Olcay Çelik yazdı | Depremden bizi hangi devlet korur?
Bu koşullar altında depreme dayanıklı konut için, etkin bir şehir planlaması için, denetim ve ceza sisteminin kurulabilmesi için düzenleyici-sosyal devlet kapitalizminin ruhunu geri çağırmak ham bir hayaldir, ırmağın akış yönünün düşünce yoluyla tersine çevrilebileceğini ummaktır. Bizi o ya da bu burjuva partisinin başında olduğu bir devlet değil, sosyalist bir devlet kurtarır.
Ev değil, tabutluklarda yaşatıldığımızı bu depremde bir kez daha gördük. 11 yılda 164 kez imar yasasını değiştirip, 7 kez imar affı çıkarmışlar. Marketler için taşıyıcı kolonların kesilmesine göz yummuşlar. İki dere arasına, alüvyonlu toprağa imar izni vermişler. Deprem toplanma alanlarına AVM'ler, siteler yapmışlar. Binaların güçlendirilmesi ve deprem önlemlerinin alınması toplanan 25 milyar TL deprem vergisini deprem dışında her yere harcamışlar. Deprem bir bıçaksa, bu düzen ve iktidar da katilin kendisi. Sinsi bir katil gibi adım adım ölümümüzü hazırlamışlar, hazırlıyorlar.
Sosyal medya bu taammüden cinayetin sayısız teşhiri ile dolu. Afyon işleri başkanı nedensellik zincirini ne kadar ahiretten, kıyametten kurarsa kursun, kitleler sebeplerin de, sonuçların da ayırdında. Yakıcı arzu ve talepler de bir o kadar net: depreme dayanıklı konutlar, iyi bir şehir planlaması, düzgün denetim ve ceza sistemi, afet anında hızlı, etkin ve merkezi bir yardım ağı...
Tüm bu arzular, piyasanın acımasız kurallarına teslim olmamış, sosyal ve halkçı bir devlete, sermayenin değil, işçinin, emekçinin, yoksulun devletine olan ihtiyaçta somutlanıyor. Ama böyle bir devleti nasıl kuracağız? Daha doğrusu, böyle bir şey mümkün mü? İşte bilince çıkarılamayan ya da yanlış bilinçle kavranan konu bu.
Çoğumuzun hafızasında 1960-70'lerin görece sosyal devlet uygulamaları var. Kamu üretimi yapan fabrikalar, kapitalist planlama, halk sağlığı önlemleri, ucuz ve güvenli gıdaya-giyime erişim, düşük işsizlik, yüksek ücretler vb... Sadece geçmişin değil, bugünün örnekleri de özlemimizi harlıyor. Örneğin ABD'de, Japonya'da çok daha şiddetli depremlerde, bırakalım ölümü hasarı, yaralı bile olmuyor. "Dolayısıyla" diyoruz, "Yurttaşına insanca, güvenli ve güvenceli bir yaşam sunan bir devlet dün de mümkündü, bugün de. Demek ki tek sorun bu kan emici AKP-MHP iktidarında!"
Sorunu mevcut siyasi iktidarda görmek elbette ki doğrudur. Zira evimizi yıkan, kanımızı emen bunlardır. Ancak kan emiciliklerinin nedeni onların kötülükleri, cahillikleri, sosyal devlet olmayı "seçmemiş" olmaları değil, kapitalist bir iktidar olmaları ve kapitalizmin krizde olmasıdır. Bunun neden böyle olduğunu lâyıkıyla kavradığımızda, burjuvazinin şu ya da bu partisinin iktidarının da neden işçinin, emekçinin, yoksulun hayrına tek bir kararname bile çıkaramayacağını görebilir ve özlediğimiz devleti nasıl kurabileceğimizi anlarız.
Kapitalizm, üretimin üretmek veya tüketmek için (yani arz ve talebe bağlı olarak) değil, kâr için yapıldığı üretim tarzıdır. Dolayısıyla tarihsel varlığı, kâr oranlarının kapitalisti doyurabilmesine bağlıdır. Eğer bu oran yeterli değilse, ortada istediğiniz kadar talep olsun, istediğiniz kadar kredi bolluğu olsun, istediğiniz kadar teşvik olsun, tek bir makinenin tek bir çarkı dahi dönmez. Kârın tek kaynağı canlı emek olduğu için ve rekabet de canlı emeği de makinelere oranla üretimden dışlamayı gerektirdiği için, canlı emeğin yatırılan toplam sermayeye oranı demek olan kâr oranı tarihsel olarak düşmek zorundadır. Düşen kâr oranı bir süre sonra kâr kütlesini de düşürür ve sermaye için üretimi sürdürmek anlamsız hale gelir. Krizler de bu noktada başlar.
Düşen kâr oranları, kapitalistin üretimi sürdürme ve yatırım yapma iştahını giderek kesen bir olgudur. Kapitalist sınıf bu eğilime karşı bir eğilim yaratmak için işçinin mesai saatine, çalışma hızına, tuvaletteki süresine, emekliliğine, sosyal haklarına, örgütlülüğüne saldırarak kâr oranını tekrar yukarı itmeye çalışır. Diğer yandan da yeni coğrafyaları savaşlarla, geleceği de borçlarla işgal ederek kendine yeni pazarlar açar.
Bugün krizden krize yuvarlanan kapitalizm kârını korumak için öylesine saldırgan hale geldi ki, 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında ortaya çıkan refah devleti modelini, yani sosyal kapitalist devleti de tasfiye etmek zorunda kalmış, sağlık, eğitim ve sosyal güvenlik sermaye için masraf olmaktan çıkarılarak pazar haline getirilmiştir. Zaten bu "model", işçi sınıfının hayrına değil, yükselen sınıf mücadelesine ve sosyalist blokun işçileri "zehirlemesine" karşı bir taviz olarak verilmişti. Üretimin ve tüketimin büyük ölçüde ulusal pazarlar içerisinde yapılıyor olması, dolayısıyla mutlak değil, göreli yoksullaştırmanın uygulanması da bununla örtüşen bir etkendi. Savaş sonrası yeniden-inşanın fiziksel sınırlara dayanması sonucu kapitalizmin krizinin 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren tahammülfersa boyuta ulaşması ve sosyalist blokun yenilmesi sermayeyi dizginlerinden boşandırdı, tüm kürede sınırsız ve engelsiz bir barbarlık evresine, yani emperyalist küreselleşme evresine geçmesine yol açtı.
Bu sürecin en belirgin özelliği sosyal devletin maddi-ekonomik temelinin ve planlayıcı-denetleyici gücünün çözülmesi oldu. Ama bunun etkileri şüphesiz ki her kapitalist ülkede aynı olmadı. Eşitsiz gelişim yasası sebebiyle, emperyalist merkezlerin aksine, geçmişte tekelci devlet kapitalizmi yoluyla sermaye birikimini ve iç pazar gelişimini yeterli seviyeye çıkaramamış (ve çıkaramayacak olan) yeni-sömürgeler, kapitalizmin bu yeni evresine temel şehir planlamasını, alt yapı inşasını ve konut sorununu halledememiş olarak girdi. Bu alanlar, tasfiye edilmiş olan (görece) sosyal, güçlü, denetleyici kapitalist devletlere değil, kontrolsüz piyasa anarşisine teslim edilecek, imar, iskan, tapu vaatleri ve afları ile her seçimde bir numaralı istismar konusu haline gelecekti. Çünkü düşük kâr oranı-yüksek kâr hacmi ile uluslararası tekellerin taşeronu olmak asıl hedef olsa da, burjuva sınıfı büyümesini sürdürebilmek için iç pazarda kamu varlıklarının talanına ve kuralsız-denetimsiz-dizginsiz bir inşaat kapitalizmine çok daha muhtaçtı. Artık sermayenin sopasından başka bir şey olmayan devletin zoru altında işçi sınıfı için, değil sağlıklı-güvenli konut hakkını elde etmek, tuvalette geçirdiği dakikaları bile korumak zordu.
Bu koşullar altında depreme dayanıklı konut için, etkin bir şehir planlaması için, denetim ve ceza sisteminin kurulabilmesi için düzenleyici-sosyal devlet kapitalizminin ruhunu geri çağırmak ham bir hayaldir, ırmağın akış yönünün düşünce yoluyla tersine çevrilebileceğini ummaktır. Aksine, küresel ve yerel ölçekte giderek ağırlaşan ve kâr sızdırmayı giderek daha da zorlaştıran kapitalist kriz, burjuvazinin o ya da bu kanadını insan hayatını hiçe sayan bu kuralsızlığı, plansızlığı ve talanı çok ama çok daha fazla hızlandırmak zorunda bırakmaktadır, bırakacaktır.
Aslına bakılırsa bu tarz "sol" muhalefet, yani bildiğimiz reformizm de kapitalizmin "altın çağı" denen 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasındaki kısa dönemdeki refah devleti modelinin bakiyesidir. Belirttiğimiz gibi, bu dönemin reformizmi nesnel zeminini burjuva devletler üzerindeki ikna gücünden gücünden değil, var olan bir devrimden ve devrimci yükselişlerden alıyordu. Yani reformizmi "mümkün" kılan da sosyalizmdi! Oysa bugün burjuvazi üzerinde baskı oluşturacak böyle bir maddi zeminimiz yok. Dolayısıyla reformizm ile "hiç olmazsa bir mevzi kazanmayı" ummak yerine bu maddi zeminin inşası için çalışmak zorundayız. Açıktır ki, sosyal devlet kapitalizmi için çağrı yapmak ise umudu burjuva muhalefete bağlayacak, zihinleri bulandıracak ve kitlelerde devrimin zorunluluğu fikrinin gelişmesini daha çok engelleyecektir. Yani sadece beyhude değil, artık zararlıdır da.
Bu yüzden burjuva iktidarın teşhirini burjuva reformizminin yalıtılması ile birleştirmek ve devrimci sosyalist propaganda ve örgütlenmeyi daha da cesaretle yükseltmek zorundayız:
Evimizi yıkan bu kapitalist düzendir. Kapitalizm krizdedir. Kâr sızdırmaya devam edebilmesi için her geçen gün daha da çürük binalar yapmak, her dere yatağını inşaatla doldurmak, her denetimi askıya almak, her ruhsatsız binaya imar affı çıkarmak, deprem için toplanan her kuruşu kredi olarak dağıtmak, savaşa-işgale harcamak zorundadır. Kısacası, onun kâr etmeye devam edebilmesi için bizim ölmemiz gerekmektedir. Bu düzen artık bize görece ve bir süreliğine de olsa insanca ve güvenli bir hayat sunamaz.
Bizi o ya da bu burjuva partisinin başında olduğu bir devlet değil, sosyalist bir devlet kurtarır. Ev diye tabutluklarda yaşamak istemiyorsak, depremde ölmek istemiyorsak kâr için üretim demek olan kapitalizmi yerine toplum için üretim demek olan sosyalizmi kurmak zorundayız.
Bunun için kapitalizmin koruyucusu olan burjuva-faşist devleti ve onun bugünkü iktidarı AKP-MHP diktatörlüğünü yıkmalı, işçi sınıfının kendi devrimine hazırlanması için gerekli asgari koşulları sağlamalıyız.
Başka yolu yok.