16 Eylül 2024 Pazartesi

Ebru Yiğit yazdı | Kadın yoksulluğu şiddettir

Önlenemeyen bir biçimde daha da yoksullaşıyoruz. Toplumsal olanın aynı zamanda toplumsal cinsiyet eşitsizliğini içinde barındırdığını göz önünde bulundurduğumuzda yoksulluk da cinsiyetçi bir biçimde yaşanıyor. Yoksulluk, her bir kadın tarafından farklı deneyimlenmesine karşın tüm kadınların özneleşme sürecini baltalayan kolektif sonuçlara neden oluyor. Bu nedenle yoksulluk hem devletin hem de erkeğin kadına uyguladığı ekonomik şiddet olarak yaşanıyor.

Kadına yönelik şiddet denilince akla ilk olarak fiziksel, cinsel ve duygusal şiddet biçimleri gelir. Bunun bir nedeni bu şiddet biçimlerinin bir kısmının yasada suç olarak tanımlanmış olması ve cezai yaptırıma tabi tutulması iken, bir diğer nedeni somut ölçülerle gözlemlenebilir ve ölçülebilir olmasıdır. Kimi kaynaklar şiddet türlerini "en yaygın" olarak ilan edebilir ki, bu son derece subjektif bir değerlendirmedir. Çünkü hiçbir istatistiğin tutulmadığı bir alan, "en"li cümle ve sıralama için hiç uygun değildir.

"Kadına yönelik şiddet politiktir" sloganının altını çizdiği gibi politik olan her konu iktidar ile ilgilidir ve toplumsaldır. İktidar tarafından bunun zemini yasa, yönetmelik, toplumsal yaşamı düzenleyen yazılı ve yazılı olmayan bir dizi kural ile döşenir. Ve tek tek erkekler bu zeminin koruyucuları olarak görev başına çağrılır. Erkek egemen sistemin çizdiği sınırın dışına çıkarak, bu zemini teşhir eden veya tehdit eden kimi pratikler ise göstermelik olarak yasalarla, kısmen yargılama konusu olur. Örneğin, fiziksel şiddet ancak öldürmeye teşebbüs sınırında ise suç kapsamında değerlendirilir. Arkasındaki örgütlü gücün görünmezlik pelerini ustaca korunur ve sistemin devamı güvence altına alınır. İşte böylece kadına yönelik şiddet bireysel erkek pratiğine indirgenir. Cahilliğin, eğitimsizliğin, psikolojik bozukluğun, kültürsüzlüğün vb. sonucu gibi gösterilir. Ekonomik şiddetin ise böyle göstermelik bir tanımı veya yaptırımı bile yoktur burjuva yasalar içinde. Bireysel erkek pratiğine indirgenir ve toplumsal, politik yönü görünmez kılınır.

İktidarın politikası sonucu doğrudan uygulanan ekonomik şiddet biçimlerine hepimiz aşinayız aslında. Üretimdeki ücret eşitsizliği, ev içi emeğin ücretlendirilmemesi, kadın emeğinin ucuz iş gücü olarak sömürülmesi, cinsiyetçi mesleki dağılım gibi bir dizi başlık; yönetimin örgütlü ekonomik şiddetinin pratik politikalarıdır. Ve çoğu zaman iktidarın işçi ve emekçi düşmanlığının veya kapitalizmin emek sömürüsünün kadınların payına düşenidir. Ama tüm bu genel politikalar işçi ve emekçilerin erkek ve kadın bölükleri tarafından aynı biçimde deneyimlenmez, yaşanmaz.
Son yıllarda yapılan her türlü araştırma toplumun alım gücünün düştüğünü ve genel olarak günden güne daha da yoksullaştığımızı ortaya koyuyor. Pazardaki etiketler, market torbalarının azalan ağırlığı, mutfaktaki boş tencere, ay sonu cebimizde kalmayan para, matematiği bile çaresiz bırakan gelir-gider dengesizliği hepimizin malumu. Önlenemeyen bir biçimde daha da yoksullaşıyoruz. Toplumsal olanın aynı zamanda toplumsal cinsiyet eşitsizliğini içinde barındırdığını göz önünde bulundurduğumuzda yoksulluk da cinsiyetçi bir biçimde yaşanıyor. Yoksulluk, her bir kadın tarafından farklı deneyimlenmesine karşın tüm kadınların özneleşme sürecini baltalayan kolektif sonuçlara neden oluyor. Bu nedenle yoksulluk hem devletin hem de erkeğin kadına uyguladığı ekonomik şiddet olarak yaşanıyor. Etkileri ve sonuçları hiçbir istatistiğin konusu yapılmadığı için bu şiddetin adını koymakta zorlanıyoruz.

Kadın özneleşmesi, hayatının gidişatına kendi iradesiyle yön vermesi, bağımsız karar alma ve uygulama gücü kazanması, seçimlerinde ve tercihlerinde özgün olması demektir kısacası. Kadının özneleşme sürecinin birçok basamağı ve biçimi olsa da konumuz bağlamında yoksulluğun kadın özneleşmesini nasıl etkilediğine kısaca bakmakta fayda var. Marks, "Alt yapı üst yapıyı belirler" derken üretim ilişkilerinin, toplumsal ilişkiler, insanların duygu ve düşüncelerini de belirlediğini ifade eder. Yoksulluk, ister ücretli bir işte çalışsın isterse de ev emekçisi olsun, tüm kadınların tercihlerini ve seçimlerini etkiler. Boşanma, evlenme, eğitime devam etme, bilgi ve yeteneğine göre bir kursa gitme, iş değiştirme gibi birçok konuda belirleyici bir etken olur. Savaş, ekonomik kriz, pandemi gibi geleceğe yönelik belirsizliğin arttığı süreçlerin evlilik oranlarını arttırdığı ve boşanma sayılarında azalmaya neden olduğu birçok araştırmaya konu olmuştur.

Yoksulluk, hayattaki kimi tanımlarımızın ve önceliklerimizin yerini değiştirir. Temel ihtiyaç, lüks gibi kategoriler değişkendir ve ekonomiktir. Beslenmedeki temel gıda ve lüks tanımının değişmesi aynı sınıfın insanları, aynı hanenin bireyleri olarak eşit derecede etkiler hepimizi. Haneye giren et, süt, yumurta gibi temel gıdalar öncelikle çocuklara verilir ve hane içindeki diğer yetişkinler alım sıklığı giderek azalan bu besinlerinin yokluğundan eşit derecede etkilenir. Ama ihtiyaç listesinin diğer başlıkları aynı biçimde dağıtılmaz aramızda. Giyinme, eğitim, sağlık gibi ihtiyaçlarda faydacı bir tutum sergilenir. Ve bu faydacılık kesinlikle cinsiyetçidir. Örneğin ücretli bir işte çalışmıyorsa ya da her gün, her hafta gibi düzenli aralıklarla 'toplum içine' çıkmıyorsa kadın; yeni bir kıyafet, ayakkabı vb. alma sıralamasında kesinlikle listenin başında değildir. Yoksulluk nedeniyle eğitimine ara verme, örgün eğitimin dışına çıkma, gece okulu veya dışarıdan bitirme gibi seçenekler en önce kız çocuklarının hayatında uygulanır. Yetişkin bir kadının eğitimini, mesleğini geliştirecek kurslar ise haneye giren gelirin harcanacağı en son seçeneklerdir. Sağlıkta ise kadınlar için koruyucu ve önleyici basamaklar atlanır ve ancak evde iyileşme olanağı kalmadığında, son çare olarak doktora gidilir. Kadın sağlığı için elzem olan jinekolojik muayene, meme-rahim kanseri gibi taramalar maddi durumun düzeleceği belirsiz bir zamana ertelenir. Kürtaj içinse ucuz seçeneklere başvurulur. Doğum kontrol yöntemlerinin ücretli ve pahalı olması birçok durumda kadına zorunlu anneliği ya da sağlıksız koşullarda gebeliği sonlandırma nedeniyle hayatı üzerine risk almayı dayatır.

Toplumsal cinsiyetçi kalıplarla düne kadar kadına bakımlı ve güzel olmak dayatılıp, kozmetik ürünler pazarlanırken yoksullaşmayla birlikte, kuaför, parfüm, krem gibi doğal ihtiyaçlar ikiyüzlü bir biçimde lüks sayılır. Bu lüksün kullanımı kadınlara, hane halkını veya aileyi temsil edeceği yerlere giderken izin verilir. Bütün ihtiyaçların hane halkının ortak gereksinimlerine göre yapıldığı varsayılır ve kadının adı unutulmaya en hazır olandır. Ya da kadınların kullanmak zorunda olduğu hijyen ürünlerinde olduğu gibi kalitesi veya sağlığa uygunluk çıtası düşürülür, en sağlıklı ped değil, en ucuz olan tercih edilir.

Kadının eve hapsolması artar. Ulaşımın pahalı olması, gidilecek mesafenin uzunluğunu belirler. Özellikle büyük kentlerde vasıta ile gidilecek yerler çoğunlukla elenir. Dışarıda yeme-içme, sosyal etkinliklere katılma, sinema, konsere gitme gibi faaliyetlerin önce sıklığı azaltılır, daha sonra unutulur. Erkeğin sosyalleşmesi kimi kısıtlamalara tabi tutulsa da hala bir ihtiyaç olarak görülürken kadının sosyal yaşamı veya arkadaşları ile vakit geçirme isteğinin evde yapılacak buluşma ve ziyaretlerle giderilmesi beklenir.

Ücretli bir işte çalışan kadınlar ise büyüyen işsizler ordusuna dahil olma korkusu taşır. Olağan süreçlerde var olan istihdamdaki toplumsal cinsiyet eşitsizliği yoksullaşmayla birlikte artar. İşsizlik, açlık ve yoksulluk toplumsal bir patlama meydana getirene kadar her bir kadının ayakbağı olur. Mobbinge katlanma, düşük ücrete razı olma, ödenmeyen maaşlar, borçla takviye etme, işten atılma korkusuyla sendikaya üye olmama, yaşadığı hak gasplarına karşı iş bırakma, grev, direniş gibi eylemlerden sakınma gibi bir dizi eğilime zorlanır. Her türlü şiddet, ezilme ve sömürüde olduğu gibi yoksulluk da kadın cinsine yönelik örgütlü şiddettir. Bu şiddet biçimi, bizi çaresiz bırakarak şiddet failine karşı özgüvensiz, seçeneksiz, yalnız ve ona mecbur olduğumuz hissi yaratarak, kendisine bağımlı hale getirme amacı güder.

Yoksullukla mücadele etmek doğrudan politik mücadelenin konusudur elbette. Ve yoksulluğu üreten koşulları ortadan kaldırmak temel amaçtır. Ancak kadınların yoksullukla mücadelesi sadece bununla sınırlı olmamalıdır. Daha önceden denenmiş, kadınları güçlendirici, özneleşme sürecini kolaylaştırıcı kimi pratiklerin hayata geçirilmesine ihtiyaç var. Kadınları sosyal ve toplumsal yaşama çekecek film izleme, piknik, kahvaltı gibi ortak etkinlikleri yaygınlaştırmak; merkezi yerlerden ziyade semt, mahalle gibi yerel olanakları kullanmak, takas pazarı, sağlık taraması gibi faaliyetleri daha geniş kadın kitleleri ile düzenlemek, direnişte olan işçi ve emekçi kadınlarla dayanışma etkinlikleri (konser, söyleşi vb.) organize etmek gibi bir dizi çalışma yapılabilir. Bunlar ve daha fazlası ilk kez yapacağımız veya yeni keşfettiğimiz biçimler değil elbette. Sayısız defa deneyimlediğimiz ve sonuç aldığımız biçimlerdir. Bugün bunları salt kadınlarla temas etmek için değil, yoksulluğun etkilerini azaltmak için de yaptığımızı anlatmak gerekiyor. Bugün "hayat mücadelesi" adı altında evde, işyerinde, kampüste tek başına yoksulluğun ve ekonomik şiddetin yükünü çeken kadınları, kadın özgürlük mücadelesi etrafında birleştirmenin yolu, yoksulluğun kader, dönemsel veya geçici olmadığını anlatmaktan ve bunun bir şiddet biçimi olduğunu kavratmaktan geçiyor.