GÜNCEL
Seçimler ve ordu
24 Haziran sonrasında AKP ya da onun yerine iktidara gelecekler eliyle Türkiye?ye demokrasinin getirilmesini beklemek gerçekçi değildir. Umut toplumsal, demokratik hareketin bizzat kendisindedir. Tabii ki HDP?nin meclise girmesinin ve AKP?nin yenilgisinin, toplumsal muhalefetin moralini artıracağı, yeni güç dengeleri ortaya çıkaracağı da ortadadır.
2. Ordu Komutanının T. Erdoğan’ın muhalefeti eleştiren konuşmasını alkışlaması üzerine ordu tartışması başladı. Muharrem İnce defalarca bu komutanın apoletlerini sökeceğini ifade etti. Tartışmaya, Genelkurmay Başkanı’nın Abdullah Gül’ü “ziyareti” ve Tayyip Erdoğan’ın Ergenekon davalarındaki “savcılığı” meselesi de eklendi. Meral Akşener de bu tartışmaya Kuleli Askeri Lisesi’ni açacağını vaat ederek katıldı. T. Erdoğan ise suçlamalara, “ben bunların hepsinin baş komutanıyım” diyerek cevap verdi. Böylece, ordunun mevcut durumu, düzendeki ve emperyalist sistemdeki yeri tekrar gündeme geldi. Muharrem İnce’nin ordu komutanına ve Erdoğan’a çatarken sergilediği cesarete bakılırsa, arkasında epey destek var görünüyor. Kemal Kılıçdaroğlu ve CHP'nin desteği malum. Bunlara ek olarak TÜSİAD ve NATO desteğinden de söz edilebilir.
28 Şubat 1997 süreci ile birlikte Türkiye’de yeni bir dönem başladı. Bu süreç 2002 yılında AKP-Gülen ittifakının iktidar yapılmasıyla sonuçlandı. Ordu 1997’den 2002 seçimlerine kadar AKP ve F. Gülen’in karşısında tek bir siyasi ve dini (cemaatleri kastediyoruz) rakip bırakmadı. Kısaca şunlar oldu:
Refah Partisi ve ardından kurulan Fazilet Partisi kapatıldı. Erbakan ve çevresine siyaset yasağı konuldu.
İskenderpaşa, Süleymancılar, Işıkçılar, Milli Görüş büyük darbeler aldı. Ne hikmetse cemaatlerin liderleri ve önemli kişileri birkaç yıl içinde öldüler veya öldürüldüler. Erenköy Cemaati lideri Musa Topbaş, Süleymancıların lideri Kemal Kaçar, İskenderpaşa Cemaati lideri Esat Coşan (trafik kazasında), Işıkçılar Cemaati lideri Hüseyin Hilmi Işık öldüler. İsmailağa Cemaatinin liderliğine hazırlanan Hızır Ali Muratoğlu, Kürt Nurcu Zehra Cemaatinin kurucusu İzzettin Yıldırım öldürüldüler. Bu süreçte Mehmet Kutlular, Mirzabeyoğlu gibi birçok cemaat ileri geleni de tutuklandı, yargılandı, cezalar aldı.
Kürt hareketine saldırılar arttı ve Abdullah Öcalan yakalanıp Türkiye’ye getirildi. Cezaevlerinde F Tipi uygulaması başlatıldı. Onlarca devrimci diri diri yakıldı. Yüzlerce devrimci ölüm oruçlarında hayatını kaybetti ve sakat kaldı. ANAP, DYP ve DSP darmadağın edildi. Sonuçta bütün rakipleri temizlenen AKP-Gülen ittifakı yüzde 34 civarında oyla tek başına iktidar oldu ve mecliste çoğunluğu da ele geçirdi.
AKP-Gülen ittifakına verilen en önemli görevlerden biri, onları iktidara taşıyan ordunun yeniden yapılandırılması idi. Çünkü Büyük Ortadoğu projesine, Fethullah Gülen’de simgelenen ABD ve İsrail dostu ılımlı İslam’a ve ABD’nin, NATO’nun Kürtlere yönelik uzlaşıcı politikalarına karşı ordu içinde ciddi bir muhalefet vardı. Atatürkçü laik ve Kürtlere karşı şiddet dışında hiçbir şeyi aklından geçirmeyen askeri kesim ve bunların sivil müttefikleri, yeni politikalar için pürüzler yaratıyordu.
Ordunun hem ideolojik hem de örgütsel olarak döneme uygun yeniden yapılandırılması için Ergenekon operasyonları başlatıldı. Amaç sözünü ettiğimiz, problem çıkaran kesimin tasfiyesiydi. Bu konuda Genelkurmay Başkanı'nı bile terörist ilan edip hapse atacak kadar gözü kara adımlar atıldı. Fakat bu tasfiye ve yeniden yapılanma süreci yarım kaldı. Çünkü T. Erdoğan bu sürecin yarattığı boşluklardan faydalanarak, tek parti ve denetlenemeyen bir tek adam diktatörlüğü kurdu. Devletin resmi ideolojisini, yargıyı, bürokrasiyi, eğitimi alt üst etti. T. Erdoğan bunları yapabildi, çünkü meydan boş kalmıştı. Ordu, operasyonların etkisiyle siyasetten çekilmişti ve önceden olduğu gibi, muhtıralarla sürece müdahale edebilecek durumda değildi. T. Erdoğan meclisteki gücüne, muhalefetin zayıflığına dayanarak canının istediği her şeyi yapabiliyordu. Emperyalizm ve yerli sermaye yoldan çıkan T. Erdoğan’ı 24-25 Aralık operasyonlarıyla ve 15 Temmuz darbe girişimiyle yola getirmeye çalıştı ama başaramadı. Büyük ihtimalle geride kalan “Ergenekoncu” kesim bu darbeye engel oldu. Ardından T. Erdoğan telaş içinde, pek de önünü ardını düşünmeden orduda birçok değişiklik yaptı. Ordu emir komutası karmakarışık bir hale getirildi. Askeri okullar, askeri hastaneler gelişigüzel düzenlemelere maruz kaldılar.
Burada T. Erdoğan’ın orduda yaptığı tasfiyeleri, onun kendi ordusunu kurmak olarak gören, hatta orduyu artık R.T. Erdoğan’ın ordusu olarak değerlendiren görüşlere de kısaca değinelim. Bu konuda daha önce şunları söylemiştik:
“Bu sistemle tüm bağları koparmadan bu sistemden bağımsız bir ordu kurulamaz. Bütün önemli sanayiniz emperyalist tekellerin bir parçası olacak, dış ticaretinizin tümü bu sistemle olacak, üretim için ithalata bağımlı olacaksınız, bankaların, borsanın yüzde 80’i yabancıların olacak, askeri teknoloji ve sistemler bakımından NATO’ya bağlı olacaksınız, ülkenizde ABD üsleri, askerleri, silahları bulunacak.. ve bunların hiç birine dokunmadan Batı’dan bağımsız kendi ordunuzu kuracaksınız! Türk ordusu NATO’ya, Pentagon’a bağlı, buna göre örgütlenmiş, biçimlenmiş bir kurumdur. Batı sisteminden tümüyle bağımsızlaşmadan farklı bir ordu kuramazsınız.”
“AKP yeni bir ordu oluşturmuyor. Var olan orduyu, onun temel yapısına dokunmayacak biçimde değiştiriyor. Ordu NATO kriterlerine göre örgütlenmiş, bu kriterlere göre eğitilmiş, bu ilişkiler içinde kalmaya devam eden bir kurum. AKP komutanları değiştiriyor. Kurumu ve sistemi değil.”1
Bugün de bu konuda söylenecek yeni bir şey yok.
Özetle orduyu yeniden yapılandırma girişimi istenmeyen iki sonuç verdi: T. Erdoğan’ın tek adam diktatörlüğü ve ordunun bir yanda FETÖ'cü denilenlerle, diğer yanda bunlara karşı olanlar biçiminde ikiye bölünmesi. Yani egemen sınıflar bir bakıma kaş yapayım derken göz çıkardılar. Şu an düzenin en acil işlerinden biri ordunun içinde bulunduğu karmaşaya son verip, onu yeniden yapılandırmaktır. T. Erdoğan’la M. İnce ve CHP arasındaki ordu tartışmasının sebebi budur.
Bu işin aciliyeti içinde bulunduğumuz ağır siyasi ve ekonomik bunalımdan da kaynaklanıyor. 24 Haziran’da yapılacak seçimler hiçbir sorunu çözmeyecektir. AKP ve T. Erdoğan’ın iktidarda kalması durumunda, bu iktidar kitlenin gözünde gayrımeşru bir yönetim olacaktır. Çünkü AKP ve Erdoğan zaten halkın gözünde, 7 Haziran 2015'de ve referandumda kaybettikleri halde, bu mevkilerde zorla oturan işgalciler durumundadırlar. T. Erdoğan’ın seçimle güven tazelemesi mümkün değildir.
Muhtemel bir iktidar değişikliğinde ise örneğin CHP-İYİ Parti iktidarında, Kürtlerin, işçi sınıfının, Alevilerin, gençliğin, kadınların demokratik istemlerine tatmin edici cevaplar verilemeyecektir. Çünkü düzenin bu demokratik tavizleri verecek gücü yoktur. Cumhuriyet kurulduğu günden beri bu demokratik hakları verebilecek gücü kendinde bulamamıştır, bugün ise daha kötü durumdadır. Unutulmamalı ki Kürtler üzerinde uygulanan zorla imha politikaları, seçilmiş milletvekillerinin, belediye başkanlarının hapse atılması, demokratik kitle örgütlerinin, derneklerin, dergilerin, gazetelerin kapatılması, solcuların işten atılması, işçilerin sendikalaşmasının, grev ve eylem yapmasının yasaklanması, Alevilerin yok sayılması vs. bütün bunlar AKP’nin keşfettiği, AKP iktidarlarıyla birlikte uygulanmaya başlayan politikalar değildir. Bunlar Türkiye Cumhuriyeti kurulalı beri uygulanan devlet politikalarıdır ve arkasında yerli ve emperyalist sermaye vardır.
Yukarıda değindiğimiz gibi bizzat AKP, 2002 yılında Kürtlere, sola ve muhaliflere uygulanan bu şiddet politikalarıyla başa getirilmiştir. Yakın tarihe örneğin 1990’lı yıllara bakarsanız, CHP’nin, Meral Akşener’in, T. Karamollaoğlu’nun da bu yasak ve şiddet politikalarına çok yabancı olmadıklarını görürsünüz.
Üstelik muhtemel bir iktidar değişikliği egemen sınıflar açısından hiç de istenmeyen sonuçlar ortaya çıkaracaktır. T. Erdoğan’ın devrilmesi, devrimci, demokratik güçlere yeni bir moral verecek, bürokraside, sendikalarda (özellikle Memur-Sen ve Hak-İş’te) meydana gelecek hızlı dağılma, hapiste bulunan binlerce siyasi kadronun bırakılması, kapatılan derneklerin, yayın organlarının yeniden açılması, basın, örgütlenme, gösteri, miting yasaklarının kalkması, ortaya düzen ve egemen sınıflar açısından hiç de istenmeyen bir durum yaratacaktır. Bu nedenle AKP’nin yerini alacak olan yeni iktidarın genel politikası bir yandan kitleyi göstermelik tavizlerle oyalamaya çalışırken, diğer taraftan şimdiki AKP iktidarının uyguladığı, baskı politikalarını, yasakları devam ettirmek olacaktır.
Aslında ülkemizde egemen sınıflar ve emperyalizm açısından bakıldığında darbe koşulları vardır. Önlenemeyen Kürt hareketi, ağır bir ekonomik kriz, denetlenemeyen bir parlamento ve siyasi iktidar, kitleselleşmiş ve her an patlamaya hazır bir halk muhalefeti vs. Fakat ordu, Ergenekon operasyonları, başarısız 15 Temmuz darbe girişimi ve sonrasında yaşananlar nedeniyle yüzde yüz güvenilir bir halde değildir. Ordunun içinde bulunduğu duruma, düzenin yaşamakta olduğu siyasi, ekonomik, ideolojik krizin bu kuruma yansıması olarak da bakılabilir.
Bu nedenle ister AKP iktidarda kalsın, isterse muhalefet iktidara gelsin, her iki durumda da ordunun mevcut karmaşık haline son vermek bir zorunluluktur. AKP darbe sonrasında yaptığı panikatak uygulamalarla, ordunun yeniden yapılanma işini NATO ve düzen adına hakkıyla yapamayacağını ispat etmiş durumdadır. Orduya prestij kazandırma, orduyu özellikle Atatürkçü, ulusalcı kesimlerin gözünde umut haline getirme görevi muhalefete verilmiş görünüyor. Düzenin bu işin altından nasıl kalkmaya çalışacağını seçimden sonra göreceğiz. Ordunun yarım kalan yeniden yapılanma işinin, çok riskli de olsa, yeni bir darbe süreci içinde gerçekleştirilmeye çalışılması da ihtimaller dahilindedir. Böyle bir darbenin Atatürkçü ve İslami kesimi de hırpalayan laik görünümlü bir darbe olabileceğini şimdiden söyleyebiliriz.
Şimdiden söylenebilecek başka bir şey de yeniden yapılanacak ordunun Atatürkçülüğü İslami bir biçime sokacağıdır. Bunun nasıl bir şey olacağını tahmin edebilmek için örneğin Halk TV’nin yayınladığı kitap reklamlarına bakılabilir. Bu kitaplarda Atatürk’ün İslama nasıl hizmet ettiği, gerçek İslamın ne olduğu, Atatürk'ün gerçek İslama değil dinin istismarına karşı olduğu vs. anlatılmakta yani dini yanı önde olan bir Atatürk portresi yerleştirilmeye çalışılmaktadır.
Sonuç olarak 24 Haziran sonrasında AKP ya da onun yerine iktidara gelecekler eliyle Türkiye’ye demokrasinin getirilmesini beklemek gerçekçi değildir. Umut toplumsal, demokratik hareketin bizzat kendisindedir. Tabii ki HDP’nin meclise girmesinin ve AKP’nin yenilgisinin, toplumsal muhalefetin moralini artıracağı, yeni güç dengeleri ortaya çıkaracağı da ortadadır.