21 Kasım 2024 Perşembe

Cemil Aksu yazdı | Faşizm nedir?

Faşizm farklı düzlemlerde ele alınabilir. Faşist ideoloji ve bu ideolojinin üretimi, onun başka ideolojiler ve sağduyu ile bağları bu düzlemlerin başında geliyor. Bununla bağlantılı olarak Umberto Eco'nun "sıradan faşizm" olarak adlandırdığı, faşizmi besleyen, faşizmin oluşmasında yapı taşı olarak hizmet gören, Foucault'nun mikro-iktidar diye ifade ettiği ilişkileri ifade eden "ur-faşizm" analize dahil edebiliriz. Üçüncü bir düzlemde ise "sivil faşist hareket" boyutu incelenebilir. Buradaki "sivil" vurgusu faşist hareketlerde her örnekte netameli bir konudur, buna yazının sonunda değineceğiz.

Türkiye'nin siyasal rejiminin niteliğinin faşizm olup olmadığına dair tartışma hala devam ediyor.

Kesinlikle faşizm olmadığını savunanlar, otoriterlik, sağ popülizm, liberalizm, antidemokrasi gibi kavramlar öneriyor. Bunlardan bazıları yaşanan süreci "faşizmin kurumsallaşması/inşası" olarak betimliyor. Kendi içlerinde farklılıklarına rağmen "faşizm değildir" diyenlerin hepsi, "faşizmdir" diyenlerin, faşizm olgusunu sadece devlet şiddetine dayandırdıklarında hemfikir. Yine, faşizmin, işçi sınıfının burjuvazinin egemenliğini tehdit etmesi durumunda başvurulan "karşıdevrimci" bir teknik olduğunda da hemfikirler. Türkiye'de -kriz var ama- burjuvazinin iktidarını tehdit eden bir işçi sınıfı hareketinin olmadığı gerçeği açık olduğuna göre faşizme de ihtiyaçları yoktur.

Faşizm tartışmalarında, "klasik tipler"den (Almanya ve İtalya) bazı özellikleriyle farklı örneklerin olabileceği de genel olarak kabul görmektedir. Farklı ülkelerde farklı zamanlarda o ülkenin iç dengeleri -yani hem egemen sınıf içindeki ilişkiler hem de sınıflar arası ilişkiler ve bunları etkileyen Türkiye'deki Kürt sorunu gibi durumlar- bölgesel ve küresel gelişmelere bağlı olarak tezahür edebilir, kısa ya da uzun bir süre bu bağımlı denge hali etkisini koruyabilir.

Faşizm farklı düzlemlerde ele alınabilir. Faşist ideoloji ve bu ideolojinin üretimi, onun başka ideolojiler ve sağduyu ile bağları bu düzlemlerin başında geliyor. Bununla bağlantılı olarak Umberto Eco'nun "sıradan faşizm" olarak adlandırdığı, faşizmi besleyen, faşizmin oluşmasında yapı taşı olarak hizmet gören, Foucault'nun mikro-iktidar diye ifade ettiği ilişkileri ifade eden "ur-faşizm" analize dahil edebiliriz. Üçüncü bir düzlemde ise "sivil faşist hareket" boyutu incelenebilir. Buradaki "sivil" vurgusu faşist hareketlerde her örnekte netameli bir konudur, buna yazının sonunda değineceğiz.

Bizde 12 Eylül 1980 döneminin bir hatırası olarak faşizm denince akla hemen "sivil faşist hareket" yani MHP ve İslamcı-faşist gruplar gelmektedir. 12 Eylül öncesinin "faşizme karşı mücadelesi" de esas olarak "sivil faşist örgütler"in halka ve devrimcilere yönelik silahlı saldırılarının püskürtülmesi ve ezilmesi olarak cereyan etmiştir. Faşist devlet olgusu bu tabloda daha görünmez hal almıştır.

Faşizm kavramının gelişi güzel kullanıldığını, bu yüzden de ağırlığını kaybettiğini söyleyenler bir yerde haklılar. Örneğin umutlarını CHP'ye tahvil edip sonra da hayal kırıklığına uğrayanlar hemen "faşist CHP" demeyi seviyorlar. Sözcü'nün, Oda TV'nin "solcu" medyalar olması bu duygusallık sayesinde gerçekleşmiştir. Irkçılık, şovenizm ya da "ur-faşizm", "AKP karşıtlığı" maymuncuğu ile solun evinde posta oturmayı başarmıştır.

Fakat buna rağmen bir ülkedeki rejimi faşizm olarak tanımlamamızı sağlayan -şiddet dışında- bir asgari müşterek yok mudur? Evet vardır.

Birincisi, bir iktidar partisinin devleti "ele geçirmesi"dir, bizzat devlet olmasıdır. Burada iktidarın ille de tek partinin elinde olması gerekmiyor. Burjuvazinin iktidarı dediğimizde genelde homojen bir şeyden bahsettiğimiz sanılır. Ama rekabetin, çıkar ilişkilerinin temel olduğu bir sınıfta, bir toplumsal sistemde hem egemen sınıfın hem de işçi sınıfının homojenliği hiçbir zaman olmamış bir şeydir. Faşizmde de, bazen bir parti bütün egemen güçleri kendi bünyesinde bir araya getirebilir. Fakat iktidar daha çok bir blok, farklı egemen güçler arasındaki zımni bir anlaşmaya dayanan koalisyondur. Almanya'da, (daha belirgin olarak) İtalya'da ve başka örneklerde de bunu görebiliriz.

Yani en faşist parti bile "doğal olarak" çıkar çatışmalarıyla, kıran kırana bir para, güç, şöhret vb. rekabetiyle malûldür. Kendi aralarında sürekli değişen güç dağılımından, farklı odakların devletin farklı kurumlarında güçlü olması gibi durumlardan dolayı ne zaman, nerede, hangi konuda, nasıl bir tavırla karşılaşacağınız belli olmayabilir. Aynı konularda farklı kararlarla, farklı konularda aynı kararlarla karşılaşılabilir.

Bir rejimin faşist olup olmadığına karar vermemizi sağlayan ikinci "asgari müşterek", "hukuk devleti" ile "OHAL Devleti"nin aynı anda olması, ama hangisinin hangi durumda devrede olacağının belirsiz olmasıdır. "OHAL Devleti"ni yakından biliyoruz. Burjuva egemenliğinin temel biçimi "anayasal" olmasıdır. Yani "hukuk devleti" olmasıdır. Burjuvazinin feodalizme karşı verdiği mücadelenin özü budur, yasalar yazılı olsun ve istisnasız herkes için geçerli olsun! Buna uygun olarak "anayasal kurumlar" tesis edilmiştir. Parlamento, bakanlıklar, mahkemeler, ordu, polis… Bütün bunların görev ve yetkileri "anayasa"ya dayanarak yazılan yasa ve yönetmeliklerle belirlenmiştir. Fakat "OHAL Devleti"nde, gördüğümüz üzere Anayasa Mahkemesi kararları bile bağlayıcı olmaktan çıkar. "Anayasa'ya aykırı olsa bile" yasama organında yasalar çıkarılabilir. Özcesi, birçok şey fiilen yapılır, kararnamelerle devlet idare edilir. Hukuki normlar hala var olabilir ve bazı durumlarda bu normlar karşılık da bulabilir; ki bunların ekseriyeti de egemen sınıf içi ilişkilerde kendini gösterir. İkili devlet olgusunun bu temel karakteristiği, ne zaman norm/hukuk devletinin, ne zaman "OHAL Devleti"nin devrede olacağının belirsiz olmasıdır.

OHAL rejimi, sadece devletin kararnamelerle vb. yazılı hukuku devredışı bırakarak iş görmesi değildir. Toplumda da sürekli bir olağanüstü teyakkuz hali yaratılmasıdır. "Dış tehditler", "iç tehditler", darbe girişimleri ya da darbe girişiminin süreklileştirilmesi, "beka sorunu" ile toplumun sürekli olarak tedirgin kılınmasını sağlayacak bir ortamın yaratılması ve sürdürülmesi de gerekir.

Son olarak faşist rejim, totaliteryen bir rejimdir. Totaliteryenliğin, diğer baskıcı rejimlerden temel farkı, hayatın her alanını tahakküm altına alacak şekilde davranmasıdır. Hayatın her alanına, mahalle, aile, ikili ilişki düzeyine kadar hakim olmaya çalışan bir yaklaşımdır. Örneğin sadece "devleti ele geçirmesi" değil, "sivil toplum"u da ele geçirmeye çalışmasıdır. Sendikaları, dernekleri, "mahalleyi" ele geçirmesi. Bu hakimiyeti sağlamak için de keyfiyet bütünüyle devreye sokulur. Yani sadece yasal düzenlemeler yaparak değil, bir sürü fiili durum yaratarak, "mahalle baskısı" ile, mafyatik müdahalelerle, bu yapılmaya çalışılır. Totaliteryenliğin ayırıcı özelliği yasak koyuculuğu değil, yasaklamadığı şeyleri yapmaya zorlamasıdır.

Bütün bunların yanında şiddet faşist rejimin elbette belirleyici bir özelliğidir. Yani bir rejimin faşist olarak adlandırılmasının "asgari müştereği" şiddet değildir. Egemenler her yerde birçok durumda şiddete başvururlar. Buradaki şiddetin polisin bir işçi yürüyüşüne gazla, copla saldırması olmadığını herkes bilir. Fakat ille de bir "soykırım" boyutunda şiddetin olması da gerekmiyor.

Bizde şiddetin her türlüsü devrededir, her an devreye girebilir. Öncesi bir tarafa 7 Haziran seçimlerinden itibaren başlayan kitlesel katliamlar, yaygın ve yoğun gözaltı, tutuklamalar, HDP'li ve Kürt siyasetçilere yönelik gözaltı, işkence ve tutuklamalar, bir facebook paylaşımı ya da twit yüzünden gözaltına alınmalar, tutuklamalar, kaçırma, gözaltında kaybetme girişimleri… Liste uzun.

Fakat bütün bu şiddete ve yukarıdaki diğer "asgari müşterek"lere rağmen hala HDP TBMM'de, sosyalistler Süreyya Operası ya da Çağlayan Adliyesi önünde basın açıklaması yapabiliyorlar. Figen ve Selahattin eşbaşkanlar "ketıl" sayesinde twit atıp, gazetelere demeç verebiliyorlar. E, o zaman bu nasıl faşizmdir? Figen ve Selahattin eşbaşkanların ve binlerce insanın, norm devleti ilga edilerek tutuklu olmalarını değil de, hala twit atabilmelerini veri alarak faşizmin boyunu ölçenlere Mussolini'nin faşist İtalya'sında da İtalya Komünist Partisi'nin kurucularından olan Gramsci'nin cezaevinde sağ kaldığını, o bildiğimiz meşhur Hapishane Defterleri'ni oluşturan yazışmalarını yapabildiğini hatırlatabiliriz.

Son olarak faşizm tartışmasındaki iki "darlığa" değinmek gerekir. Birincisi, faşizmin antikomünist olduğu, işçi sınıfının burjuvazinin egemenliğini tehdit eder hal alması karşısında başvurulan bir yöntem olduğu anlayışı. Direkt konuya girelim. Türkiye'de burjuvazinin egemenliğini tehdit eden bir işçi sınıfı hareketi yok. Olmaması için de zaten ta 12 Eylül'den beri her türlü tedbir alınmış durumda. Sendikaların satın alınması, kendine bağlı sendikaların kurulması, her türlü sosyalist faaliyetin her türlü yolla engellenmesi vb. Fakat Türkiye'de burjuvazinin egemenliğini tehdit eden başka bir güç var: Kürt hareketi. Hemen denecektir ki, Kürt sorunu, burjuva sınırlar içinde çözülebilir. Evet, her türlü ulusal sorun burjuva sınırlar içinde çözülebilir. Ama Türkiye'de çözülemiyor. Türk burjuvazisi çözemiyor. Çözemediği için de meseleyi bir "beka sorunu" olarak görüyor. İşte faşizm konusunda özgünlük buradan doğuyor. Kürt sorununun demokratik, burjuva hukuk normlarında çözülmesi Türk burjuvazisini zorluyor. Çünkü bu sorun ancak egemenliğin paylaşılması temelinde çözülebilir. Demokrasi egemenliğin paylaşılmasıdır. Fakat egemenlik paylaşıldığında, yani en azından Avrupa Birliği normlarına uygun bir burjuva demokrasisi kurulduğunda, söz, örgütlenme ve eylem özgürlüğü kısmen de olsa sağlandığında bu sefer de emeğin ve doğanın bu kadar ucuzlatıldığı, işsizliğin, yoksulluğun ayyuka çıktığı bir emek-sermaye çelişkisinin sermayeden yana sürdürülmesi zora girecektir.

Her 5 yılda bir hafif, 10 yılda bir de ağır ekonomik krizlere giren, emperyalizme bağımlı, kırılgan bir ekonomiye sahip burjuva sınıfının, bir de tarihsel olarak çözemediği Kürt sorunu, Alevi sorunu gibi sorunları varsa, faşizmden başka bir rejime meyledemiyor. Türk burjuvazisinin "sosyal demokrat" temsilcisi CHP'nin Kürt sorunundaki "AKP'ye açık çek" yaklaşımı bunun bir göstergesidir.

Diğer bir klişe de, faşizm analizlerinde, kapitalizmin yaşadığı krizler ya da örneğin neoliberal politikalar gereği emperyalist kapitalist ülkelerdeki bazı sanayi dallarının bağımlı sömürge ülkelere taşınması gibi değişimlerle yoksullaşan, hak kaybına uğrayan işçilerin ve genel olarak ezilenlerin, çaresizlik ve bu çaresizlikten beslenen öfkelerini "kendiliğinden" kendilerinden daha güçsüz gördükleri mültecilere, kadınlara vb. yönelttiği, daha muhafazakar, milliyetçi veya "sağ popülist" siyasetlere meylettiklerinin ileri sürülmesidir. Bu klişe, bir "sosyolojik tespit" olarak örneğin, Trump'ın nasıl seçildiği üzerine ya da benzeri "sağ popülist" liderlerin başarısı üzerine yazılarda, genel olarak neoliberalizm ve sağın yükselişini ele alan makalelerde sıkça tekrarlanır. Ve bu durumun da faşizmin temel kitle kaynağını oluşturduğu ileri sürülür. Yani bu kaybeden kitlelerin -tam olarak böyle söylenmese de- "doğal olarak" faşizmi ürettiği ya da talep ettiği savunulur. İma edilir.

Buradaki birinci çelişki, bu tezi kabul edenlerin aynı zamanda "ur-faşizm"i de kabul etmeleri. Yani faşist bir ideolojinin, hareketin doğmasını sağlayacak bazı inanışların (örneğin bütün Hristiyanların Yahudileri İsa'nın ölümünden sorumlu tutmaları gibi) ya da Çingenelerin hırsız, ahlaksız; "esmer yakalıların" tehlikeli; Alevilerin "mum söndü" oynadıkları gibi sağduyuyu oluşturan parçaların ya da bazı toplumsal ilişkilerdeki (örneğin erkek egemenliğinin her düzeydeki tezahürü) egemenlik ve tahakküm kiplerinin her toplumda var olduğu kabulü. Dolayısıyla, "ur-faşizm" varsa ve iktidar, bu mikro iktidar kiplerinin tedavülde kalmasını sağlıyorsa, bir krizde kaybeden ezilenlerin "kendiliğinden" faşizme meylettikleri söylenemez.

İkincisi, faşizm bir hareket olarak doğarken bile egemenlerin egemenliklerine karşı değil, komünizme karşı ya da ulusal özgürlük mücadelelerine karşı gelişir. Dolayısıyla henüz embriyo halinde iken bile egemen ideolojiden el alır, yine bir "kendiliğindenlik" söz konusu değildir.

Üçüncüsü, durumdan vazife çıkarıp işe koyulan küçük grupların bir hareket haline gelmesi, ancak yukarıdan, devlet katından belli bir müsamaha sayesinde mümkün olduğudur ki, bu da faşist bir hareketin kendiliğinden olmadığını gösteren bir veridir. Bu, faşist bir örgütün ille de devlet kararıyla kurulduğu anlamına gelmez. Ki zaten devlet böyle bir homojen yapı değildir, burjuva toplumda ne kadar çıkar çelişkisi varsa, şu ya da bu oranda devlette temsil edilir. Faşist de olsa bir hareketin her şeyinin bir lider tarafından belirlendiği, kararlaştırıldığı söylenemez. Bu açıdan her hareketin belli bir otonomisi vardır. Fakat hareketin gelişiminin genel seyri egemenlerin bir sınıf olarak ya da sınıfın bir parçasının koruması, kollamasına bağlıdır. Yani faşist bir ideolojiye sahip bir çetenin bir hareket olması, çok yönlü bir çalışmanın, kısa ya da uzun bir örgütlenmenin sonucudur. Ve bu çalışma aynı zamanda egemen sınıfa, krizinin aşılması için kendi programlarının uygulanması gerektiğine ikna etme sürecidir.

Yani ezilenler doğal olarak, kendiliğinden faşizm eğilimlidir demek sosyolojik olarak mümkün değildir. Olayın iktidar ilişkileri alanından çıkarılıp psikolojikleştirilmesidir.