22 Kasım 2024 Cuma

Arzu Demir yazdı | Ölülerimize saygı istiyoruz!

"Hafızayı koruma" adına bir halk ve onun kıymetlilerine karşı yapılan bu hakaret de unutulmayacaklar listesine eklendi elbette; yası tutulacaklar değil, hesabı sorulacaklar listesine!

Ne zaman "toplumsal hafıza" kelimesini duysam, zihnimde bir olay ve bir fotoğraf canlanır.

2006 yılıydı. Latin Amerika'dan Asya'ya dünyanın pek çok yerinden kayıp yakınları ve insan hakları savunucuları, ICAD ve YAKAY-DER'in örgütlediği 6. Uluslararası Gözaltında Kayıplar Kurultayı için Amed'de bir araya gelmişti.

Kayıp yakınları, barış anneleri, iktidarların kendilerine yaşattığı acıyı, mahkum edildikleri belirsizliği, mezarsızlığı, çaresizliği, öfkeyi anlatıyordu. Acılar ve yas kadar direniş de birleşiyordu.

O gün bir barış annesi kürsüye çıktı, özetle: "Biz bu topraklara ayağımızı basmaya çekiniriz. Çünkü biliriz ki altında bir canımız vardır" dedi.

Bu barış annesinin sözlerinin sadece bir acının, kaybedilene duyulan bir saygının dile getirilişi olmadığı daha sonra yapılan kimi kazılarda bulunan insan kalıntıları ve kemiklerle de görüldü.

Evet, Kürdistan coğrafyası, kaçırılıp katledilmiş ve gizlice gömülmüş cenazelerimizle doluydu.

"Toplumsal hafıza" kelimesinin çağrıştırdığı ikinci şey ise bir fotoğraf karesi.

İnternette görmüştüm: Botaş kuyularında yapılan arama çalışmaları sırasında çekilmiş. Pankartta "Ölülerimizin kemikleri ile yüzleşeceksiniz / Yurtsever Botan halkı" yazıyor.

Halkın kayıpları, kemikleri ve ölüleri ile herkes yüzleşecek; sadece devlet değil, halklar da.

Örneğin, Cizre'nin vahşet bodrumları yüzleşmeyi bekliyor. Cizre Halk Meclisi Eşbaşkanı Asya Yüksel ile katledilmesinden birkaç gün önce yaptığım telefon görüşmesindeki son sözleri hala kulaklarımda: Heval, Cizre'deyiz.

Hala Cizre'deyiz. O vahşet ile toplum ve devlet yüzleşinceye, adalet yerini buluncaya ve hesap soruluncaya kadar da hala Cizre'deyiz.

Yüzyılımızın "gökyüzünü fethe çıkan komünarları" oldukları için faşist devletin katlettiği o genç isyancılarla herkes yüzleşecek.

Bir halkı ölüsüyle terbiye etmek için günlerce yerde bırakılan Taybet İnan'ın cansız bedeni hala orada. Ve O'nunla da herkes yüzleşecek.

Cemile'nin günlerce buzdolabında bekletilen cansız bedeni de yüzleşmeyi, adaleti bekliyor.

Sonra Kilyos'ta bir kaldırımın altına gömülen, bir anneye kargo ile gönderilen evlat parçası. Ve daha nicesi.

Ancak çok açık ki, bu yüzleşme, ya da hatırlama Ahmet Güneştekin'in Amed'de açtığı sergi ve o sergide yaşananlar gibi olmayacak.

Bir yası, bir acıyı paylaşmak, hafızayı canlı tutmak için hazırlandığı söylenen sergide tabutların başında poz verip fotoğraf çektiler. Daha sonra yemek yiyip halay çektiler, gülüp eğlendiler.

Bu düzeysizlik ve pespayeliğin fotoğraflarını yayınlayıp altına da imza attılar.

"Sanat ve sanatseverlik" adına bu yaptıkları mezarsız ölülerimizin, yakılıp yıkılan mezarlıklarımızın, özetle yasımızın başında poz verip halay çekmekten başka bir şey değil.

Kaybettiklerimizin, kıymetlilerimizin üzerinde tepindiler. Matemimiz ile alay ettiler.

Yeter! Susun!

Ölülerimize saygı istiyoruz.

Acılarımız, yasımız ne seyirlik malzemenizdir, ne de sosyal statünüz, mali kaynaklarınız için proje nesnenizdir.

O gün orada halay çekenlerden biri olan Ertuğrul Özkök, yıllardır Kürt halkına karşı yürütülen savaşın propagandasını yapmış bir kalemşördür. Kalemi ile bu savaşa mermi taşımıştır.

Türk devletinin halka karşı işlediği suçların ortağıdır. Hala da bu suçu işlemeye devam etmektedir. Yazıları ile yıllardır ölülerimiz üzerinde tepindiği yetmemiş gibi şimdi de "Hafıza Odası" sergisinde aynı şeyi yapmıştır.

Sur direnişi günlerinde bir çok kez Amed'e gittim. İki kez de direnişin devam ettiği günlerde Sur'a girdim. O günlerde konuştuğum savaşçılardan hiçbiri şimdi hayatta değil.

Tahir Elçi'nin katledildiği 28 Kasım günü Akçakale'de bir belgesel çekimindeydik. O gece apar topar Diyarbakır'a döndüğümüzde hemen Sur tarafına gittik.

Kentteki sınıfsal ve ruhsal bölünmeyi o gece iliklerime kadar hissetmiştim.

Kuşatma altındaki Sur'dan zaman zaman silah sesleri gelirken, direniş siperlerinin hemen yakınında ise rutin bir cumartesi akşamı havası vardı.

Sanki başka bir boyuttaydık ve kentte savaş yoktu. Sur'a inen caddelerden birinde -adını şu anda hatırlamıyorum- restoranlar vardı ve doluydu.

Sur direnişi, hem birleştiren hem de bölen, hem eşitleyen hem de ayrıştıran bir faktör olmuştu.

Savaş iki seçeneği ortaya çıkarmıştı; ya hendeğin başındasındır ya da karşısında. Ortası yoktu.

Hendek başında durmak direnişin içinde olmak, halkın yanında olmaksa; karşısında durmak, "ama" ile bakmak ise devletin yanına düşmekti.

İşte o günlerde o hendeklerin -yani direnişin- karşısında duranlar, şimdi o hendeklerde devletin katlettiği insanlar için renkli tabutlar yapıp, başında poz verdiler.

Çünkü bu sergi, direnişin karşısında duranların buluşma zemini haline gelmiştir.

"Hafızayı koruma" adına bir halk ve onun kıymetlilerine karşı yapılan bu hakaret de unutulmayacaklar listesine eklendi elbette; yası tutulacaklar değil, hesabı sorulacaklar listesine!