22 Kasım 2024 Cuma

Olcay Çelik yazdı | 128 milyar hangi sınıfın sorusu?

CHP bugün "128 milyar dolar nerede" diye sorarak aslında faşist şefe döviz kurunu neden faizleri yükselterek dizginlemediğini, yani işçi sınıfından sökülen artıdeğerin diğer burjuva bloka aktarılmadığının hesabını soruyor, sordurtuyor. Kriz kapitalizmin olunca burjuvazinin şu ya da bu kanadının çözümleri halka hep sefalet getiriyorsa, 128 milyar doların düzen içindeki hareketi işçi-emekçi kitleleri neden haramiler arasında taraf olmaya zorlasın? Eğer katırcı ya da satır imalatçısı değilse, halk kırk katırla çekilmek ile kırk satırla biçilmek arasında neden bir tercih yapsın? Neden burjuva muhalefetin kuyruğuna takılsın?

Burjuva solu CHP'nin eriyen Merkez Bankası rezervlerine referansla başlattığı "128 milyar dolar nerede" kampanyası, partinin bilinçlerini bulandırdığı işçi-emekçi tabanı tarafından ve maalesef emekçi solun bir kesimi tarafından da epey sahiplenilmiş gözüküyor.

Kampanya daha çok küçük burjuva nitelikli, şenlikli, sinik bir sosyal medya faaliyeti olarak yürüyor. CHP binalarına pankartlar asılıyor, polis gelip söküyor, buna karşılık çeşitli taktiklerle (mesela pankartı balona bağlayıp uçurmak) polis atlatılmaya çalışılıyor ve akşamına bu kovalamaca yine sosyal medyada "orantısız zeka" övünüsü üzerinden yeniden bir eğlence faaliyetine dönüşüyor.

Burada mesele eylemlerin sosyal medya ile sınırlı kalması değil. Mesele, CHP'nin sorduğu sorunun aç, işsiz ve yoksul kitleler için gerçek, somut ve yakıcı bir derde derman olabilecek bir soru olmaması. Peki, CHP eriyen merkez bankası rezervlerinin akıbetini neden dert ediyor? Konuyu finansal mühendislik detaylarına girmeden, burjuvazinin sınıf içi çelişkileri üzerinden okumaya çalışalım.

Devrimci sosyalistlerin birçok kereler ifade ettiği üzere, Türk burjuvazisi iki bloklu bir yapıya sahip ve siyasi iktidar bunlardan birinin dolaylı, diğerinin ise dolaysız temsilcisi. Küresel kapitalizmin genişleme döneminde bu iki blok arasındaki çıkarları uzlaştırmak (en azından çatıştırmamak) görece daha mümkün iken, kapitalizmin bunalımının giderek ağırlaştığı son yıllarda giderek daha da zorlaştı. Emperyalizmin bir mali-ekonomik sömürgesi olan Türkiye'nin yapısal olarak devamlı artmak zorunda olan ithalat ve dış finansman bağımlılığı, küresel krizde azalan uluslararası sermaye akımlarının döviz kurunu yükseltmesi sebebiyle sürdürülemez hale geldi.

Döviz kurunu tutabilmenin geleneksel yolu faizleri yükseltmekle, yani yaratılan artıdeğerden mali sermayeye ve onun yerli temsilcisi olan burjuva bloka verilen payı arttırmakla mümkündür. Ama yüksek faiz, iktidarın dolaysız temsilcisi olduğu burjuva bloku daha çok kötürümleştirmektedir. Çünkü bu blokun büyük kısmı TL ile kredi alıp, üretim ve satış yapar. Kısacası, faiz-kur meselesi aklın, bilimin, liyakatin konusu değil, işçi sınıfının yarattığı değeri hangi blokun paylaşacağı meselesidir. İki blok arasındaki güncel çelişkilerden başta geleni budur. Krizle birlikte Türk burjuvazisinin pastadan aldığı dilim küçülünce, o dilimi bölüşme kavgası da büyümüştür.

Bu koşullarda faşist şef döviz kurunu faizleri yükselterek değil, Merkez Bankası'nın rezervlerini piyasaya satarak dizginlemeye karar verdi. Böylece düşük faizle bol kredi, ihale ve teşvik dağıtabilmiş ve dolaysız temsilcisi olduğu burjuva blokun karlarını krizden koruyabilmişti. Bunun maliyeti de rezervlerin erimesi oldu. Yani ortada bildiğimiz anlamda "çalınan" bir para, bir yolsuzluk hikayesi yok. Burjuvazi-içi paylaşıma dair ve tamamen para piyasası içerisinde gerçekleşen bir politika tercihi var.

CHP'nin tepkisi işte bu iç paylaşıma dair. CHP'nin kuyruğuna takılanlar onun bu 128 milyar doların işçiye, emekçiye, köylüye, esnafa aktarılmasını savunduğunu zannediyor olabilirler. Ancak CHP asla böyle bir şeyi savunmuyor. Böyle cümleler dahi kurmuyor. O sadece Merkez Bankası'nın "bağımsız" olmasını, yani bankanın faşist şefin gerici ihtiyaçları için değil, uluslararası sermaye vampirlerinin ve onun yerli işbirlikçilerinin ihtiyaçları doğrultusunda karar vermesini istiyor. Kısacası CHP bugün "128 milyar dolar nerede" diye sorarak aslında faşist şefe döviz kurunu neden faizleri yükselterek dizginlemediğini, yani işçi sınıfından sökülen artıdeğerin diğer burjuva bloka aktarılmadığının hesabını soruyor, sordurtuyor.

Faşist şefin yaptığı bir tercihtir ve en az CHP kadar "liyakatlidir". Eğer devleti bir toplum sözleşmesi ürünü görecek ve sınıfsız-sömürüsüz kaynaşmış bir kitle olduğumuzu zannedecek kadar gerçeklerle bağımızı yitirmemişsek, bilmeliyiz ki bir siyasi iradenin liyakati, temsilcisi olduğu sınıfa ne kadar hizmet edebildiği ile ölçülür. Erdoğan da faizleri düşürüp rezervleri eriterek büyük-küçük müteahhitleri, faşist gericiliğin Anadolu'daki dayanağı olan orta burjuvaziyi ve kendi faşist kitle tabanını (bir süreliğine) korumuştur. Bu açıdan gayet başarılıdır. Eğer politika tercihi CHP'nin arzu ettiği gibi mali sermaye vampirlerini korumaktan yana yapılsaydı, kurtulan banka karları olacak, ekonomi tam olarak duracak, halka kalan ise aynı yine işsizlik ve yoksulluk olacaktı.

O zaman soralım, kriz kapitalizmin olunca burjuvazinin şu ya da bu kanadının çözümleri halka hep sefalet getiriyorsa, 128 milyar doların düzen içindeki hareketi işçi-emekçi kitleleri neden haramiler arasında taraf olmaya zorlasın? Eğer katırcı ya da satır imalatçısı değilse, halk kırk katırla çekilmek ile kırk satırla biçilmek arasında neden bir tercih yapsın? Neden burjuva muhalefetin kuyruğuna takılsın?

CHP'nin benzer bir saflaştırma girişimine 5'li müteahhit çetesini kamulaştıracaklarını söylerken de şahit olduk. Bu çetenin halkın sırtında bir asalak olduğu, kamu kaynaklarını yuttuğu ortadaydı. Ancak yandaş olmayan sermayenin de en az diğeri kadar asalak olduğu da ortadaydı. Faşist şef 190 bin işçinin grevini hangi sermaye bloku için yasaklamıştı? Vergi borçları affedilenler arasında yandaş olmayan holdingler de yok muydu? Savaş sanayisinin kanlı yollarında beraber yürümüyorlar mıydı? O halde "asalakta seçiciliğin" sebebi neydi? Elbette ki temsilcisi olduğu sınıfın çıkarlarıydı. Kamu kaynakları müteahhitlere değil, üretken sanayicilere gitmeliydi ki halk bu sefer de "dijital dönüşüm" ve hatta IMF anlaşmasıyla işsiz ve yoksul hale gelsin.

Aslında teşhir için bu kadar derinlere girmeye gerek dahi yok. Günümüze bakalım. Salgında her 10 kişiden 4'ü işsiz. Çalışan işçiler de kısa çalışma ödeneği, evden çalışma, ücretsiz izin, Kod 29 gibi emek düşmanı uygulamalarla perişan edilmiş durumda. Örgütlenen işten atılıyor. Hakkını arayan "villaların hak ve özgürlüğüne" çarpıyor. Çalışmak zorunlu, yaşamak yasak hale gelmiş. Bugüne kadar sözle de olsa, ilaç için tek bir cümle kurmuş mu burjuva solu? Kurmamış. Çünkü işgücü ucuz, örgütsüz ve eylemsiz tutulması onun temsil ettiği blokun da işine gelmiş, hatta bizzat bu yıkımın öncüsü olmuş.

İktidara geldiğinde uygulayacakları acil 7 maddelik ekonomik önlem listesi bile CHP'nin işçi sınıfına sözle dahi vaat edebileceği hiçbir şey kalmadığını gösteriyor: Tank-palet fabrikasının geri alınması, 15 Temmuz'da hayatını kaybedenler için toplanan paraların sahiplerine verilmesi, çiftçinin borç faizlerinin alacaklarından mahsup edilmesi, esnafa borç yapılandırma, "vatan topraklarını" "terörden" arındırma... Liste bu kadar. "Acil" önlemler bu kadar. Hepsini geçelim, CHP'nin sınıf tavrına İstanbul belediyelerindeki işçi grevlerinde sergilediği açık işçi düşmanı, iftiracı, yalancı, grev kırıcı tavırdan daha büyük bir kanıt var mı?

Bugün "128 milyar nerede" sorusunun peşine takılanlar kendi özlemlerini CHP'ye yansıtıyor olabilirler. Ancak kavranması veya hatırlanması gereken şey, her partinin bir sınıfın temsilcisi olduğu, CHP'nin diğer burjuva blokun, mali sermayenin temsilcisi olduğudur.

"Peki ama", diye sorulabilir, "devletin bu sorudan duyduğu rahatsızlık ortada değil mi? Bu bile tek başına bu sorunun doğru bir soru olduğunu göstermez mi?" Evet, ortadadır ve hayır, göstermez. Örneğin iktidarın bir zamanların ortağı olan cemaatten bugün duyduğu rahatsızlık da "ortadadır" ancak bu, cemaatin kavgasının doğru bir kavga olduğunu değil, iki çete arasında bir dalaşın vuku bulduğunu gösterir. Buradan faşist iktidar ve (iktidara gelince faşizmi tekrar devralacak olan) burjuva muhalefet arasındaki kavganın bizim kavgamız olmadığı, zira onların üzerinde kavga ettikleri şeyin bizzat bizden çalınanların paylaşımı olduğu sonucu çıkar. Karşıdevrim kampındaki kavgalar elbette mücadelenin dolaylı yedeğidir ancak bu kampın bir tarafına yedeklenmek "mücadele" falan değildir.

Kaldı ortada CHP ve iktidar arasında gerçek bir kavga olduğu da söylenemez. CHP'nin "mücadeleye" sosyal medya sınırı çekmesi, afiş yasaklarının diğer politik özgürlük gündemleriyle zinhar birleştirmemesi, hatta "Adalet Yürüyüşü"nde olduğu gibi yalıtması ve kitleleri sokaktan bilhassa uzak tutarak gelecek seçimde CHP'ye oy vermek dışında hiçbir şeye çağırmaması tam da onun devleti ezilenlerden koruma refleksinin devrede olduğunu gösterir.

İktidara değil belki ama birbirimize soracağımız çok daha değerli sorular var. Bunun için de devlet muhasebesinin mantığına ya da burjuva muhalefetin halkçı sosu bile kalmayan aldatmacalarına ihtiyacımız yok.

Örneğin 2020'de tamı tamına 2.2 trilyon TL, yani milli gelirin yaklaşık yarısı sermaye sınıfının cebine kar olarak gitmişken; hesabında 1 milyon TL veya üzerinde parası olan kişi sayısı 308 bine çıkmışken; marketlerin rafları, depoları tıka basa gıda doluyken ve üstelik de bunların hepsini sadece ve sadece biz üretmişken, bu salgında ve krizde neden bize çalışmak zorunlu, yaşamak yasaktır?

Örneğin, madem bizi yoksullaştıranlar bu asalaklardır, o halde neden en az bizim kadar yoksul ve üstüne bir de ülkesiz, kimliksiz olan Kürt halkı ve Suriyeli mülteciler düşmanımızdır?

Örneğin madem söz, basın, grev, eylem ve örgütlenme özgürlüğünün artık kırıntısı dahi yoktur, madem seçme-seçilme hakkımız dahi kalmamıştır, madem bir seçimin olacağı dahi şüphelidir, o halde emeğimize ve özgürlüğümüze kavuşmak için neden seçimleri beklemek zorundayız?

Örneğin, iktidarın uymadığı yasalara neden biz uyalım? Kavgadan kaçmak dayak yememize engel değilse neden kendimizi "hukuk" ile bağlayalım? Devlet bize vuruyorsa, biz neden ona vurmayalım?

Doğru sorular bunlardır. Doğru eyleme de ancak doğru sorular yöneltir.