22 Kasım 2024 Cuma

Ekonomik kriz ve hep geç kalan sosyalistler

Saray Partisi'nin karşı karşıya olduğu müstakbel krizin murat edilen sonuçlara ulaşması için, sosyalistlerin bir kez daha geç kalmaması gerekiyor. Bu açıdan, elbette öncelikle "hareket halindeki kitle"yle ama aynı zamanda krizin ağır faturasına maruz kalacak emekçi sınıfla bağ kurma için hiç zaman kaybetmeden bütün benliğiyle yeni bir pozisyon alması gerekiyor.
Sosyalistler uzun zamandır her şeye geç kalıyor. Ne 2010 Anayasa referandumunda (bazıları için milat sayılıyor bu) ne sonrasındaki seçimlerde, ne Gezi'de ve diğer ekoloji direnişlerinde, ne 15-16 Temmuz darbe süreçlerinde ne de 24 Temmuz seçimlerinde sosyalistler "hazır ve nazır"dı. Sürekli "süreç"in baskınına uğruyor, tartışmalarını yapamadan, bir "ortaklık" kuramadan sürece maruz kalıyor, bölünüyor, farklılaşıyor. Öngörülerinde pek yanılmıyor ama "Birleşik mücadele", "devrimci merkez" çağrıları bir türlü neticeye varamıyor.
 
Bu bir yere kadar "doğal"; mücadele her şeyin tam olduğu zamanda gerçekleşen bir eyleyiş değildir. Fakat buradaki "geç kalış", uzun zamandır karşı karşıya kalınan sorunların "süreç"in hızlı, yoğun olması gerekçeleriyle ertelenmesinden ve sürecin hareketleri sürüklemesinden kaynaklanıyor.
 
Şimdi de kriz ve bunun yaratacağı imkanlara pür dikkat kesilmiş durumundayız. Hem saygın solcu, Marksist ekonomistler hem de uluslararası sermaye kuruluşları Türkiye'nin ciddi bir ekonomik krizle karşı karşıya olduğunu söylüyor. Başkanlık kabinesinin açıklamasına piyasaların verdiği yanıt, Türkiye'nin Yunanistan gibi iflas etme riskinin arttığına yoruldu. 2008 krizinde Yunanistan'ın yaşadığı "iflas" süreci ile Türkiye'nin yaşadıkları birçok açıdan benziyor. Reel sektöre dayanmayan, üretken olmayan sektörlere dayalı büyüme, yüksek borçluluk, yolsuzluk ve siyasetteki çürümeden üniversitelerin hedef haline getirilmesine kadar, benzer birçok nokta var. Ne de olsa her iki ülkede neoliberalizmin ilmihalini uygulamak durumunda kalmıştı. 2008 krizi Türkiye'yi –kaynağı belirsiz para girişleri sayesinde- "teğet geçmiş"ti. Ayrıca Suriye'deki savaşın yarattığı "avantajlar" da bu "teğet geçiş"te payı vardı.
 
Fakat siyasi ve ekonomik krizlerin Türk egemenlerini "teğet geçmesi"nde esas payı, direniş odaklarının, işçi sınıfının, en geniş anlamıyla düzen-içi ve dışı muhalefetin zaaflarında aramak gerekir. Ekonomideki veriler, anomi ya da yasanın sadece egemenin keyfine göre uygulanması, rejim değişikliği, bütün bunların mağdurları tarafından direniş ve isyan ile karşılanmadıktan sonra esas olarak "kriz"den de bahsetmenin politik bir değeri yoktur.
 
Bu nedenle kriz tartışmasında iki boyut üzerinde düşünmek daha önemlidir: Birincisi, iktidarın, son seçimlerde de görüldüğü gibi, azalmayan halk desteğini koruması için hangi ideolojik, sosyal ve siyasal mekanizmalarla sürdürebileceği konusudur. AKP'nin, genel olarak siyasal İslamcı hareketin gerek tarikatlar gerekse de çeşitli dernekle, kooperatifler, şirketler üzerinden ve belediyeler ile devlet eliyle yapılan sosyal yardım mekanizmaları ile yarattığı "yandaş sınıf"ın ("yandaş sınıf"ı bir kavram olarak kullanmıyorum yani bildiğimiz anlamda bir sınıf tanımlaması değil. O yüzden yazı boyunca tırnak içinde kullandım. "Yandaş sınıf"ı zengininden işçisine herhangi bir nedenle Saray Partisi'ni destekleyen herkes için kullandım. Sadece bunların kendi aralarında bir dayanışma, duygudaşlık, ya da artık ne denirse bir çıkar birliği/kader birliği oluşturması anlamında) kültürel kodları, beklentileri, iç ilişkileri hakkında oldukça bilgisiz olduğumuzu kabul etmemiz lazım. AKP, hastalık, yaşlılık, borçluluk, yoksulluk gibi durumları birer dispozitif olarak kullanarak bu "yandaş sınıf" üzerinde iktidarını ya da eski tabirle hegemonyasını koruyor.
 
Bu "yandaş sınıf"a dair "normal koşullarda" yaptığımız "doğru" analizlerin hepsi maalesef yanlışlandı. 17-25 Operasyonları, yolsuzluklar, iç ve dış politikada her türlü ilkesizlik, açık saçık yalanlar, vs. muhafazakâr ("samimi" Müslüman!) kesimlerin; "Çözüm Süreci"nin "buzdolabına kaldırılması", en fazla işbirlikçi Barzani'nin "bağımsızlık referandumu"na karşı çıkılması, Afrin'in işgali, MHP ile açık ittifak, vs. Kürt seçmenlerin; ekolojik tarumar ve tarımda yaşanan yıkım, vs. köylüleri, küçük üreticilerin; AB ve ABD ile ilişkilerin seyri, doların rekor üstüne rekor kırması, ekonominin iflas sinyalleri vermesi, vs. "laik", "liberal" orta sınıfların, beklenildiği gibi, AKP ya da Saray Partisi'nden yüz çevirmeleri ile sonuçlanmadı.  Farklı sınıfsal, kültürel nesnelliğe sahip bu "yandaş sınıf"ın beklendiği gibi davranmadığını, kendine yeni bir "kültür" inşa ettiğini görüyoruz. Dolayısıyla öncelikli iş, bu hegemonyanın yukarıdan aşağıya (ya da tersi) hangi mekanizmalar, söylemler, ilişkilerle kurulduğuna dair daha derin araştırmalar yapmak. Böyle bir "bilgi"ye dayanmayan politikalar olmadan "ekonomik kriz"in Saray'ın hegemonyasını kırmasını beklemek ancak dışsal faktörlere umut bağlamak olacaktır.
 
Kriz tartışmasında üzerine düşünülmesi gereken ikinci boyut, muhalif kesimlerin özellikleri, zaafları ve güçlü yanları elbette.
 
Sosyalistlerin, Saray Partisi'nin iktidarına ya da hegemonyasına dair "bilgisizliği", kendisinin de içinde olduğu muhalif "kitle"ler (Kitle demekle birlikte aslında bu "kitle"nin son derece parçalı, farklılıklarla dolu olduğunu unutmamalıyız) için de başka şekilde tezahür ediyor. Saray Partisi'ne oy vermeyen % 50 "kimdir"; hangi nedenlerle "muhalif", arzuları nedir, sınıfsal pozisyonları nasıl, bunlar arasında bir "ortaklık" kurulmasının imkanı ve çerçevesi nedir…
 
"Hedef kitle"yi biraz daha daraltalım. Sayısal boyutunu bildiğimiz CHP ve HDP'ye oy veren "seçmen" üzerinde düşünelim. Hatta daha spesifik bir kitleyi, "mecliste HDP başkanlıkta İnce" diyen kesişim kümesini ele alalım. Her türlü baskıyı göze alarak HDP mitinglerini dolduranlardan, Adalet Yürüyüşü'nden İnce'nin İstanbul mitingine akan binler, milyonlar… Ali İsmail Korkmaz şarkısına eşlik ettiği için Aziz Yıldırım'ı, İnce'nin mitingine feribot seferi düzenlediği iddiasından dolayı Ali Koç'u "solcu" diye bağrına basanlara (Saray Partisi'ne inandığı için aşağılanan kitle ile bu kitlenin "cehaleti" arasında ne fark var!)… Sol'dan laiklik, cumhuriyetçilik, devletçilik anlayan eşitlik, özgürlük gibi kavramları bunlardan sonra sıralamaya sokanlara… Sözcü'yü Cumhuriyet'ten Birgün'den daha çok "solcu" görüp, okuyanlara… bir işçinin işine geri dönmesi için 60 küsür gün açlık grevi yapmasına göz yuman sendika ağalarından belediye patronlarına… ve her şeyden önemlisi bir türlü "emekçi" karakterini ispatlayamayan… bir "kitle".
 
Bu "kitle"nin kim'liğine dair ne "biliyoruz"? Hangi araç, söylem, örgüt setleriyle hangi programla bu "kitle" ile ve bu "kitle"nin içinde ortaklık kurabilir ya da kurmayı murat edebiliriz?
 
Açık ki, bu "kitle", Saray Parti'ne karşı, Saray Parti'sini iktidara taşıyan ve onu iktidarda tutan neoliberal rasyonaliteye ve düzene karşı nasıl ayakta kalacağını, nasıl direneceğini, hangi stratejiyi izleyeceğini bilemiyor ya da kararsız kalıyor. Ne HDP-CHP'ye tamamen bağlanıyor ne de onlarsız bir şeylerin değişebileceğine karar verebiliyor.
 
Fiiliyattan sonra hukuki olarak da vücuda gelen rejim değişikliğine karşı bundan sonra nasıl bir strateji ve mücadele programı izleyeceğimize karar verirken, elbette "hedef kitle"mizin kim'liğine de karar vermek gerekiyor. Öznesini, mekanını, zamanını görmeyen hiçbir politik önerme doğruluk mertebesine erişemez.
 
Saray Partisi'nin karşı karşıya olduğu müstakbel krizin murat edilen sonuçlara ulaşması için, sosyalistlerin bir kez daha geç kalmaması gerekiyor. Bu açıdan, elbette öncelikle "hareket halindeki kitle"yle ama aynı zamanda krizin ağır faturasına maruz kalacak emekçi sınıfla bağ kurma için hiç zaman kaybetmeden bütün benliğiyle yeni bir pozisyon alması gerekiyor.