22 Kasım 2024 Cuma

Olcay Çelik yazdı | İstifa krizi kapitalizmin krizidir

Albayrak'ın istifa süreci krizin doğrudan bir sonucudur. Bakanın zaten görevden alınıp alınmayacağı ya da onu tepkisel bir istifaya götüren sürecin tam olarak ne zaman başladığı meselesi çok önemli değildir. Hatta damadın yerine atanan ismin kim olduğunun da zerrece önemi yoktur. Tespit edilmesi gereken, siyasi iktidarı bir iç krize sevk eden şeyin kapitalist kriz olduğu, en katı faşist örgütlenmenin bile artık bu krizi ötelemeye yetmiyor oluşudur. Asıl soru da, faşist şefin bu saatten sonra Türkiye kapitalizmi için farklı bir plan uygulayıp uygulamayacağıdır.

Doların akla hayale gelmeyecek rekorlar kırmasının ardından Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak'ın "At izinin it izine karıştığını" belirttiği ve "Rabbim sonumuzu hayreylesin" diyerek bitirdiği sitem dolu Instagram paylaşımı ile istifa etmesi, ardından sarayın içe kapanması ve emri alan burjuva medyada 27 saat boyunca istifa ile ilgili tek bir haberin dahi çıkmaması, faşist diktatörlüğün kapitalist krizi ertelemede giderek daha da zorlandığını ve bu zorlanmanın artık devlet içi krizler doğuracak kadar sertleştiğini gösteriyor.

Peki, böylesi bir kırılmaya yol açacak süreç neden ve nasıl gelişti? Faşist şefin ekonomi politikaları çöktü mü? Yeni atamalar ekonomide yeni bir döneme mi işaret ediyor? Dolar düşecek ve kapitalist krizin yaratacağı çöküş ertelenebilecek mi?

TÜRKİYE KAPİTALİZMİNİN KRİZ DİNAMİKLERİ
Bilindiği üzere, Türkiye kapitalizmi büyüyebilmek için yabancı sermaye akımlarının akışının artarak sürmesine ihtiyaç duyuyor. Bu, Türkiye'nin bir mali-ekonomik sömürge olmasının doğal bir sonucu. Enerji kaynaklarının yetersizliği ve emperyalist üretim hiyerarşisinin orta kademelerindeki taşeron rolü onu diğer taşeron ülkelerle rekabet edebilmek için hem iç pazar hem de ihracat için üretimde ithal-girdi kullanımını arttırmaya zorluyor. Bu ithalatın karşılanabilmesi için de döviz getiren yabancı sermaye akımlarının artarak sürmesi ve Türk burjuvazisinin de bu akımları çekebilmesi gerekiyor. Buna Türkiye kapitalizminin birinci dinamiği diyebiliriz.

Türk burjuvazisi iki bloklu bir yapıya sahip. Siyasi iktidarın dolaysız temsilcisi olduğu sermaye bloku yetersiz birikimden dolayı daha çok inşaat sermayesine yoğunlaşmışken, dolaylı temsilcisi olduğu diğer blok sanayi ve mali sermaye gücünü elinde tutuyor. Bu durum, burjuva sınıfın iktidarı olan faşist şefin her iki blokun da çıkarlarını gözetmesini, ancak siyasi varlık sebebini koruyabilmesi için aynı zamanda dolaysızca temsil ettiği blok lehine eşitsiz bir kaynak tahsisi yapmasını koşulluyor. Bu da Türkiye kapitalizminin ikinci dinamiğini oluşturuyor.

Siyasi iktidarın ilk 10 yılı boyunca bu dinamikler birbiriyle ciddi anlamda çelişmedi. Ancak borsa-faiz vurgunu için dünyaya akmakta olan emperyalist mali sermaye fonlarının kapitalizmin küresel krizine bağlı olarak özellikle 2013 sonrasında yavaşlaması ile birlikte hem birinci dinamiği sürdürmek giderek zorlaştı, hem de dinamikler arası çelişkiler baş gösterdi.

Azalan mali sermaye akımlarından aynı ya da hatırı sayılır büyüklükte bir pay alabilmek için faizlerin buna uygun oranda arttırılması gerekiyordu. Zira aksi, yeterli döviz gelmeyeceği için TL'nin kontrolsüzce değersizleşmesi, mevcut döviz borçlarının katlanması, ithalatın çok daha pahalılaşması anlamına gelecekti. Ancak bu önlem ithalat bağımlılığına bir çare olmayacak, hatta bilakis onu besleyecekti. Öte yandan faizlerin arttırılması ikinci dinamiği de baltalayacaktı. Zira inşaat sektöründe talep doğrudan faiz oranlarına bağlıydı. Ayrıca iktidarın sınıfsal temsiliyetinde çok önemli bir yere sahip olan Anadolu orta burjuvazisi daha çok TL kredileri ile iş görüyordu. Bunlara koşut olarak, yüksek faiz koşullarında kendi sermaye blokunu kamu harcamaları ve borçlanması yoluyla fonlamak çok ama çok daha maliyetli hale gelecekti.

Dolar borcu daha çok dolaysız temsil edilen sermaye blokunun hakim olduğu ihracatta ve sanayideydi. Ayrıca aynı blokun hakim olduğu mali sermaye karları halihazırda yüksek seviyelerdeydi. Kapitalizmin küresel krizinin dayattığı bu ikilemde faşist şef net bir tercih yaparak krizin burjuvaziye düşen yükünü (yani kardan zararı) daha çok bu bloka yüklemeyi ve ikinci dinamiği beslemeyi seçti. Öncelikli hedef kur değil, düşük faiz olacaktı. Bu süre zarfında da hem "yerli ve milli" üretim hamlesi ile ithalat bağımlılığı azaltılarak, hem de yeni enerji kaynaklarına ulaşılarak emperyalist üretim hiyerarşisinde daha yukarı halkalara tırmanılabilecekti. Elbette emek gücüne yönelik yeni bir ucuzlatma saldırısı da buna eşlik etmeliydi.

FAŞİZMİN "ÇÖZÜMÜ"
Başkanlık sistemi ile de bunun için gereken karar ve uygulama araçları inşa edilmiş oldu. Merkez Bankası'nın bu zamana kadar emperyalist mali sermaye akımlarının ihtiyaçlarına tam uyumla hareket etmesi demek olan "özerkliği" ortadan kaldırıldı, emperyalist kurumlarla eşgüdüm komiserliği olarak iş gören ve onların onayıyla atanan Hazine ve Maliye Bakanlığı'nın başına damat geçirildi. Kamu bankaları kredi dağıtım taburları olarak yeniden örgütlendi. İhtiyaç duyulan TL kaynağı işsizlik fonu, deprem vergileri gibi fonların gasbı ya da doğrudan para basılarak karşılandı. Meclisin işlevsizleştirilmesi kamu bütçe ve harcamalarını iyice hesapsız ve karanlık hale getirdi. Yayılmacılık ve işgalcilik hem savaş sanayisi yoluyla yerli yüksek teknoloji üretimini arttırmanın, hem de yeni enerji kaynaklarına erişimin aracı kılındı. Tam anlamıyla krediye ve kamu fonu yağmasına dayalı zorlama bir büyüme dönemine, daha doğrusu çöküşü erteleme dönemine girildi. 

Salgında kapitalist krizin basıncı arttıkça ekonominin bu yeni örgütlenmesi çok daha aktif bir şekilde işledi. Tarihin en büyük kredi genişlemesi de, emek gücünü ucuzlatmak için ücretsiz izin gibi esnek ve güvencesiz çalışma uygulamalarının devreye sokulması da bu dönemde gerçekleşti. Hesap oydu ki, salgının ağırlaştırdığı krizde ekonomiyi açık, işler ve ucuz maliyetli tutarak dünya ticaret pastasında eskisinden daha yüksek bir pasta dilimine kavuşulacaktı.

Faizlerin düşük tutulması, beklendiği gibi, yeterli vurgun imkanı bulamayan yabancı sermayenin çıkışını daha da hızlandırmasını ve yerli sermayenin de dolara kaçmasını koşullayarak TL'nin hızla değersizleşmesine yol açtı. Önceliğin düşük faize verilmesi kurların hepten boşlanması anlamına gelmiyordu tabii. TL'nin değersizleşmesini yavaşlatmak için Merkez Bankası rezervleri eritildi, kamu bankalarına döviz sattırıldı, özel bankalara da satış için baskı yapıldı.

Ne var ki deniz bitti. Dolar ve Euro kurları en kötümser analistin bile tahmin edemeyeceği rekorlar kırdı. Ancak faşist şef de, onun memurundan başka bir şey olmayan damadı da kuyruğu dik tutuyordu. Bu sefer de "değersiz TL'nin ihracatta Türkiye kapitalizmine rakiplerine göre avantaj sağladığı" söylenmeye başlandı. Ancak beklenen anti-ithalat devriminin (!) bir türlü gelmemiş olması, aksine ihracatla beraber ithalatın da artmaya devam ediyor oluşu hem iç pazar hem de ihracat pazarı için yapılan üretimlerin maliyetlerini arttırıyor, dolayısıyla bu varsayımsal avantajı kadük bırakarak fiyatların, borçların ve iflas risklerinin daha da artmasına yol açıyordu. Her ne kadar bu durum üreticiyi krediye boğarak aşılmaya çalışıldıysa da mızrak çuvala sığmıyor, çuval mızrağın süsüne dönüşüyordu.

OYUN DEĞİL, KOSTÜM DEĞİŞİYOR
Albayrak'ın istifa süreci işte bu krizin doğrudan bir sonucudur. Bakanın zaten görevden alınıp alınmayacağı ya da onu tepkisel bir istifaya götüren sürecin tam olarak ne zaman başladığı meselesi çok önemli değildir. Hatta damadın yerine atanan ismin kim olduğunun da zerrece önemi yoktur. Tespit edilmesi gereken, siyasi iktidarı bir iç krize sevk eden şeyin kapitalist kriz olduğu, en katı faşist örgütlenmenin bile artık bu krizi ötelemeye yetmiyor oluşudur. Asıl soru da, faşist şefin bu saatten sonra Türkiye kapitalizmi için farklı bir plan uygulayıp uygulamayacağıdır.

Türkiye kapitalizminin krizinin odak noktası TL'nin değersizleşmesi ise o halde faşist şef TL'nin değer kaybını önleyebilir mi diye sormak gerekiyor. Özetlemek gerekirse, TL 2 temel sebepten değersizleşiyor: Kapitalizmin küresel krizi sebebiyle mali sermaye akımlarında azalma ve bu azalmayı dengeleyecek olan faiz artışlarının yapılmaması. Dolayısıyla TL'nin değer kaybının etkin bir şekilde geri çevrilebilmesi için bu iki koşuldan en az birinin değişmesi gerekiyor.

Göründüğü kadarıyla kapitalizmin küresel krizinde yeni bir mali sermaye bolluğu yaratacak sıradışı bir iyileşme emaresi yok. Yüksek faiz ise faşist şefin dolaysızca temsil ettiği burjuva blokun çıkarlarının ve faşizmin kitle tabanını besleme imkanlarının altını oyar. Ucuz ve bol kredi dağıtmak zorlaşacağından, faşizmin dayanağı olan orta burjuvazi de, zaten yüksek ithalat ve katlanan eski döviz borcu maliyeti ile kar marjı iyice düşmüş olan sanayici de üretimden elini-ayağını iyice çeker. Maliyeti yükselen ev/tüketici kredileri inşaatla büyümeye ve yoksulların bir süreliğine de olsa borçla yaşatılabilme imkanlarına darbe vurur. Kamu patronların borçlarını kolayca üstlenemez hale gelir. Kamu borçlanması da pahalılaşacağından, eskisi gibi kolay ihale dağıtılamaz, harcama yapılamaz. Tüm bunlar iktidarın siyasi varlık hakkını çok daha hızlı bir şekilde zayıflatır. Kısacası TL'nin değersizleşmesini durdurabilecek nesnel adımların atılacağını beklemek gerçekçi gözükmemektedir.

Zaten böyle bir adım atmaya niyetin olmadığı da hem faşist şefin, hem de yeni atadığı Merkez Bankası Başkanı ve Hazine ve Maliye Bakanı'nın açıklamalarından net bir biçimde görülüyor. Erdoğan 10 Kasım'da yaptığı konuşmasında Albayrak'ın istifasından bahsetmese de, emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşı metaforlarını yine cömertçe kullanarak, "Türkiye'yi faiz, kur, enflasyon prangasıyla modern kapitülasyonlara mahkum etmek isteyenlere karşı şimdi de tarihi bir mücadele" verdiklerini söyledi. Merkez Bankası'nın yeni başkanı Naci Ağbal da öncelikli hedefin kur değil, enflasyon olduğunu söyleyerek faiz artışına yönelik bir işaret vermemiş oldu.

Peki, ne olacak? Nesnel koşullardan ve beyanatlardan yola çıkarsak, faşist şefin plan ve politikalarında herhangi bir değişimin olmayacağını ancak TL'nin değer kaybının geriletilmesi için daha dengeli bir iletişimle, daha az saldırgan "görünen" bir para ve maliye politikasının uygulanmaya başlanacağını söyleyebiliriz. Belki de buna belli oranda faiz artışı dahi eşlik edebilecektir. Nitekim şefin aynı konuşmada yukarıda paylaştığımız cümlenin hemen ardından söylediği sözler emperyalist merkezleri teskin ederek doların ateşini kesmeye çalıştığını gösteriyor: "Serbest piyasa ekonomisi kurallarından taviz vermeden [=Mülkiyet hakkına dokunmayacağız], büyümeyi özel sektör eliyle sürdürme kararlılığından vazgeçmeden [=Beşli çeteyi biraz daha az besleyeceğiz], paranın milliyeti ve sınırı olmadığı gerçeğini unutmadan [=Mali sermaye oligarşisinin ihtiyaçlarına uygun davranacağız] tüm gücümüzle çalışıyoruz." Daha dengeli bir iletişim mesajı rolünü de Merkez Bankası'nın yeni başkanı Naci Ağbal'ın ilk beyanatındaki ifadeleri oynuyor: "Para politikasında, şeffaflık, hesap verebilirlik ve öngörülebilirlik ilkeleri çerçevesinde iletişim güçlendirilecektir."

Bu yüzeysel taktiklerin aynı anda hem TL'nin değersizleşme sürecini tersine çevirmeye, hem de faşist şefin düşük faiz politikası uygulamaya devam etmesine izin vermeyeceğini düşünüyoruz. Dolayısıyla Türkiye kapitalizminin yaşadığı kriz geçmiş ya da ertelenebilmiş değildir. TL'nin değersizleşme süreci devam edecektir. Dolayısıyla emeğe saldırılar da, savaş da, işgalcilik de, devlet terörü de devam edecektir. Siyasi iktidarın kendinden emin bir şekilde uyguladığı ince bir program ya da varmayı planladığı somut bir yer olduğunu düşünmemek gerekir. O çaresizlikleri değil, çaresizlikler onu yönetmektedir.

BURJUVA DEĞİŞİM BAYRAĞI
Bu açmazın burjuva yoldan kavranışının akla doğrudan getirdiği şey, krizin aşılabilmesi için faşist şefin gitmesi ve onun kendi siyasi varlık hakkını korumak için giriştiği ekonomi politikalarının (düşük faiz, yüksek kur, altyapı-inşaat yatırımlarına dayalı büyüme, yandaş sermayeye kaynak aktarımı vb.) terk edilmesidir. Yeni ekonomi politikaları çerçevesinde yabancı sermaye akımlarını ülkeye çekilebilecek yükseklikte bir faiz oranı uygulanarak kur düşürülmeli; inşaata değil, sanayi üretimine ve yüksek teknolojiye dayalı yatırımlara yönelmeli; kamu kaynakları yandaşlığa göre değil, liyakate göre dağıtılmalı ve ucuz değil, nitelikli işgücüne dayalı bir istihdam politikası benimsenmelidir.

"Burjuva ulusal kalkınmacılık programı" diyebileceğimiz ve maalesef emekçi solun da azımsanmayacak bir bölümünü ideolojik hegemonyası altında tutan bu hayaller burjuvazinin diğer kanadının ajandasıdır. Dahası, en az faşist şefin programı kadar da çelişkili, temelsiz, gerçek-dışı ve işçi-emekçi düşmanıdır.

Çelişkilidir, çünkü yüksek faiz – ucuz kur hedefi zaten üretimin yabancı sermayeye ve ithalata bağımlılığını büyütüp besleyen, dolayısıyla krizin altyapısını hazırlayan en temel faktörlerden olmuşken, çareyi tekrar yabancı sermayeyi çekmekte aramak kılıcın kestiğini kılıçla dikmeye çalışmaktan farksızdır.

Temelsizdir, çünkü sanayi ve yüksek teknoloji üretimine odaklanarak emperyalist üretim hiyerarşisinde daha yüksek fiyatlı üretimin gerçekleştiği basamaklara atlamak için öncelikle gerekli fiziksel ve ar-ge yatırımlarını yapabilecek ve uzun yıllar karsızlığı tolere edebilecek denli yüksek ve merkezileşmiş bir sermaye birikimi gerekmektedir. Oysa Türk sanayi sermayesi zaten bunun yokluğundan kaynaklı olarak uluslararası tekellerin orta teknolojili taşeron üretimine odaklanmıştır. Üretim anarşisinin yasaları geçmişin görece varlık koşullarında dahi yüksek değil, düşük-orta teknolojili üretimi daha karlı kılmışken, krizde tam tersinin mümkün olabileceğini onlara düşündüren nedir? Üstelik bunu (teoride) sağlayabilecek katı merkezi bir kapitalist devlet aygıtı baştan reddedilmektedir.

Gerçek-dışıdır, çünkü "tüm yıldızlar yan yana gelse" bile, kapitalizmin küresel bir krizde olduğu unutulmaktadır. Salgın öncesinde dahi azalan kar oranlarının sabit sermaye yatırımlarının büyüme hızını sıfıra yaklaştırdığı, üretimin ateşinin kesildiği ve küresel ticareti dibe vurdurduğu bir evrede sermaye birikimi yeterli olan ileri kapitalist ülkeler bile yatırımı değil, hayali sermaye vurgunculuğunu seçiyorsa, Türk burjuvazisinin yatırım hamlesi de "hayalden" öteye gidemeyecektir.

İşçi-emekçi düşmanıdır, çünkü nitelikli işgücüne dayalı istihdam dedikleri şey daha fazla işsizlik; liyakate dayalı dağıtımı dedikleri şey kamu kaynaklarının halka değil, burjuva bloklara eşit dağıtılması ve borç krizine son tahlilde önerdikleri şey de IMF anlaşması, yani işçi-emekçi için "acı ilaç"tır. Şef kendi programını uygulamak için nasıl faşist teröre ve savaşa hız vermişse her türden burjuva iktidar da aynısını yapmak durumunda kalacaktır. Neticede Erdoğan'ın da "Burjuva değişim programıyla" iktidara geldiği unutulmamalıdır.

İŞÇİNİN-EMEKÇİNİN BAYRAĞI
Faşist şefin de burjuva muhalefetin de tabi olduğu yasaları belirleyen şey son tahlilde sermayenin yasalarıdır. O yasalar da bize yaşanan krizin genel olarak kapitalist üretim tarzının, özel olarak da mali-ekonomik sömürge tipi sermaye birikiminin krizi olduğunu göstermektedir. Her iki burjuva blok da, bu burjuva blokların dolaysız temsilciliğine soyunan farklı düzen partilerinin de derdi krizin kökensel sorumlusu olan emperyalist kapitalizmden kopuş değil, onun krizi altında ve yine onun içinde kendi sınıflarını var edebilmektir.

İşçi sınıfı ve ezilenler olarak "bizim" ekonomik sorunlarımızın kökeni ekonomik değil, siyasidir. Dolayısıyla ihtiyacımız da yeni bir ekonomi politikası değil, devrimci bir politikadır. Bakan Albayrak'ın olaylı istifası faşist diktatörlüğün kapitalist krizi ertelemede giderek daha da zorlandığını gösteriyorsa, yükselteceğimiz şey faşizme karşı yeni ve yine beyhude bir "burjuva değişim" bayrağı değil, devrim bayrağı, sosyalizm bayrağı olmalıdır.