Bağırsaklarımızdaki 1,5-2 kilogramlık binlerce mikroorganizmadan oluşan mikroorganizma topluluğu bizi dış dünya ile temasa sokan, bedenimizi yeryüzünün sağlığı ile ilişkilendiren bir topluluktur. Yani biz kimiz, bedenimiz ne kadar bize ait, bedenimizin içi neresi ve dışı neresi gibi pek çok sorunun yanıtı epeyce belirsizleşir o topluluk dikkate alındığı zaman. Şurası açık ki yeryüzünde teklik içinde var olmuş, varlığı başka canlıların varlığına bağlı olmayan tek bir organizma bile yoktur. Canlı hayat bir akıştır ve bireyler söz konusu olduğunda sadece yiyecek ve içeceklerle bir madde ve enerji akışı değil mikroorganizmalardan müteşekkil olağanüstü çeşitlilik içeren bir biyolojik akışta söz konusudur bedenlerimizde. İşte şimdi bir hap alarak besleniriz noktasından baktığımızda bütün bu akış ile ilgili her şeye gözümüzü yummuş, çeşitli gıda maddelerinin yenmesine ya da içilmesine dayalı bir beslenmenin insan bedenini yeryüzünün bütünü ile nasıl da temasa soktuğu gerçeğini göz ardı etmiş oluruz. Bunu göz ardı etmekse bizi öldürür.
Türkiye sanayi ülkesi olma hayaliyle tarım ve hayvancılığı bitirdi. Neoliberal politikalarla tarım ve hayvancılık alanındaki kamu kurumları tasfiye edildi, özelleştirildi. Bu alanda da şirketlerin egemenliği sağlandı. Aynı zamanda da gıda ihtiyacı, ithal edilerek karşılanmaya çalışılıyor. Temel gerekçe de bu yöntemin daha ucuz olduğu. Burada iki sorun karşımıza çıkıyor: birincisi ülkemizde üretilen gıdaların, ikincisi de ithal edilen gıdaların insan ve doğa sağlığına ne kadar uygun koşullarda üretildiği? Çünkü kitlesel, maliyeti düşük üretim demek birçok şeyden feragat demek ya da bitkilerin, hayvanların, tarım sektöründe çalışanların haklarından mahrum bırakmak demek? Kapitalistler ucuz ve çok gıda üretirken bitkiler, hayvanlar, insanlar (çalışanlar) nelerden feragat ediyor?
Çok kısa bir yanıt vereceğim bu soruya. En büyük feragat geleceğimizden yapılıyor. Yaşanabilir bir gelecek imkânı ortadan kalkıyor. Ama bir feragat kadar bir zorla elden alma, el koyma durumu olduğu da belirtilmeli elbette. Piyasanın ucuz, besin öğesi düşük binlerce gıda maddesi ile dolu olduğu düşünüldüğünde -eğer bu ürünlerle besleniyorsak- sağlığımızdan da feragat ediyoruz.
Bozuk düzende sağlam çark olmaz demişler. Sadece Türkiye'de değil dünyada da. Teknoloji, iletişim ve medya, siyaset, askerlik vb. bütün alanlarda şirketlerin hakimiyetinin yaşandığı, sağ-popülist, faşist siyasetlerin yükseliş gösterdiği bir dünyada yaşıyoruz. Böyle bir sistemde "gıda güvenliği" ne anlama geliyor? Kim, nasıl bir gıdanın güvenilir olduğuna karar verebilir, ya da biz kimin "bilgisine" itimat edebiliriz? Kitabınızda birçok örnek var; örneğin bebek mamalarında GDO yasak ama 2014'te bebek mamalarında GDO kalıntıları bulunmuştu. Yine AB, Rusya gibi ülkelerin kapılarından zehirli madde içerdiği için dönen domates, kuru incir gibi gıdaların iç piyasaya dağıtıldığı haberleri…
Gıda güvenliğini sağlamak kamusal bir iştir. Bir ülkenin gıda egemenliğini sağlamış olmasına çok bağlıdır. Gıda egemenliği biliyorsunuz bir toplumun kamusal faydayı öne alarak ve kendi imkanlar ile olabildiğince ekolojik ilkeler çerçevesinde üretim yapmasını savunan siyasal bir harekettir. Gıda ve beslenme ile ilgili sorunlar siyasal atmosferin nasıl şekillendiğine çok bağlıdır. Bireyler olarak yapabileceklerimiz çok sınırlıdır. Somut olarak örnek vermek gerekirse şunu söyleyebilirim: Gıda güvenliğini sağlamak birbirine eklemlenmiş çeşitli çalışmaların birbiri ile koordineli yürütülmesini gerektirir. Örneğin ekolojik ortamlarda kimyasal kirliliğin takibi ile gıdalardaki kimyasal kirleticilerin varlığı konusunu takip etmekten Sağlık Bakanlığı, Tarım Bakanlığı, Çevre Bakanlığı, yerel yönetimler gibi pek çok kamu kurumu sorumludur. Ama sizin de belirttiğiniz gibi ülkemizde az buçuk var olan kamunun da ortadan kalktığı bir zamanda yaşıyoruz. Eskiden az veya çok yapılabilen gıda güvenliği hizmetleri şimdi epeyce sorunlu bir noktada duruyor. Sadece içerde üretilen değil gıdalarda değil ithal gıda ürünlerinin kontrolünde de ciddi sorunlar var. Ama bu sorunların kökeninde mevcut siyasal iktidarın keyfi, hukuku ayaklar altına alan uygulamaları yatıyor.
Kitabınızdaki birkaç yazıda gıda sektörü üzerinde devlet kurumlarının yapmadığı denetimi, toplumsal örgütler tarafından yapılabilmesi için bağımsız laburatuvarlar kurulmasını öneriyorsunuz? Kimler, nasıl böyle bir laboratuvar kurabilir? Bunun avantajları ne olabilir? Dünyada benzer örnekleri var mı?
Böyle bir kuruma çok ihtiyaç var. Sadece gıda güvenliği açısından değil, ekolojik kirlilik, halk sağlığı ve işçi sağlığı açısından da belli rolleri yerine getirebilir. Örneğin zehirli kimyasal maddelerin gıdalarda, toprakta, sularda, insanlarda ve çalışılan ortamlardaki varlığını, varsa ne miktarda var olduğunu tespit etmekte kullanılan analitik cihazlar aynıdır. Dolayısıyla kurulacak bir laboratuvar böyle birkaç alana birden hitap edecektir. Örneğin hep konuştuğumuz Ergene Havzasında ne düzeyde bir kimyasal kirlilik var suda ya da gıda maddelerinde ve orada yaşayan insanlar bu kirliliğe ne düzeyde maruz kalıyorlar gibi birbirine bağlı sorunları araştırmak olanaklı olacak. Tabi aslolan bu faaliyetleri kamu kurumlarının, üniversitelerin araştırma birimlerinin yapmasıdır ama onlar bunu yapmadığında biz ihtiyacımız olan bilgiyi nasıl üreteceğiz? Şimdi önümüzde duran soru budur. Kamu kurumları çeşitli laboratuvarlara sahip. Ülkede mevcut siyasal irade düzgün iş yapmak istese halk ve çevre sağlığını korumak için o kurumlar üzerinden yürütülecek çok iş var. Ama kamu adına iş yapmakla sorumlu kurumların dağıldığı, devletin bir şirket gibi organize olduğu zamanlardayız ve o kurumlardan güvenilir bilgiler gelmiyor artık. Sağlık Bakanlığı ülkede gerçekleştirdiği en kapsamlı kanser araştırmasının sonuçlarını halktan gizleyebiliyor; Tarım Bakanlığı gıdalardaki zehirli kimyasal madde kalıntılarına dair hiçbir açıklama yapmıyor. Bu tip çalışmaları mümkün kılacak bir analitik kurum oluşturmak gerek ama bunu nasıl yapacağız konusuna sadece benim yanıt vermem olanaksız. Ama işçi sendikaları, tüketici örgütleri, ekoloji ve tarım konusunda faaliyet gösteren örgütler ortak bir bütçe oluşturarak bu gerçekleştirebilir. Bu nasıl yapılacak, nasıl bir araya gelinecek, böyle bir laboratuvar nasıl işletilecek gibi çeşitli zorluklar var ama bunun yapılabilir bir şey olduğuna inanıyorum. Gıda politik bir konu. Dolayısıyla tarımsal üretim ve beslenme sorunlarına müdahil olan yurttaşlar olmamız gerekiyor. Biz harekete geçmezsek birileri bizim adımıza bu sorunları çözmeyecek çünkü.
Beslenme bireysel bir sorun/tercih olarak ele alınıyor ya da alınmak isteniyor. Oysa bizim tercihimizmiş gibi gözüken "yeme içme kültürü" de endüstriyel üretim kompleksleri tarafından üretiliyor. Kitabınızda –etik saikler dışında- hem birey olarak sağlıklı olmak için hem de iklim krizine etkisinden dolayı et tüketiminin azaltılması hatta sonlandırılması gerektiğini söylüyorsunuz. Dünyada tahıl ekili alanların üçte biri hayvan yeni üretiminde kullanılacak tahıllara ayrılmış. Ve yüzde 10-35 arasında iklim krizine etkisi olan tarımsal faaliyetlerden kaynaklanan sera gazı emisyonlarının yüzde 80'i endüstriyel hayvancılıktan kaynakladığını belirtmişsiniz.
Endüstriyel hayvancılık sizin de belirttiğiniz gibi iklim krizinde ciddi bir paya sahip. Et tüketimini karşılamak için organize edilen kitlesel hayvan yetiştiriciliği ya da endüstriyel hayvancılık, hayvanların doğal yaşam hakkını gasp eden; ormansızlaşmaya, toprak erozyonuna, kimyasal kirlenmeye ve biyolojik çeşitliliğin azalmasına neden olan ve açığa çıkardığı sera gazları ile de iklim krizinin en önemli nedenlerinden birini oluşturan bir sektör.
Dolayısıyla "yeme içme kültürü" de bir mücadele alanı. Örneğin vejeteryan ve vegan beslenmede olduğu gibi. Fakat bu durumda da, vejeteryan ve vegan beslenmenin de bir piyasa türü olduğu, pahalı olduğu ya da bireysel tercihlerle et tüketmemenin sistemsel etkisinin olmayacağı gibi itirazlarla karşılaşılıyor. Bireysel yaşam tarzımızı değiştirmekle sistemi değiştirmek stratejileri karşıt mı olmak zorunda hem o hem diğeri aynı anda olamaz mı?
Vejeteryan veya vegan beslenme işlenmiş gıda maddelerinin tüketilmesine dayalı ise bu bir ciddi sorundur. İşlenmiş vejetaryen gıda üretimi soya ve baklagil gibi besin maddelerinin yetiştirilmesine dayalı. Ve bu işlenmiş gıdaları tüketiyorsak, bu ürünlerin üretiminde kullanılan gıdaların yetiştirilmesi işinin yoksul ülkelerde ve ucuz emek sömürüsü ile yapılabildiğini de dikkate almak gerekir. Ama bu sorun Avrupa ülkelerinde yaygın daha çok; bizde durum ne tam olarak bilmiyorum ama o kadar yaygın bir sorun olduğunu sanmıyorum. Bitkisel beslenmeyi öne çıkarmak gerekiyor. Genele konuşmak gerekirse basit bir beslenme ilkesini rehber almalıyız. Mevsiminde üretilen bitkisel gıdaları çok, hayvansal gıdaları az yemeliyiz. Hayvansal gıdalardan zengin bir beslenme rejimi kalp ve damar hastalıklarından, felçlere ve kansere değin çeşitli hastalıklara yol açıyor ayrıca. Akla doğal olarak ne kadar hayvansal gıda yemeliyiz, yeterli protein alabilecek miyiz sorusu gelecek. Baklagiller, tahıllar, meyve ve sebzelere dayalı çeşitlilik içeren bir beslenme rejiminde arada süt ürünleri ve yumurta da yeniliyorsa protein eksikliği görülmeyecektir. Kuşkusuz tamamen bitkisel ürünlerle beslenerek sağlıklı bir beslenme sağlamak da mümkündür. Bireysel yaşam tarzını değiştirmekle sistemi değiştirmeye çabalamak birbirini dışlamaz kanımca. Beslenme söz konusu ise bazı şeyleri yiyerek ve içerek sistemin devamlılığına katkı sağlıyoruz ve bireysel tutumlarımızı, alışkanlıklarımızı değiştirerek bir fark yaratabiliriz. Ama bu hemen her konuda böyle değil midir? Yani politik mücadeleye önce kendimizden başlamalı.
Kitabınızdaki bir yazıda, "Soma'daki madenlerde insanlık dışı koşullarda çalıştırılıp, cinayet gibi iş kazalarında ölen insanların sorunlarıyla GDO sorununu birbirine nasıl bağlayacağız" diye soruyorsunuz. "Çocukların sağlığının bozulması bile bizi harekete geçirmiyorsa, ne geçirir" diye soruyorsun? Buna her bireyin, her toplumsal örgütün cevap vermesi gerekiyor. Çünkü örneğin maaşların artışı için verilen mücadele kadar temiz gıdaya erişimi için mücadele "açlık ordusu"nun gündeminde yer almıyor. Evet, emekçilerin hakları kapsamında maalesef doğanın hakları, gıda ve iklim krizi gibi konular içerilmiyor. Bu ikisi arasında nasıl bir bağ var, bu bağ nasıl görünür kılınabilir?
Kritik ve yanıtı zor bir soru bu. En başta emekçilerin hakları o kadar gasp edildi, hayatları o kadar güvencesiz kılındı ki ekolojik kriz, gıdalardaki kimyasal kirlilik gibi sorunlar tali sorunlar olarak kalıyor. Güvencesiz çalışma koşullarına eşlik eden borçluluk hali de işi iyice zorlaştırıyor. Sadece sorunları ifşa ederek, insanlara her şeyin ne kadar kötüye gittiğini anlatarak, bilgilenmelerini sağlayarak bir tutum değişikliği sağlayamayız; ya da bunun yetersiz olduğu durumlar vardır.
Her şeyden önce yoksul, emekçi insanların hayatlarının zorunluluklarla örülü bir hayat olduğunu dikkate almak gerekiyor; ama öyle de olsa insanlar kendilerini ifade etme olanaklarını artıran, becerilerini geliştiren süreçlere katılım konusunda çok heveslidirler. Dolayısıyla ekolojik sorunları, gıda ve beslenme ile ilgili sorunları insanların hayatlarında olumlu bir durum değişikliği yaratacak süreçler biçiminde tasarlayarak ve insanları o süreçlere katarak çözümler aramalıyız. Bunu yapmanın standart bir yönteminin olmadığı da aşikâr.
Bu bağ nasıl görünür kılınabilir? diye sordunuz. Öncelikle somut, yaşanan sorunlardan yola çıkarak aradaki bağları görünür kılmalıyız diyeceğim. Örneğin son birkaç yıldır toplu beslenme yapılan yerlerde zehirlenme vakalarında bir artış var. Çok sayıda işçi zehirlendiği için hastaneye kaldırılıyor ve bu haber oluyor. Hemen hemen her işyeri yemek sağlama işini bir başka firmaya, bir taşeron firmaya havale etmiş durumda. Dolayısıyla zehirlenme vakalarının işçilerin çalıştığı firma ile ilgisi yokmuş gibi görünüyor. Ama taşeron yemek firması, o firmada güvencesiz çalışan işçiler, o firmanın yiyecek tedariği yaptığı firmalar, yiyecek tedariği yapan firmaların yurtiçi firmalarla ve yurtdışından ithal gıda getiren firmalarla olan bağları, kontrolleri savsaklayarak o firmaların ithalatını kolaylaştırma işlevi gören kamu kurumları, yemek üretimi yapan firmadaki gıda güvenliği protokollerini kontrol ve denetime tabi tutmayan kamu kurumları, yemek üreten firmalarda güvencesiz çalışan işçiler hepsi işçilerin zehirlenmesine neden olan birbiri ile bağlantı içinde görülecek sorunlar. Ama aradaki bağları göstermek, haritalamak başlı başına bir iştir. Çoğu durumda bir zehirlenme vakası olduğunda karşınızda tek bir muhatap bile bulamazsınız. Toplu zehirlenme olmasa haber bile olmaz, duyulmaz olan biten. Meselenin çözümünün çok kolay olmadığını belirtmek için söylüyorum bunları.
İşçilerin sağlıklı beslenmesinin bir sosyal hak olduğunu savunmak gerekir ama aynı zamanda işçilerin nasıl sağlıklı beslenebilecekleri üzerine de kafa yormak, işleyen örnekler oluşturmak gerekir. Peki bu gerekliliği nasıl sağlayacağız derseniz sadece şunu söyleyebilirim: Kolektif bir çalışmaya ihtiyaç var bunun nasıl yapılabileceğine dair. Zorunluluklarla çevrelenmiş bir hayatın içinde yaşadığımızın farkındayım; gücümüz her şeye yetmiyor. Ya teslim olacağız ya da direneceğiz gibi meseleyi basitleştiren bir noktaya çekmek de istemiyorum. Çünkü şartlar çok değişken olabiliyor insanlar için ve haliyle yüz yüze olunan sorunlar kadar çözümler de çeşitlilik arzediyor. Pes etmemek gerek sadece onu söyleyebilirim kendi adıma. Bazen yüz yüze olduğumuz sorunların büyüklüğü bizi öylesine eziyor ki bu durum her şeyden kaçınma, bir şey yapmama ya da bir şey yapmayı anlamsız bulma gibi bir ruh haline sokabiliyor bizi. Ama ben şöyle çözüm buldum bu soruna: Gücüm yettiği ölçüde çabalamaktan vazgeçmiyorum. Total, bütünüyle meseleyi çözebilecek bir yaklaşım geliştiremiyorum madem, olabildiği kadar yaparım gibi bir şey söylemek istediğim. Bu noktada kolektif davranma ve eyleme imkânlarımızı artırmak da tek başına mücadele etmekten daha iyi şüphesiz.
1. Dünya ile ilgili anlık veriler veren bir site http://www.worldometers.info/tr/