Ayaklanmaya hazır mıyız?
Biriken toplumsal öfke niceliği temsil ediyor. Peki ya nitelik? Nitelik, devrimci bilinçtir. Nitelik yeterince birikti mi? Bunu anlamanın yegane yolu devrimci pratiktir. Diyalektik ancak böyle kurulabilir. Kitleler ayaklanmaya hazır mı? Bir devrimcinin bugün sorması gereken soru bu değildir. Doğru soru şöyle kurulmalı: devrimciler ayaklanmaya hazır mı?
Dünyanın dört bir yanında ezilenler ayaklanıyor. Peki ya Türkiye? Türkiye’nin ezilenleri ne zaman ayaklanacak? Ya da neyi bekliyor ve neden ayaklanmıyor?
Gerçekten de böyle mi? Türkiye ezilenleri ayaklanmıyorlar mı?
Neredeyse her gün gerçekleşen bir kaç intihara ne demeli? Ya kendisini yakanlara? Yüksek perdeden psikolojik tahlillere girmeye gerek yok. İntihar edenlerin, bazen kendisi ile birlikte bütün ailesini ölüme sürükleyenlerin büyük çoğunluğunun arkada bıraktıkları mektuplarda sebebin ekonomik kriz, işsizlik ve yoksulluk olduğu apaçık ortaya konuyor.
Zenginle fakir arasındaki uçurum öylesine yüksek, işsizlik ve yoksulluk öylesine can yakıcı ki halk yığınları buna daha fazla tahammül edemiyor. Kendini yakanlar, asanlar, siyanür içenler bu toplumsal tahammülsüzlüğün bireylerdeki dışa vurmasından başka bir şey değil. Bu öyle bir dönemdir ki binler, hatta on binler kendini yakmayı, asmayı, siyanür içmeyi, bu dünyaya, bu hayata lanet okuyarak intihar etmeyi düşünür hale getirilmiştir. Yoksulların bir bölümü bu aşağılık koşullardan kurtuluşu fiziksel varlıklarına son vermede aramaktadırlar.
Bu insanlar kendilerini yakma, asma, zehirleme yerine yarın neden onları rezil koşullarda yaşamaya mahkum edenleri yarattıkları düzenle birlikte yakmaya, imha etmeye kalkmasın? Bunu engelleyen nedir? Koşullara saldırmak yerine insanı kendisine saldırtan nedir?
ÇÖZÜLME
Bunun üzeride biraz duralım.
İdeoloji nedir? Politika ekonomik çıkarların soyutlanması ise ideoloji politik çıkarların soyutlanmasıdır. Bu nedenle birbirinin yerine geçirilemez ama birbirinden de koparılamaz. Egemen sınıf kendi iktisadi ve politik çıkarlarını ezdiklerine, sömürdüklerine kabul ettirmeksizin salt şiddet araçları ile ayakta duramaz, ideoloji tam da bu kabul ettirmenin, rıza üretmenin aracıdır. Egemen sınıf bunu ideolojik aygıtlarla gerçekleştirir. Din, aile, okul, medya bu aygıtlardan bazılarıdır. Ne var ki eğer halk yığınları artık eskisi gibi yaşayamıyor, işsizlik ve yoksulluk altında mahva sürükleniyor, ailesel varlığını sürdüremez hale geliyorsa egemen ideoloji eski işlevini yitirmeye; halk yığınlarının bilinci üzerinden toplumu birleştiren çimentosu çözülmeye başlar. Bir kez bu sürece girildi mi halkın düzene inancı sarsılır, geleceğe dair umutları dağılır; yaşam amacından yoksunluk halk yığınları için bir bilinç biçimi halini alır. Aslında bu, varoluşsal krize girmiş bütün toplum biçimlerinde görülen tipik bir durumdur. Feodal toplumun çözüldüğü dönemi hatırlayalım. Soyluların ve dinin egemenliği feodal toplum biçiminin krize girmesi ile birlikte darmadağın oldu, o güne kadar egemen olan ideoloji dağıldı gitti. Soylulara ve dine inanan, onlara boyun eğen yoksullar bu kez onların boyunlarını koparmaya girişti. Bugün tam da böyle bir çözülme hali var, burjuva toplum biçimi kendi varlık koşullarını yeniden üretme yeteneğini yitirdi. Ekonomik, politik ve ideolojik kriz giderek daha da içinden çıkılmaz bir noktaya gidiyor. Dünyanın dört bir tarafında yaşanan ayaklanmalar burjuva toplum biçimi krizinin yoksullar, ezilenler nezdindeki ifadesidir. Burjuva ideolojik aygıtlar artık eski birleştirici ve yönetici etkiden uzaktır. Bir kez böyle bir durum gerçekleşti mi dünün eski egemen ideolojisi git gide aradan çekilir, geriye ezenle ezilen arasındaki çıplak ilişki kalır. Bu çıplak ilişki derecesi giderek yükselen şiddet araçlarıyla ifade edilir. Söz hükmünü yitirir, “gücü güce yetene” devri başlar. Kuşkusuz bu bir süreçtir, bu sürecin hangi yönde hızlanacağı ve nereye evriltileceği, hangi sıçrama aşamalarından geçeceği ona etki ve müdahale eden kuvvetlere bağlıdır. Bu etki ve müdahale hareketin diyalektiğini belirler.
Türkiye bu çözülmeden kendini soyutlayamaz elbette. Ekonomik ve sosyal kriz onu da en derinden sarsmaktadır. Dünyanın her yerinde olduğu gibi işsizlik ve yoksulluk halk yığınlarını derinden etkilemektedir. Yalnızca bu da değil. Türkiye’nin kendine özgü şartları var. Kürt ulusal varlığının ve Alevi inancının reddine dayalı resmi ideoloji uzun zamandır Kürtler ve Aleviler üzerindeki egemenliğini yitirdi. Türk halk kitleleri içinde birleştirici bir ideoloji olan Kemalizm de politik İslamcı partinin hükumet çoğunluğunu elde etmesinden bu yana eski gücünü kaybetti. Bununla birlikte politik İslam ve ırkçı Türk milliyetçiliği Türk halk kitleleri içinde belirleyici olmaya devam etti. Bugün bu ikisine duyulan güven ve inanç ona güvenen ve inananlarda sarsılmaya başladı. Çünkü artık ne içeride iktisadi ve sosyal politikalar ne de dışarıdaki işgal ve ilhak hamleleri yoksulların kafasını eskisi kadar çelmemektedir. Demek ki yalnızca Kürtler, Aleviler ve yaşam hakkına politik İslamcı müdahalelere tepki duyan laiklerden değil, politik İslamcı ve ırkçı milliyetçiliğin etkisi altındaki yoksullar da umutsuz ve güvensizdir. Kuşkusuz bu kesimden yükselen hoşnutsuzluk kulağımıza henüz homurdanmalar değil mırıldanmalar biçiminde yansımaktadır. Yine de biliyoruz ki çözülme bir kez başladı mı giderek daha geniş kesimleri kapsamına alması kaçınılmazdır. Sultanbeyli’den yükselen tepkiler bu mırıltıların giderek güçlenmekte olduğunu göstermektedir.
KARŞI İDEOLOJİ
Yine bu tür bir analiz sorumuza yeterince yanıt vermez. Türk halk kitleleri neden toplumsal bir ayaklanmaya meyletmiyor da bireyler tepkilerini kendi canlarına kıyarak gösteriyor?
Çözülmekte olan egemen ideolojinin yerine halk kitlelerine umut ve güven veren, onlara bir yaşam amacı kazandıran karşı ideolojinin geçirilemediği durumda ya en uç gerici fikirlere sarılır insanlar ya salt yıkmayı içeren ayaklanmalar girişir ya da kendilerini imhaya yönelirler. Eğer devrimciler çürüyen ve çözülen her türden burjuva ideolojinin yerine işçi sınıfı ve ezilenlere umut veren bir gelecek fikrini kazandıramazsa bunun ötesinde bir şey beklemek saflık olur.
Burada ideoloji, bir dünya görüşü, bir düşünme biçimi olmanın ötesinde bir yaşam amacıdır. İnsanlar kendiliğinden ayaklanabilir ama ideoloji, ancak ezilenlerin politik öncülerinden işçi sınıfına ve ezilenler ulaştırılabilir. Söz konusu olan herhangi bir dünya görüşünü açıklamanın çok ötesinde işçi sınıfının ideolojik aygıtları ile koşullara müdahale etmesidir. Burjuva ideolojik aygıtlar nasıl ki burjuva partileri ve onların egemenlik aygıtı devlet tarafından üretiliyor ve kullanılıyorsa işçi sınıfının ideolojik aygıtları da ancak işçi sınıfının öncü partileri tarafından üretilip kullanılabilir.
İdeolojik araçları üretip kullanmak politik bir iştir. Devrimci politikanın bütün hedefi ezilenleri devrimci mücadelenin öznesi haline getirmektir ki bu, ideolojik hegemonya kurulmadan sonuca vardırılamaz. İdeolojik hegemonya da kitleler içinde devrimci çalışmayla gerçekleşebilir ancak. Bedenini imhaya hazır bir yoksullar kitlesi kapitalist düzeni imhaya ancak devrimci çalışmayla hazırlanabilir. Koşullar buna her zamankinden çok daha uygun. Sınıfsal, cinsel, ulusal, inançsal çelişkilerin bu denli keskinleştiği koşullarda bir kitlesel ayaklanma her an patlayabilir, mesele ayaklanma değil, bu ayaklanmanın nasıl bir hedefe yöneleceği ya da yöneltileceğidir.
DEVRİMCİ ÖNCÜ ZAYIF MI?
Peki sorun ne? Devrimci öncünün zayıflığı mı? Hem evet, hem hayır. Evet çünkü faşist baskı koşullarında devrimci öncü ile işçi sınıfı ve ezilenler arasındaki bağlar zayıflamıştır. Hayır çünkü devrimci durumun varlığı koşullarında devrimci öncünün nicelik zayıflığı bir ayaklanmanın önderliğini yapmasına engel değildir. Böyle anlar niteliksel sıçramaya elverişlidir. Bazen dün için önemsiz bir hareket bugün büyük alt üstlere neden olabilir. Bir ateşleme fitili kendi başına anlamlı bir sonuç yaratmaz, onun çok sayıda olması da durumu değiştirmez ama eğer ortada patlamaya hazır bombalar varsa o bombalarla birleşen bir kaç fitil gelişmenin bütün yönünü değiştirebilir. Ezilenlerin kendiliğinden öfkesinden oluşan bombaların varlığını kim inkar edebilir, dünyanın çeşitli yerlerindeki ayaklanmalar ya da Türkiye’deki gibi intiharlar bunu yeterince kanıtlamıyor mu? Bütün mesele devrimci bilinç fitillerinin bu kendiliğinden öfke bombalarına bağlanmasıdır. Buradan bakınca Türkiye ve Kürdistan’ın devrimci birikiminin, bilinç fitillerinin hiç de azımsanmayacak düzeyde olduğunu görebiliriz. Zaten sömürgeci faşist devletle devrimciler arasındaki bugünkü savaşımın ana konusu tam da budur. Burjuvazi faşist devlet terörünü yoğunlaştırarak devrimcilerin ezildiğini, güçlerinin devlete yetmeyeceğini işçi sınıfına ve ezilenler göstermeye devrimciler de direnerek faşist devlet terörünün devrimcilerin direnişini kırmaya yetmeyeceğini göstermeye çalışıyorlar. İki tarafın da hedefi halk kitleleridir, halk kitlelerini kazanmaktır. Burjuvazi içine girdiği çıkmazın, çaresizliğin farkındadır, böyle koşullarda halkı yönetebilmenin tek yolu devrimcileri onlardan uzak tutmaktır.
Burjuva faşist devlet halklarımızla devrimciler arasındaki bağı bir ölçüde zayıflatsa da koparmayı başaramadı. Buna karşın zenginler ve onların devleti ile halklarımız arasındaki bağlar giderek daha büyük bir hızla çözülüyor. Böyle bir durumda dikkatleri düzenin zayıflığına, halkın biriken öfkesinine, devrimcilerin direnişine yöneltmek yerine, Türkiye halkı neden ayaklanmıyor, devrimciler niye bu kadar azaldı diye mızmızlanmak burjuvazinin ideolojik saldırılarına hizmet etmekten başka sonuç doğurmaz. Onların istedikleri tam da böyle düşünmemizi sağlamaktır.
DOĞRU SORU
Biriken toplumsal öfke niceliği temsil ediyor. Peki ya nitelik? Nitelik, devrimci bilinçtir. Nitelik yeterince birikti mi? Bunu anlamanın yegane yolu devrimci pratiktir. Diyalektik ancak böyle kurulabilir.
Kitleler ayaklanmaya hazır mı? Bir devrimcinin bugün sorması gereken soru bu değildir.
Doğru soru şöyle kurulmalı: devrimciler ayaklanmaya hazır mı?