Bora Poyraz yazdı: Kaynama
Tablo zorlu ancak karamsarlık üretmeye gerek yok. Zira popüler alanlardan semt-kampüs-havza temelli saha çalışmalarına, teorik cepheden günlük pratik politik dil ve eyleme dek emekçi solun, daha somut olarak HDP'nin, HDK'nin merkezinde durduğu, milyonların birkaç temel başlığa kilitlenmiş siyasal özgürlük mücadelesi talepli ortak yürüyüşü bütün bu havayı değiştirir.
Biri çıksa "Üç koyun güdemiyorsunuz demiştiniz ama siz beş maske dağıtamıyorsunuz" derse iktidar blokunun hamasetten öte vereceği hiçbir karşılık yok.
Pandemi dönemi, iktidarın 'halka hizmet' iddiasının tel tel döküldüğü, buna karşın iktidar dışı alternatif mekanizmalarla halk dayanışmasının örgütlendiği bir zaman oldu/oluyor.
Politik İslamcı, eskiden "Millet aç" derdi; iktidarda oldukları için onu demek tehlikeli, "Bizi bölemeyeceksiniz" diyorlar. Güzel ama kimi? AKP ile ortaklarını mı? AKP içindeki hiziplerden birini mi?
"Mesele dallanıp budaklanınca ortaya atılan iddialar politik arenadaki yeni kaynama ve saflaşmalara işaret etmeye başladı. Mesela İYİP'in kendini ortaya koyma biçimi o faşist odağın, belki de politik İslamcılardan kopan ekiplerle birlikte üçüncü bir siyasal merkez inşa etmeye meyilli olduğunu gösterdi. Ancak aynı duygu dünyası ve devlete hizmet biçimleri MHP'ye fazlasıyla benzeyen o odağın HDP'ye aleni ve külliyen retçi, oldukça ajitatif faşist söylemle böyle bir merkez hışmına girişmesi ileride, gerekirse hâlihazırdaki devlet faşizmi bloğuna da katılmaya da meyilli olduğunu gösteriyor. Bunu dikkatle kaydetmek ve üzerinden atlamamak gerek."
Karşıdevrimci şiddetin bileşeni olduğu, ancak kesinlikle ondan ibaret olmayan ve bir süredir vurgulayageldiğimiz "kontrgerilla" tarzı devlet ve iktidar siyasetini her başlıkta sınamak ve doğrulamak mümkündür. Belediyelere dönük yeni kayyum dalgası, ondan bir gün önceki ölümlerin hemen ardından gelmesi, olay olur olmaz tıpkı Musa Anter katledildiğinde devlet ricalinin aynı içerikli açıklamalar yapması bir refleks ortaklığına işaret ediyor.
En hafifi "Cehenneme gideceksiniz" olan, ölmekten ve öldürmekten ibaret bu Kürdistan siyaseti, evet, rejimin genel saldırılarıyla ilişkilidir. Buradan bakınca meslek örgütlerine karşı tutumdan işçi-işsiz kitleye yaklaşıma dek pek çok mesele ile birlikte değerlendirilebilir.
Ancak bu meselenin esasını görmeyi engelleyici bakış olacaktır. Emekçi solun bir kısmı Kürdistan ve onun siyasal özgürlük mücadelesine karşı çoktandır umursamaz. Onları geçelim, o istikametten TKP ve Perinçek türü uçurumlara çıkılır.
Bir de bütün bu özgürlük sorunlarını sayarken, Kürdistan'ı da buna dâhil etmek ve niyetten bağımsız olarak onu politik asimilasyona uğratmak gibi bir tutum var. Eskiler buna 'idare-i maslahatçılık' derdi. Bu yol da tıkalıdır. Eşyayı adıyla çağırmaktan kaçınan "Tabi onların da hakları var"dan ileri gitmeyen bu politika tarzı, çok açık ifade edelim faydacılıkla siyasal asimilasyonculuk arasında salınıp durmaktadır.
Bütün zorlamalara karşın, Kürdistan özgürlük mücadelesi dünyada kendisini her biçimde öne çıkaran, çözümünün bütün koşullarını da kendisini bu var ediş biçiminde taşıyan belki de son ulusal özgürlük mücadelesi olarak, bütün burjuva çözüm mühendisliklerini parçalayarak dayatmaktadır. Herhangi nedenle bundan geri durmasını istemek, sınıf işbirliği çizgisine yatkınlıktır ve ilgili öznenin buna kalkışması imkânsızdır.
Dolayısıyla, mücadele burada kilitlenmiştir. İktidar koalisyonu bunu net biçimde görüyor. Ebedi düşman saydığı bu başlığı ortadan kaldırmak için etrafını boşaltmaya, kararsız unsurları vaatler yahut umutsuzluk basıncıyla ondan-oradan uzaklaştırmaya çalışıyor. Bugün Kürdistan özgürlük mücadelesinden ve hareketinden uzak durmanın mükafatı, iktidarın gösterdiği steril alanda oyun oynamak ve yaklaşmanın bedeli; mesela devrimci sosyalistlerin son 10 yılına bakılınca görüleceği türden çoklu saldırılara muhatap olmaktır.
Unutmayalım ki rejimin bu yeni reorganizasyonu asıl olarak Kürdistan reaksiyonerliği eksenlidir. 70'li yıllarda devrimci mücadeleye karşı kontrgerilla konumlanışı, iktidarın giderek faşist diktatörlük modeline geçişi görülürken, 15 Ağustos'la birlikte konsept Kürdistan odaklı olmuştur. 90'larda devrimci sosyalistlerin kendi politik varlık gerekçelerinden biri saydıkları "Batıda ikinci özgürlük cephesini açma" hedefi ile Kürdistan'da gelişen ve iki tarafı birden hedefleyen özel savaş-beyaz ölüm dalgaları sonrasında ağırlıklı olarak tekrar Kürdistan'ın kurtuluşu karşıtı olarak takdim edildi.
Kürdistan'daki özgürlük mücadelesi böyle bir dalgayı yıllarca göğüsledi, kendisini yeniledi. O nedenle tekil saldırılar, kayyumlar vb. Kürdistan halkını korkutamaz. Kaldı ki mücadelenin bin türlü biçimi var, biri bir süreliğine kapanırsa onlarca başka kapı açılır. Ancak otoriter despotluk kendisini o karşıtlık üzerinden yapılandırıyor ve uyguladığı konseptle ikinci özgürlük cephesinin kitleselleşmesini engelliyor. Üstelik bu arada sosyal şovenizmi emekçi sola da zerk ediyor.
Şovenizm günlük gıda, evet. Ama bunun da pek çok zaman kimi emekçi sol bileşenlerin eylemsizlik gerekçesine dönüşüyor. Daha trajik olanı, pratik sorumluluklardan kurtulmak için, bu amaçla sosyal şovenizme müracaat edilmesi, sığınılması. Durgun su acılaşır, pratik politik mücadelede kendisini var etmeyen, pasif savunmaya ve eleştirellik adına politik sinizme gerileyenlerin acılaşması böyle oluyor.
Marks'ın "küçük burjuvazi" analizi her anlamda ekonomik bir kavram olarak anlaşılınca anlam daralmasına uğruyor. Orada önemli olan düzene türlü biçimlerde bağlanmak ve "göze alma" eşiğinin iyice düşmesidir. Kürdistan bahsinde bugün Türkiye'de emekçi soldan aydınlara, entelektüellere, popüler meslek erbabına dek bir avuç isim hariç herkesin eşiği düşmüştür. Sartre'nin 'Fransa-Cezayir' sömürgeciliğine karşı tutumunu beklemek lüks denilebilir. Çünkü ateşe atılmaya kıyılamayan kariyerler, tutulan mikrofonlar, yerleşilen köşeler var. Hatta HDP mücavir alanında olan, oradan nemalanan ama böylesi virajlarda sözünü takır takır söylemekten kaçınanlar da olabiliyor. Saygın bir devrimci "Bedel kapılarından geçerek ilerliyoruz" diyordu. O kapılardan geçmek bazen tek bir itiraz cümlesi kurmaktır ve bundan imtina ediliyorsa, imtina edenin hesabına üzülmek düşer payımıza.
Bahçeli çok rahat; yapılması lazım geleni artık internetten maddeler halinde yayınlıyor. Onun arayışı devleti, iktidar koalisyonu dışındaki hizip ve kliklere kapatmak, karşıdevrimci devlet cihazını bir kez daha fethetmek. Yapabilir mi, göreceğiz. Yapmaya mecbur olduğunu, aksi halde kullanılıp atılma kaderinin tekrarlanacağını biliyor.
Şovenizm şu anda en elverişli yayılma stratejisi. Burjuva solu dahi oradan vuruyorlar. Şovenizme karşı mücadele diye diye dilimizde tüy bitti. Buna siyasal özgürlükler mücadelesinin zaferi için "kilit taşı" niteliği dolayısıyla işaret ediyorduk. Başka bir dünyada olan 'kuyrukçuluk'tan, 'sürüklenmekten' bahsediyorduk. Hayat onların çoğunu pratik politika sahasının dışına itti. Ancak bu kötü bir kültür yarattı. Şovenizme, sosyal şovenizme karşı mücadele bilinci yaygınlaşmadı.
İktidar bloku şovenizmi bunca rahat köpürtüyorsa bu aşamaya keyfinden gelmediğini, bunu mümkün kılan düşünsel ve pratik zemini kullandığını hatırlatmakta fayda var. Bu şartlarda hukuk yerini kanuna ve o da iktidar blokunun münasip bulduğu yorumlar yoluyla ebedi nizamın çizelgesine bırakıyor. En demokratik devlet modeli dahi bir büyük yabancılaşmayken şu yeni faşist biçimin ne menem bir şey olduğu, buradan bakılınca daha kolay anlaşılabilir. Bunun, zamanla, yaratacağı toplumsal tahribat da hakeza.
Şovenizme müracaat eden cinsiyetçilik dâhil diğer bütün dışlayıcı-düşmanlaştırıcı dil ve eyleme yönelir. İçinde olduğumuz dönem bütünüyle böyle. Karşıdevrimci cephenin iç ihtilafları dahi kanlı bıçaklıyken itaat etmeyen bireylere, daha tam ifadesiyle devlet-halk çelişkisinin "halk" kısmında yer alanlara reva görülenleri kestirmek zor değil.
Tablo zorlu ancak karamsarlık üretmeye gerek yok. Zira popüler alanlardan semt-kampüs-havza temelli saha çalışmalarına, teorik cepheden günlük pratik politik dil ve eyleme dek emekçi solun, daha somut olarak HDP'nin, HDK'nin merkezinde durduğu, milyonların birkaç temel başlığa kilitlenmiş siyasal özgürlük mücadelesi talepli ortak yürüyüşü bütün bu havayı değiştirir. Unutmayalım ki beyaz ölümlerin Türkiye ve Kürdistan'ı kasıp kavurduğu bir dönemde, neredeyse bir avuç kararlı, adanmış insanla Hasan Ocak'tan Talat Türkoğlu'na pek çok isimden hareketle işkencede ölümler Türkiye'nin ana gündemi haline getirilebildi. Dikkat edelim; onlarca, yüzlerce değil. Somut, tek, anlaşılabilir bir talep üzerinden milyonlara ulaşıldı. O birikim, bugün çok daha tecrübeli bir siyasal ortaklığın mayası olabilir.