Olcay Çelik yazdı | Bangladeş'ten Türkiye'ye ucuz işgücü cehennemlerinden çıkış
İktidarı ve muhalefetiyle, sakallı ve "modern" kapitalisti ile bir bütün olarak burjuvazi ülkeyi işte böyle yönetmek istiyor. Onlar Anadolu coğrafyasını Asya'ya rakip yeni bir ucuz emek cehennemi haline getirmek istiyor. İşbirlikçiliğini yaptıkları emperyalist patronlara "Süper-sömürüyü en iyi ben uygulayabilir, sana en fazla kârı ben transfer edebilirim" diye bağırıyor. "Faşizm ile ülkeyi işçi örgütlerinden, komünist partilerinden temizliyorum, vergi zaten istemiyorum, dilediğin kadar yüksek faiz vermeyi de kabul ediyorum, yeter ki gel" diye de ekliyor.
Geçtiğimiz günlerde Bangladeş'te H&M, Zara, Mango, Benetton, Primark gibi uluslararası tekellerin taşeron firmalarında çalışan on binlerce tekstil işçisi aylık ücretlerin 70 Euro'dan sadece ve sadece 190 Euro'ya çıkarılması talebiyle greve gittiğini ve yaşanan çatışmalarda 300'den fazla hazır giyim fabrikasının kapatıldığını, 50'den fazlasının da tahrip edilip ateşe verildiğini okuduk. Bangladeş'i yine aynı tekeller için üretim yapan taşeron firmaların toplandığı Rana Plaza'nın 24 Nisan 2013'te çökmesi sonucu 1138 işçinin katledilmesiyle hatırlıyoruz.
Dünyanın en sefil koşullarında çalışan işçilerin Batı toplumlarının o ışıltılı kıyafetlerini üretmesinin yarattığı dramatik tezat Bangladeş'i "ucuz işgücü cehennemlerinin" bayraklaşmış bir örneği yapıyor. Ne var ki, Bangladeş işçi sınıfının durumu acınası bir istisnaya değil, bugün küresel ekonomik işleyişi kuran kaideye işaret ediyor ve Türkiye işçi sınıfı da bundan azade değil.
ÜÇÜNCÜ TİP ARTI DEĞER SÖMÜRÜSÜ: SÜPER-SÖMÜRÜ
Özellikle kapitalizmin 1974-75 krizinden sonra emperyalist sömürünün esas olarak üretimin emek-yoğun süreçlerinin bahse konu ucuz işgücü cehennemlerine kaydırılması ile gerçekleştiğini biliyoruz. Metaların mali-ekonomik sömürge ülkelerde ucuza üretilip, emperyalist ülkelerde tekel fiyatına satılması, artı değerin üretildiği ülkelerden gerçekleştirildiği ülkelere akmasını sağlıyor ve bu da kâr oranlarının düşme eğilimine bir karşı-eğilim yaratıyor.
Buradaki "ucuzluk" sadece farklı ülkelerin işçilerine ödenen ücretin nominal/parasal olarak daha düşük olmasından fazlasını anlatıyor. Emperyalist kapitalizm, aynı üretkenlik seviyesine sahip ve aynı işi yapan farklı ulusların işçi sınıflarının asgari geçim sepetlerinin boyutunu, yani onları yaşar halde tutacak temel yaşam ihtiyaçlarının miktarını farklılaştırarak, mali-ekonomik sömürge ülkelerde işgücünün fiyatını değerinin altına itiyor. İşgününün uzatılması (mutlak) ve teknolojinin üretime uygulanması (göreli) ile gerçekleştirilenlerden farklı olarak üçüncü tip bir sömürü biçimine işaret eden sömürüye "süper-sömürü" adı veriliyor. Metaları üreten işçi sınıfının ana gövdesini barındıran coğrafya dünya nüfusunun yüzde 86'sına sahipken, esas olarak bu işçilerin ürettiği toplam değerin yüzde 73'ü dünya emekçilerinden duvarlarla korunan emperyalist ülkelere bu yolla akıyor.
Süper-sömürüyü işbaşında görmenin en kolay yolu farklı ulus işçilerinin aldığı ücretlere bakmak. Ülkeler arası birim işçi maliyetlerinin kaydını yerel para birimi, dolar ve satın alma gücü paritesi bazında kayıt altına alan Dünya Çalışma Örgütü (ILO) bu anlamda önemli bir kaynak. ILO'nun "Rekabetçilik Göstergeleri" veri tabanı her ne kadar tüm ülkeleri kapsayıcı nitelikte olmasa ve kapsadığı ülkelere dair en güncel verileri sunmasa da, "küresel ücret arbitrajı" olgusunu görebilmemizi sağlıyor. Örneğin imalat sanayinde birim işgücü maliyetlerde durum neymiş, bakalım.
Birim işgücü maliyetlerinin ülkeler arasındaki nominal/parasal farkını gösteren bu grafiğe göre, içlerinde Türkiye, Brezilya, Filipinler, Tayland vb. ülkelerin de yer aldığı mali-ekonomik sömürgelerin imalat sektöründe işçi ücretleri, daha doğrusu kapitalistlerin birim işgücü maliyetleri ile emperyalist ülkelerdeki maliyetler arasında 10 kat fark var.
Tekeller üretimleri bir başka ülkeye taşıma/devretme kararı alırken öncelikle birim işgücü maliyetinin nerelerde düşük olduğuna bakıyor. Ancak parasal değerler arasındaki bu farkların farklı ülke işçileri arasındaki sefalet farkını doğrudan yansıttığını söylemek hata olur. Her ülkede meta fiyatlarının düzeyi aynı olmadığından, her bir doların satın alabilecekleri de aynı olmuyor. Farklı ülke işçilerinin asgari geçim sepetinin boyutunu eş düzeyde karşılaştırmanın eldeki görece en sağlıklı yollarından birisi de söz konusu birim işgücü maliyetlerini satın alma gücü paritesi (SAGP$) ile revize etmek.
Bu grafik bize ülkelerin imalat sanayindeki birim işgücü maliyetlerini SAGP bazında dolar değeri üzerinden gösteriyor. Mali-ekonomik sömürgelerde tüketim araçları ucuz, emperyalist ülkelerde pahalı olduğundan, haliyle, ilkindeki birim işgücü maliyetleri yükselirken, ikincidekiler düşüyor. Ancak fark azalsa da, kapanmıyor. Söz konusu iki grup ülke işçilerinin "gerçek" ücretleri arasında hala 5 kat fark görülüyor. Yani kapitaliste maliyeti itibariyle bir AB işçisinin hayatta kalmak için ihtiyaç duyduğu geçim sepeti ile 5 Ortadoğulu ya da Latin Amerikalı işçi geçinmek zorunda. Başta da dediğimiz gibi, bu, basit ve arızi bir adaletsizlik değil, emperyalist kârların yaratılmasının temel mekanizması.
Avrupalı Marksistlerin iddia ettiğinin aksine bu fark emperyalist ülke işçisinin daha üretken olmasından kaynaklanmıyor. Bu, burjuva iktisat ideolojisinin tezi. Değeri belirleyenin emek-zamanı olduğunu gösteren Marksist teori bize aynı saatler boyunca çalışan işçilerin ürettiği değerin aynı olacağını, üretken olanın sadece daha fazla meta, yani kullanım değeri üreteceğini, bu durumda aynı değerin sadece daha fazla metada temsil edileceğini ve kapitalistin üretkenlik farkıyla kazandığı ekstra-kârların kendi işçisinden değil, bilakis üretkenlik bakımından geri teknoloji kullanan kapitalistlerden geldiğini anlatıyor. Dahası, emperyalist sömürü dediğimiz şey zaten üretimin emek-yoğun süreçlerinin daha niteliksiz işçilere değil, tamamen aynı bireysel üretkenliğe sahip ama daha ucuza çalışacak işçilere devrini anlamına geliyor. Aksi halde ucuz işgücü denmesinin bir anlamı olmazdı. Bir kalıp işçisinin işgücünün bir mühendise göre ucuzluğundan bahsedilemez, Asyalı bir kalıp işçisinin ABD'li bir kalıp işçisine göre ucuzluğundan bahsedilebilir.
SÜPER-SÖMÜRÜNÜN KAZANANLARI VE KAYBEDENLERİ
Tabii buradan emperyalist ülke işçi sınıfının nesnel çıkarı emperyalizmin sürmesindedir sonucu, en azından bugün için, çıkarılamaz. Andaki sefalet farkı açık da olsa ve hatta birinin ucuza tüketebilmesi diğerinin süper-sömürüye maruz kalması sayesinde de olsa, bugünkü nesnel eğilim bu farkın emperyalist ülke işçisi aleyhine kapanmakta olmasıdır. Ortalama kâr oranları azaldıkça ve küresel durgunluk atlatılamadıkça emperyalist tekeller de mali-ekonomik sömürgelerden transfer ettiği değeri kendi işçisiyle giderek çok daha az paylaşmakta ve hatta paylaşmamaktadır. İngiltere'de ulusal sağlık sisteminin özelleştirilmesi ve Fransa'da emeklilik yaşının yükseltilmesi üzerine kopan sınıf çatışmaları bunun örnekleridir.
Süper-sömürü olgusunda kazanan emperyalist ülke işçisi olmadığı gibi, mağdur olan da, mali-ekonomik sömürge ulusun bütün sınıfları değildir. Bu ülkelerin burjuvazisi bu ilişkide emperyalizmin işbirlikçisi safındadır. İç pazarın dar sınırlarından kurtulup, emperyalist taşeronluğun yaratacağı dış pazarların sonsuz görülen ufkuna yelken açan yerli burjuvaziler, aynı durumdaki diğer mali-ekonomik sömürge burjuvazileri ancak kendi işçisinin işgücünü daha da ucuzlatarak rekabet edebilir ve uluslararası tekellerin siparişlerine mazhar olabilir. Yani ulusal ekonomiler son tahlilde ancak yerli işçi sınıfını daha da sefil hale getirebilirlerse "sağlıklı" kalabilirler, büyüyebilirler. Bugün bu ülkelerde ekonomi politikası denilen ve üzerine sayısız uzmanın konuşup kafa açtığı şeylerin tamamının özü buna dayanır. Bu anlamda "Yüksek teknolojili üretim" zırvaları da daha, örneğin, ucuz bir kalıp işçisi yaratmanın yerine daha ucuz bir bilişim işçisi yaratmaktan başka hiçbir anlam taşımaz. Nitelik yükselir, ucuzluk bâki kalır.
Bu ucuzlaştırmanın maddi koşulları metaların ve sermayenin aksine emeğin serbest dolaşımını engellemek ve işsizliği yüksek tutmaktır. Bu maddi koşullar sadece ekonomi politikalarıyla değil, Türkiye'de olduğu gibi doğrudan göçmen politikaları ile de sağlanabilir. Ancak yine de işçi sınıfı işsizlik tehdidine karşı birlik olabilir. Bu birlik ihtimalini en baştan engelleyebilmek için daha fazlası lazımdır o da ırkçılık, şovenizm, dinsel gericilik ve nihayetinde faşizm sağlanır. İş ne kadar az, işçi sınıfı da ne kadar örgütsüz, hürriyetsiz ve birbirine düşman olursa işgücü de o kadar ucuzlatılabilecektir.
TÜRKİYE'DE SÜPER-SÖMÜRÜNÜN BOYUTLARI
Şimdi ILO'nun aynı veritabanını kullanarak Türk burjuvazisinin kendi işçisini ucuzlatması serüveninin son yıllarına bir bakalım.
Türkiye işçi sınıfının kapitalistlere birim maliyeti hem parasal bazda hem de satın alma gücü paritesi bazında son 6 yıldır eriyor. Yani işçi sadece TL değersizleştiği için göreli olarak fakirleştirilmiyor, satın alma gücü bakımından da, yani mutlak olarak da fakirleştiriliyor. Bu ikisi zaten el ele gidiyor. Türk burjuvazisi diğer mali-ekonomik sömürge burjuvazileri ile rekabette öne geçmek, yani onlardan daha ucuza üreterek daha fazla sipariş toplamak için kendi işçi sınıfının asgari geçim sepetini son 6 yıl içerisinde tam üçte bir oranında daraltmış. Diğer bir deyişle, üç ekmekle doyması gereken bir aile iki ekmekle doymak zorunda bırakılmış.
İktidarı ve muhalefetiyle, sakallı ve "modern" kapitalisti ile bir bütün olarak burjuvazi ülkeyi işte böyle yönetmek istiyor. Onlar Anadolu coğrafyasını Asya'ya rakip yeni bir ucuz emek cehennemi haline getirmek istiyor. İşbirlikçiliğini yaptıkları emperyalist patronlara "Süper-sömürüyü en iyi ben uygulayabilir, sana en fazla kârı ben transfer edebilirim" diye bağırıyor. "Faşizm ile ülkeyi işçi örgütlerinden, komünist partilerinden temizliyorum, vergi zaten istemiyorum, dilediğin kadar yüksek faiz vermeyi de kabul ediyorum, yeter ki gel" diye de ekliyor. İşçiden de bu vizyonun şönizlisi ile rödizlisi arasında bir seçim yapması, birinin değilse de öbürünün kıçına yapışması bekleniyor.
Peki, ulusal bir kapitalizm tüm bu koşullara rağmen işçisini yeteri kadar ucuzlatamazsa ne olur? Aslında Türk burjuvazisinin bugünkü dertlerinden biri de budur. Ortalama kâr oranlarının toparlanaması sebebiyle bir türlü geçmeyen küresel durgunluk, orta ölçekli bir mali-ekonomik sömürge olan Türkiye'nin burjuvazisini daha da ucuz işgücü yaratma hamlesinden fazlasını yapmaya zorluyor.
İşgalci-sömürgeci kudurganlığa tam gaz vermek bunun en bilinen yolu. Ancak burada başka bir şeye değineceğiz: sermaye göçü/ihracı. Yazıya Bangladeş ile başladığımız için tekstil sektöründen örnek verelim. Her ne kadar tekstil sektöründe Türkiye Bangladeş'ten daha üst bir üretim halkasında yer alsa da, onun zinciri de emperyalist ülkelerin ellerinde. TL'nin bunca değersizleşmesine, yerli işçinin bunca sefilleştirilmesine, hatta daha da sefil halde çalışan milyonlarca mülteci işçiye rağmen hâlâ kendi kulvarındaki rakiplerine kıyasla "pahalı" kalan Türk tekstil burjuvazisi fabrikalarını çok daha "ucuza doyan" işçilerin bulunduğu bir başka ülkeye, Mısır'a taşımaya başladı. Bahsettiğimiz şey birkaç tekil örnek de değil üstelik. Aralarında Nike, Adidas vb. tekellere taşeronluk yapan Yeşim Tekstil gibi devlerin de bulunduğu Türk tekstil şirketleri Mısır pazarının üçte birine sahip durumda bugün. Diğer sektörlerdeki sermaye göçü/ihracı eğilimi de tekstil sektöründen çok da farklı değil.
UCUZ İŞGÜCÜ CEHENNEMİNDEN ÇIKIŞ
Peki, bu dibe doğru yarışta biz ne yapacağız? Bu sorudaki "Biz" öznesini bir sınıf değil, bir bütün olarak ulusun kendisi görüyorsak, Bangladeş'e bakıp sevinmek ya da Doğu Avrupa ülkelerine öykünmek, nihayetinde de "rekabet edebilmek için" kendi işgücümüzün değerini daha da düşürsünler diye sömürücülerinize yalvarmaktan başka pek bir seçeneğimiz yok. Maalesef işçi sınıfının sarı konfederasyonları da, "devrimci" konfederasyonları da, kendini organik zanneden aydınları da sınıf-işbirliğini daha da ilerleterek işçiye "mâkul" bir açlık ve haysiyetsizlikten başka bir şey önermiş olmuyorlar. Burjuvazileri kaçmasın, işsiz kalmasınlar diye daha az ücrete razı oluyorlar, pandeminin yükünün işçiye yüklenmesine öncülük ediyorlar, abuk sabuk çalışma rejimlerini kabul ediyorlar, ırkçılığı, mülteci düşmanlığını, işgalciliği ve sömürgeciliği sessizce onaylıyorlar ve seçimlerde işçileri burjuvazilerinin kıçına takıyorlar.
Kazananı olmayan bu emperyalist kapitalist sömürü karşısında "Ne yapacağız" sorusundaki özneyi doğru bir şekilde "işçi sınıfı" olarak koyanların yapacağı ilk şey ise kendi burjuvazisi ile hiçbir ortak çıkara, hatta ortak gündelik yaşama dahi sahip olamayacaklarını, bu sınıfın bir başka bütünün, yani emperyalist kapitalist sınıfın bir parçası olduğunu ve asıl müttefiklerinin diğer ülkelerin işçi sınıfları ve ezilen halklar olduğunu kavramaktır. Bizde emperyalizm eksik bir şekilde ülkedeki uluslararası tekellerin ve/ya ABD üslerinin varlığına indirgense de, onun asıl yakıcı yönü yerli burjuvazi eliyle uygulanan süper-sömürüdür. Emperyalizm artık tamamıyla bir iç unsur haline geldiğinden, burjuvazinin bağımsızlaşması ve iç pazarların sığ deniziyle yetinmesi mümkün değildir. Bu sebeple bugün antiemperyalizm, tavizsiz bir sosyalist devrim iddiası ve ikircimsiz bir enternasyonalizm birbirinin zorunlu koşulları olarak görülmelidir. Bu da muhalif burjuva partilerin kalkınma tezlerinden olduğu kadar sosyal-reformizmin irrasyonel bönlüğünden de kopuşmayı, diğer ülke işçilerini geçilecek rakip değil, sınıf kardeşi görmeyi, kendi sınıfının özgücünü inşa ederken de ezilen halkları temel müttefik olarak görmeyi gerektirir.
Sosyalizm nasıl ki insanın maddi koşullarını garanti altına alıp, üst sınırlarını keşfetmesinin önünü açıyorsa, emperyalist kapitalizm ise bugün bizzat bu maddi koşullara saldırarak, yani işçileri daha küçük asgari geçim sepetleriyle doyabilmeye zorlayarak onun alt sınırlarını keşfediyor. Küresel artı değer pastasının aslan payı ile değil, kırıntılarıyla yetinmek zorunda olan sömürge kapitalizmleri bu keşifte öncü rolü oynuyor. Burjuvazinin mevcut ya da müstakbel temsilcisi ile sınıf işbirliğinde ısrar, sadece haysiyet olarak değil, salt biyolojik bir varlık olarak dahi insan-dışılaşmada, alçalmada ısrar etme anlamına geliyor. Bugün sefalet ücretine karşı ayaklanan Bangladeş işçisinin tavrı ise hem biyolojimizin hem de haysiyetimizin isyanı oluyor. Hayırlara ve emsallere de vesile olsun.